top of page

Arama Sonuçları

"" için 198 öge bulundu

  • Dünya Bu - KALT & Volkan Öge (GAIN)

    Ortamlarda bir espri veya anekdot paylaşacaksınızdır. Tam anlatmaya başladığınızda, espriyi iyi bir şekilde sunamayacağınızı veya esprinin anlatılmaya değer olmadığını fark edersiniz. Hatta daha da ilerisi, espriniz düşünce olarak harika olsa bile, anlattığınız kişilerin espriyi algılayabilecek ön bilgiye veya sabıra sahip olmadığı o an aklınıza gelir. Aslında fiziğiniz hikâye anlatmaya da çok yatkındır; vurgulamaları doğru yerde yaparsınız normalde, sesinizi iyi kullanırsınız, sözcükler akar gider ağzınızdan ama işte... Yukarıdaki nedenlerin bir kısmı, daha kötüsü hepsi gerçekleşmiş ve anlattığınız hikaye facia haline gelmiştir. Dünya Bu dizisi de tam olarak böyle bir yapım. Düşünüldüğünde kusursuz olacak bir anlatının, ete kemiğe büründüğünde aslında çok da iyi olmadığını, olamayacağını ispatlıyor. Büyük trajedi sahneleri içinde küçük olayların esprisini yapmak yeni bir şey değil. Mesela Bir zamanlar Anadolu’da filmindeki manda yoğurdu hakkında konuşulan sahne gibi. Dünya Bu dizisinin ilk bölüm skeçlerinden birinde buna benzer bir olay var. Cinayet mahallinde bir cesedin üzerindeki montun nubuk, deri veya vintage olup olmadığını tartışmak, KALT’ın orijinal videolarından tanıdığımız bir tarz. Misal: Ancak Dünya Bu oldukça kolektif bir yapım. İşin içine farklı yapımlar girince, iş kendi evlerinden çıkmayınca yukarıdaki videodaki formül tutmuyor. Burada esprinin karşı tarafa geçmesi ve seyirci sıkılma eşiğini iyi ölçüp, biçmek lazım. Oyuncular burada çok önemli. Mesala KALT harika metinler yazıp, yazdıkları metinlerde de kendileri oynayarak anlattıkları absürt olayları çekici hale getiriyordu. Diziyi izlerken esprinin/tespitin dünyasını anlıyor, iyi bir şey geleceğini umut ediyor ancak hayal kırıklığına uğruyorsunuz. Bitmiyor da skeçler. Espri sakız gibi sündürülüyor. Yönetmeninin ve oyuncuların yabancı olduğu bu durum komedisi en azılı KALT hayranı olan beni pek açmadı. Gain’in hızlı ilerletme tuşunu kullanmak zorunda kaldım. Giriş sahnesinde, yapımın tanıtımlarında da geniş yer verilen Volkan Öge’nin yine büyük prodüksiyon içinde (parti seçimi) küçük bir durumu konu aldığı bölümdeki samimiyet çalışıyor. Yine kendisinin oynadığı ikinci bölümdeki sahne de fena değildi. Ancak iyi olan espriler yine de çok uzun süre boyunca devam ettirilince bütün eğlencesi kaçıyor. Yazının başında belirttiğim gibi, düşünceyle, ortaya çıkan şey birbirine uymuyor. Çıksa bile, izleyiciye bu, nasıl geçecek ölçülemiyor. KALT’ın, düşük bütçeli ve amatör yapımlarıyla kendi tansiyonlarını iyi ayarlayabilen YouTube kanalı. Podcastleri zaten efsane. Ancak büyük prodüksiyon ve görece ünlü/başarılı oyuncuları oynatmak veya bütün oyuncuların iyi olmaması, esprilerin servis edilişinde sorun yaratıyor. 25 Mart 23 itibariyle ikinci bölüm de, birinci bölüm gibi olmamışlık içinde ilerliyor. Umarım Dünya Bu, bu halinden çıkıp, KALT videolarını faşistçe; eşe, dosta izletebileceğimiz bir yapıma doğru evrilir.

  • İki Şafak Arasında

    2021 yapımı, Selman Nacar imzalı, klasik bir, küçük yer insanları filmiyle karşı karşıyayız. Fabrikatör çocukların kullandığı Mercedes’in plakasından, Uşak dolaylarında olduğumuzu düşünüyoruz; olmayabilir de ama olması çok mantıklı. Film, iki erkek kardeş arasında, babadan kalma koca fabrikayı yönetmenin ve yaş farkının getirdiği gerginliği saklayamayan iyi görünümlü ilişkiler ve bir evlilik hikâyesinin geleneksel başlangıç seremonisi üzerine dönecekmiş gibi görünüyor. Derken bir anda “kan parası” filmine dönüşüyor. Zenginliğin içine doğmuş olmayı hayattaki şansı değil de kazanılmış hakkı olarak gören, millet canıyla, acısıyla uğraşırken bile ön yargılarıyla, çalışanını ezme planları yapan vicdansız bir abi; ailem, oğullarım diye dolanan ama evlat ayrımcılığı yapan, çıbanın başı bir eski zaman babası; hem ailesine hem sevgilisine hem sevgilisinin ailesine hem de emekçi çalışanlarına yaranmaya çalışan ama ne vicdanıyla ne ailesiyle başa çıkabilen, daha yolun başında, hayalleri, idealleri olan sessiz bir küçük kardeş. Kadir, muhtemelen ailenin tek üniversite okumuş çocuğu; bunu, halinden tavrından hissedip, abisine İngilizce tercümanlık yaptığı sahneden anlıyoruz. Avukat Yasin’de, cuk oturmuş bir avukat tiplemesi görüyoruz. Yasin’in konuşmaları, saçı, sakalı, mağdur yakınıyla konuşma biçimi, ortada hapis cezası alma ihtimali varken hapur hupur börek yemesi, hâkim karşısına çıkarken kendisine gereken yedek gömleklerinden bahsetmesi… Gerçek bir avukat bürosuna gelen bir iş kazası dosyasının incelenişi gizli kamerayla çekilse ancak bu kadar doğal avukat sahneleri çekilirdi, mükemmel gözlem. Gelelim Kadir’in, sevgilisinin ailesiyle tanışma sahnesine. Babamız, solcu bir kız babası; muhtemelen Alevi. Bunu hem modernite konuşmalarından hem de itinayla seçilmiş saz çalma sahnesinden anlıyoruz. Âşık Mahzuni Şerif’ten bir türkü istiyor babamız; Kadir’se, gerek yengesinin başörtüsünden gerek fabrika duvarlarında gördüğümüz Arapça Allah yazılarından fark ettiğimiz üzere, belli ki Sünni muhafazakâr bir aileden geliyor. Çalmak için, Âşık Veysel’den bir türkü seçiyor; sözlerinden, filmin ana temasını duyuyoruz. Kadir bu konuda da ailesiyle bir zorluk yaşayacaktı belli ki. Gerek ana karakterler, gerekse yan karakterler olsun, filmdeki herkesin oyunculuğunu çok sağlam buldum. Hastane odasında, mağdurun karısına imzalatılacak dilekçenin okunması esnasında Kadir’in el hareketleri, yaşadığı dil sürçmeleri, mağdurun kardeşinin hafif terslemeyle başlatıp sinkaflı küfre vardırdığı saldırmaları yerinde ve doğaldı. Filmle ilgili havada kalan bir nokta, Kadir’in suçu üstlenecek kardeş olarak seçilişinin biraz muğlak ve anlamsız oluşu. Ölümlü iş kazasından hukuken, taksirli, bilinçli taksirli ve hatta belki olası kastla iki kardeşin beraber sorumluluğu söz konusu. Kadir’in, yurt dışına kaçırılması onu sorumluluktan kurtarmayacağı gibi; abinin kaçmaması da ona, kamu davası açılmasını engellemeyecektir. Bu tip hususlarda hukukçu danışmanlardan doğru bilgi alınması çok önemli bir gereklilik.

  • ''Vakit Varken'' (Era Ora) anın tadını çıkarmaya çalışalım;)

    Hayat bir uçak mı? Hayat bir uçaksa biz o uçağın pilotu oluyoruz. Peki bir uçakta otomatik bir pilot varsa oraya neden gerçek bir pilotu (insanı) koyuyorlar? Otomatik pilot, uçağın stabil ve monoton uçmasını sağlar. Farklı bir durumda inisiyatif alamaz. İşte gerçek pilot (insan) orada devreye giriyor. Eğer hayatımıza da otomatik pilotta devam edersek bir zaman sonra yaşamın ne olduğunu unuturuz ve sadece yaşamak için yaşarız. İşte ''Vakit Varken'' anın tadını çıkarmaya çalışalım. İşkolik ve 40 yaşına giren Dante, çalışmaktan, zamanın farkına varmadan geçtiğini anlamaz. Ne zaman, yarını veya dünü düşünse hayatı bir yıl daha farkına varmadan ilerler. Etrafındakiler ise ona hep aynı şeyi söylüyor. Yavaşlamaya ihtiyacın var. Dante sadece ilerisi için yaşıyor. Asla bugün veya anlık yaşamıyor. Bu da ona kayıp yıllara sebep oluyor. Şartlar ne olursa olsun insan hep olduğu anı yaşamayı öğrenmeli. O an yaşanması gereken her şey yaşanmalı ki anın tadı ortaya çıksın. Ona da bu fırsat, her doğum gününde bir kez daha verildi; ancak o yine, hırsından bu fırsatları değerlendiremedi. Dante'nin her şey yolundaymış gibi gülümsemeye çalışması ama anlatamadığı, kendini içten içe bitiren kaygıları yüzünden anı yaşıyormuş gibi davranması etrafındakileri kaybetmesine neden oluyor. Gerçek, hayatın tamamı değil. Gerçek, hayatın sadece yaşadığınız anlarına denir. Bir şeyin gerçek olması için o an olması gerekiyor. Geri kalan hiçbir şey o an kadar ne gerçek ne de yaşanılası olmuyor. Kayıp anlarınızı yaşamaya çalışmayın. O anı kaybettiğinizi fark ettiğiniz anın tadını çıkarmaya çalışın. Biraz karışık oldu ama kısacası anın tadını çıkarmaya bakın. Filme dönersek, Dante için her şey kötü gidiyor gibi gözükebilir ancak filmin çok güzel bir mutlu sonu var. Çünkü Dante, anı yaşamanın ne olduğunu anlıyor ve hayat onun için daha güzel bir yer haline geliyor. Dante de bunun farkında olarak yaşamak için işinden birikmiş bütün yıllık izinlerini kullanmaya başlar. Elinize o anı yaşamak için bir sürü fırsat geçmiş ve hepsini Dante gibi tepmiş olabilirsiniz ama üzülmeyin bundan sonrakileri yaşamanız için biriktirdiğiniz yıllık izinleri kullanabilirsiniz. (Gaza gelip sakın işi bırakmayın;))

  • Gerçekten Helalleşiyor Muyuz?

    Depremin 40. günü. Hala enkazlar duruyor, hala cenaze bekleyenler bir umut, en azından cenazelerini bekliyorlar. Görünen acı tablonun vahimliğinden bihaber, dünya dönmeye devam ederken normalleşmenin de yavaş yavaş izlerini görmeye başlıyoruz. 40. gün, Hatay deprem sonrası kaybın en acı şekilde yaşandığı illerden biri. Dün bu 40. günde biz Samandağ kadınları olarak mor şallarımızı taktık sokaklara döküldük. Enkazlardan geçilmeyen sokaklara doğru adım attık. Klasik bir cenaze uğurlaması yaptık, fakat bizim hüznümüz bu sefer isyanımız oldu. Reyhanlar ve bahhur eşliğinde bağırdık kadınlar olarak, bir nebze adalet aramayı umarak. "Helalleşmek yok, affetmek yok, unutmak yok!" dedik bağırarak. Ana dilimizle de "Buradayız, gitmeyeceğiz!" dedik. Bizi buradan göndermeye çalışan binlerce insana isyan ederek adalet arayışımızı duyurmaya çalıştık. Beraber yürüdük, beraber bağırdık ve hakkımızı aradık. Sadece Hatay için değil, depremin yaşandığı Kahramanmaraş, Gaziantep, Şanlıurfa, Diyarbakır, Adana, Adıyaman, Osmaniye, Kilis, Malatya ve Elazığ illeri için de yürüdük. Kadınlarımızın haklarını aradık. Beraber dayanışma içinde toplandık ve seslerimizi yükselttik. Yardımsız, terk edilen bir şehir olarak anılıyor Hatay. Ölen binlerce kardeşimizin, komşumuzun göz göre göre yalnız kalmasını kaldıramıyoruz. Durumların görünenden vahim olduğunu anlatmak için bir şey yapamıyoruz. Yardımsız bırakılan her can için sesimizi çıkardık. Kaderimize terk edildik. Yine de "Sesimi duyan var mı?" diye bağıranlara biz, halkımız ses verdik. Biz artık daha güçlüyüz. Hüznümüz ve acımız bizim isyanımız oldu. Kadınlar olarak biz kaldıracağız ayağa. Halkımızı, toplumumuzu, çocuklarımızı, hayvanlarımızı biz savunacağız. Unutturmaya çalışanlara karşı geleceğiz. Hüznümüzü 40. gün dökmek mi daha acı yoksa hala kaderimize terk ediliyor olmak mı? Umutsuzca hala cenaze beklemek mi daha kötü yoksa sesimizi duyuramamak mı? Neyi düşüneceğiz? Kendi canımızı mı yoksa hayatta kalan son ailemizi mi? Sahipsiz kalmayacağımız zamanları dilemek, insanlığımızın ne kadar azaldığını kanıtlıyor sanırım. Beraber daha güzel günlere demekten başka çaremiz yok. Hakkımızı helal etmiyoruz. Fotoğraflar: İris Eryılmaz

  • Depremin Diğer Yüzü - YouTube Belgeselleri

    6 Şubat’ta gerçekleşen depremin ardından ulusal ve uluslararası YouTube kanalları geleneksel medyanın yapamadığı, bilgilendirici kısa belgeseller yayımladı. Bu belgeseller depremin yarattığı hasarın farkındalığını daha artırıyor. 1- Vox "Yumuşak Katlı" Binaların Neden Ölümcül Olabildiğini Açıklıyor. Yerleşim amacıyla kullanılan binaların zemin katlarının market, dükkan, iş yeri olarak kullanılması statik hesaplara uymadığında ne kadar ölümcül olabileceğini gösteriyor. Zemin katındaki iş yerlerinin, brandaları veya oturma alanı açmak için üstündeki dairenin bitiminden daha geride alan açılması, binanın bütün yükünün bu zayıf katların üzerinde olması, deprem olduğunda üst kattaki bütün yükün bu yumuşak kata yığılması nedeniyle bütün binanın enkaz haline gelmesine neden olduğunu Vox çok basit şekilde anlatmış. 2- Mevzu: depremin ardından: Hatay | Kısım 1 Mevzu kanalının "depremin ardından" serisi, depremin trajedisini en iyi yansıtan mini belgesel çalışmalarından biri. Bu ilk bölümünde, "can pazarı" adlı deyim tam olarak karşılığını buluyor. Deprem yaşandıktan sonra geçen her dakika sizin en büyük düşmanınızken, aynı zamanda sınırlı ekip ve ekipmanlarla enkaz altındakileri kurtarmak zorundasınız. Ancak nasıl girilecek o enkazlara? Arama kurtarma ekibi hangi hamleyi yaparak başkalarının canına ve kendi canına zarar vermeden enkazdan başka bir can çıkarabilir? Ya enkaz başında bekleyen depremzede yakınları? Yardım etmek için orada bulunsalar dahi, enkazda yakını bulunan depremzedeler tarafından, yeteri kadar cesur olmadığı, emek sarfetmediği düşünülen gönüllülerin içinde bulunduğu durumu çok iyi anlıyoruz. 3- 140 Journos Kader Planı 140 journos şimdiye kadar çok çarpıcı belgeseller hazırladı. Bu büyük felaket için sahada olduklarını belirten trailerlarını attıklarında, videonun bu kadar özenli ve çarpıcı olacağı hakkında beklentim oluşmuştu. Nitekim öyle de oldu. Bu mini belgesel, sadece depremin sahadaki yansımalarını ele almıyor; siyaset ve şu ana kadar hakim olan siyasi retoriğin yıkıcı halini, çarpıcı kişilerin yorumlarını ve sahadaki görüntülerle biçimsel olarak mükemmel şekilde harmanlayarak gösteriyor. Yapımla ilgili yegane eleştirim, deprem ile ilgili herhangi bir görüntü için müzik kullanılmasını doğru bulmuyorum. Zaten facia olan bir olguyu duygusal olarak köpürtmenin, henüz adını koyamadığım rahatsız edici bir boyutu var. 4- Mevzu: Depremin ardından: Hatay | Kısım 2 İkinci videoda ise meşhur “baraj patladı” haberinin yarattığı etkiyi görüyoruz. Burada kim suçlu, haber nereden yayıldı, ne amaçla yayıldıdan ziyade; bu denli bir kargaşa içinde bu tarz bir haberin enkaz başında arama & kurtarma faaliyetine katılanların yapacağı planlamaları nasıl bozduğunu görüyoruz. Buradan yargılamanın ne kadar zor olduğunu gördüğümüz görüntüler. 5- Vice News: Searching for Earthquake Survivors in Turkey & Syria Vice’ın bu videosunda yabancı yayın kuruluşlarının enkaz çıkartma görüntülerini kendi kameralarıyla çekmesinin önemi büyük. 99 Depreminin aksine bu depremde hem hassas görüntülerin, küçük yaştakileri etkilemesini önlemek hem de var olan durumu daha da paniğe, endişeye, korkuya çıkarmama refleksinden dolayı göremediğimiz enkaz sonrası vücut yaralarını görebiliyoruz. Aynı zamanda spikerin Arapça bilmesi, hem Türkiye'deki hem de Suriye'deki depremden etkilenen halkla röportaj yapılması açısından farklı bir bakış sunuyor. 6- BBC Türkçe: Hasar tespit: Depremde yıkılmayan binalar nasıl inceleniyor? Arama & kurtarma çalışmaları bittikten sonra geriye hafif, orta ve yüksek derecede hasar almış binaların saptanması kalıyor. Orada yaşayan, yaşayacak halkın, kendi binalarının ne kadar sağlam olduğunu bilmesi gerekiyor. Bu süreç, zaten travmatize olmuş halkın evlerinin yıkılma, yıkılmama kararıyla da yüzleşmesi gerektiğini gösteren ayrı bakış açısını sunuyor. 7-BBC Türkçe: Bu binalar depremde neden yıkıldı? 2000 öncesi yapılan binaların bu denli bir depremde yıkılması, enkaz haline gelmesi kamuoyunda anlaşılır bir durum olabilir; ancak 1-2 senelik, müthiş pazarlama ve reklam kampanyalarıyla satışa sunulan binaların yıkılması ise soru işareti. Bu soruların peşinden giden bir mühendisin, yıkılan binalardan alınan örneklerle, binaların neden yıkıldığında dair nihai sonuç alınamayacağını bu yapım sayesinde nedenleriyle öğreniyoruz. 8-Sokak Kedisi: Sokak Sokak HATAY Sokak Kedisi kanalı depremin ilk haftasında deprem bölgelerini, geleneksel medyanın gösterdiğinin ötesinde salt, gerçek ve biçimsel olarak çok fazla kesme yapmadan ortaya çıkarmıştı. Depremin yıkıcılığını, bizzat depremzedelerin yakarışlarından anlamış, ancak bir şehrin neredeyse komple yıkıldığını görmek olayın vahametini pekiştirmişti. 9- Cüneyt Özdemir İşte Hatay'ın Son Hali Daha sonrasında Cüneyt Özdemir de aynı şekilde, kamera kaydını durdurmayarak harap olmuş şehirdeki gözlemlerini yansıttı. 10- Mevzu: Hatay 4. Kısım Mevzunun bu son videosunu izlerken ruhsal olarak yaralanmamak mümkün değil. Ateşin düştüğü yere gidiyoruz. Sosyal medyada önümüze düşen, depremzedelerin yakarışlarının hikayelerinin devamına şahit oluyoruz.

  • Ayak İşleri:Her şey kontrol altındaysa, yeterince hızlı gitmiyorsunuz demektir.

    Awumbuk; İki farklı kişi, iki farklı ruh. Bir genç, bir yaşlı ruh arasında anlaşılamaz ve kaçınılamaz bir bağlantı. Şimdiye kadar sadece işlerin onları kullanıp kenara atması. Bunu tekrar tekrar yaşadıklarında öğrendik ki bu ruhlar da aslında hayatını, koşullarını ve işlerini sorguluyor. Ama kimse bu iki ruha kılavuz vermedi, çünkü yapılması gereken Ayak İşleri var. Aman O Üzülmesin, Aman O İncinmesin, Aman O Huzurlu Gitsin; Yönetmen bizi, ruhlar alemi denen bu yaşama birbirlerinden farklı iki ruh ile bırakıyor. Farklı iki ruh, biri iç bükey biri dış bükey iki ayna, aynı çiçeğin biri yaprağı, biri dikeni; ne yaptıkları belli olmayan bu karanlık yolda giden iki kişi. Bir sonrakine kavuşmak için yaşamak ile bir sonrakine nasıl kavuşurum diye düşünen ruhların hikayesi. Kavuşmak için çaba sarf ederler, çünkü zaman beklemez; hayat onlarsız da devam eder, ancak ruh kalır. Bir sonrakine kadar bekler... Bütün İyi Pilotlar Gençler; Yaşam ile teorinin çarpışması ile ortaya çıkan sert ama bir o kadar da analitik bir mafya hikayesi. Öyle bir mafya hayal edin ki hem herkes haklı olsun hem de hiç kimsenin yüzde yüz haklı olmadığını ve herkesin aynı boktanlıkta olduğunu savunan bir yapım. Sanki bir mafya dizisi değil de bir günlük izliyoruz. En ağır savunmaların bile suya düştüğü ve içimizdekinin gücü kalmadığı zaman sadece yaşama sarılan iki ruhun müthiş çatışması. İzlerken nereye gideceğini asla kestiremediğiniz ancak karakter ile kurduğunuz bağ sayesinde kendiniz yaşıyormuşcasına yaşananlara sinir olduğunuz bir dizi. Bu Araba Bu Kadar Kaçabiliyor; Felsefe mezunu Evren'in, mafyanın ayak işlerini yapan Vedat'ın yeni yardımcısı olmasıyla başlıyor hikaye. Yıllardır bu işi yapan Vedat'ı, olaylara analitik yaklaşarak işten kopartan Evren ile bu işlere yeni bir pencereden bakmaya başlıyoruz. Ancak bu pencereyi pek sevmeyen Vedat, olayları daha çok duyguları ile yaşayan ve bundan da gayet memnun olan bir karakter. Bakış açıları ve yaşadıklarına tepkileri birbirinden farklı olan bu ikiliyi sürekli değil, sadece yaptıkları ayak işleri sırasında görüyoruz. Bu görmelerde bazen Evren'in duygularını kenara bırakarak, olaylara yabancılaşarak sizi uzaklaştıran tavrı ile bazen de Vedat'ın belli bir düzleme sıkışan duygu patlamaları ile karşılaşıyoruz. Hayatın kıyısında köşesinde kalan olayları iki farklı pencereden ve iki farklı ruhtan izlemek hayata dair bir çok şeyi görmeye sebep oluyor. Obsesyon; Bu dizi aslında takıntıların yani obsesyonların eseridir. Formula 1, nepotism, mansplaining, cinsiyetçilik ve politik doğruculuk gibi obsesyonları, mafya gibi sert, kaba ve anlayışsız bir kalıbın içine işlemenin eseridir. İnsanlar belli obsesyonları olan ruhlardır. Bu takıntılı ruhların en büyük gıdası ise müziktir. Evren ve Vedat karakterlerini de en iyi dışa vuran müzik obsesyonu ise rap müziktir. Bu iki farklı ruhun yaşadığı olaylara bu kadar saf bir müzik olan rap ise resmen seçilmiş bir kaftan. Yıllardır filmler veya dizilerde kullanılan ağır ve kasvetli müzikler yerine rap gibi saf bir dışa vurum ile mafyanın aslında ne kadar örtüştüğünü görüryoruz. Fazlaca obsesyon, fazlaca mafya ve sadece komedi ile sizleri baş başa bırakıyorum. Caner Özyurtlu'nun okuması dileğiyle..;)

  • Nefesim Kesilene Kadar

    Emine Emel Balcı’nın 2015 yapımı ilk uzun metraj filmi. Daha ilk saniyesinde seyirciyi içine çekmeyi başaran bir film. Öyle gerçekçi ki İstanbul kenar mahallelerine bir gizli kamera yerleştirmişsiniz ve belirli aralıklarla gidip izliyormuşsunuz gibi. Hayatın sillesini yemekte olan, tekstil atölyesinde çalışan bir kız. Filmdeki hayatın sillesi; dayak, açlık, tecavüz gibi aşırı rahatsız edici ve ağlak silleler değil; daha düşük perdeli ve süreğen, sanki çok çaba gösterilirse kurtulma şansı varmış gibi duran bir hayat mücadelesi. Başrol Serap da bu nedenle asla azmini kaybetmiyor zaten. Yetiştirme yurdundan kaçıyor, ablasının ceberut kocasıyla baş etmenin yolunu buluyor, kendini kurtarıp babasına masabaşı bir iş arıyor, gururuyla oynanmasına izin vermiyor, yokluk içinde sıcak bir uykunun ve temizlenmenin yollarını ne yapıp edip buluyor. Çaresizlik ve yalnızlıkla başa çıkmanın mükemmel bir tasviri. Başrol Serap’ın hırçınlığı, öfkeli ve donuk bakışları; olgunlaşamamış babasının arkasını toplamaya çalışması, ona ve/veya onunla bir hayat kurma çabası; çalışma ve para biriktirme azmi; kendisine yakınlık gösteren bir “delikanlı”ya yaptığı yamuk ve hatta yer yer fazlasıyla yakın çekimleri Dardenne kardeşlerin Rosetta’sıyla büyük benzerlik göstermekte. Bununla birlikte ben, “bize” uyarlanırken mükemmel bir başarı sergilenmiş olduğu için bu benzerliği can sıkıcı bulmadığımı ve sadece bir esinlenme olarak değerlendirdiğimi söyleyebilirim. Yalancı, düzenbaz, ailesine ilgisiz babasını bebek gibi beleyen Serap sabrı taşıp da babasının ipe sapa gelmez bir adam olduğu kafasına dank edince; onu, gözünü kırpmadan polise ihbar etmekten çekinmeyecek kadar cevval bir kız. Halbuki uluorta yediği haksız tokada bile ses çıkarmamış, bizim boğazımız düğümlenirken o huşu içinde, yemeğini yemeye devam etmişti. Serap’ın saçlarının, kâküllü olması dikkatimi çekti; kendisiyle bu kadar ilgilenmeyen bir karakter, saçına bu kadar bariz bir şekil verdirmezdi sanki. Belki bıyık alma sahnesinde gördüğümüz gibi o saç modeli de arkadaş zoruyla kendisine yaptırılmıştır. Filme sonlara doğru dahil olan, Serap’la iyi bir arkadaşlık kuracağı izlenimini uyandıran Funda’nın yaptığı, döneminin modası olan rap dans ilk başta eğreti gelmekle beraber; sonradan, o yaşlardaki çocukların bu tarz anlamsız şeyler yapma heveslisi olduğunu düşündüm. Serap da tam olarak böyle düşünmüş olacak ki konuşmaya bu kadar erinen kız, iletişim kurma çabasıyla, gülümseyerek nereden öğrendin sen bunu diye soruyor. Son olarak eleştirim şudur ki bu kadar hayatın somut gerçeklikleriyle bezeli bir filme bu kadar varoş bir şiirsel isim neden verilmiş onu anlamlandıramadım.

  • That'90s Show - 70'lere Dönüş!

    Sevilen “That’70s Show” dizisinin spinoffu sonunda izleyicileriyle buluştu. That'90s Show, Netflix orijinal içeriği olarak 10 bölümden oluşan bir sezonla yayımlandı. Kısa sürede izleyip bitirdiğim bu sezonda, eski diziyi gerçekten özlediğimi fark ettim. Bu yeni dizi kesinlikle eskisinin yerini tutmuyor. Aynı eskisi gibi olan sahneler, dekorlar, eski oyuncuların da konuk olması, eski diziyi hatırlatıyor. Dikkat! Çok güzel spoiler verdim! Başrolde, Eric ve Donna’nın kızı Leia Forman olarak Callie Haverada var. Evet, fark ettiğiniz gibi kızın adı Leia. Eric’in daha önceden 8 sezon boyunca çok üstün bir Star Wars hayranı olduğunu görmüştük. Bu hayranlık hâlâ devam da ediyor. Kızına “Leia” ismini verecek kadar… Kızları Leia, Chicago’daki evlerinden dedesi Red ve büyükannesi Kitty’nin yanına Wisconsin’e yaz tatili için geldiğinde yeni arkadaşlar ediniyor. Bunlardan biri Jay Kelso olmak üzere Nate, Niki, Gwen, Ozzie ile tanışıp bodrum katında harika bir yaz geçiriyorlar. Dizinin ana konusunda, Eric’in de yaşadığı gibi süt çocukluğundan daha yaramaz bir çocuk haline gelme öyküsüyle Leia anlatılıyor. İlk birası, ilk aşkı, ilk öpücüğü ve ilk uyuşturucu deneyimi… Klasik bir senaryo bizleri karşılıyor. İlk bölümde Eric ve Donna’nın, dizide birkaç dakika yer almasıyla Red’in, Eric’i yetiştirirken ne kadar zorlandığının empatisini, Eric’in de anladığını görüyoruz. 10 bölümlük diziyi izlerken kızlarına baktığımda “Aha aynı babası” dedim. Karakter ve oyuncu gerçekten uyum içerisindeydi. Aynı şeyi Kelso için de söylemem gerekir. Ailesinin genini taşıyor, fakat biraz daha zeki diyebilirim. Tek şey hatırlatacağım, Micheal Kelso’nun sürekli “OH! BURN! (KAPAK!)” dediği sahnelerin ani gelişi de aynıydı. İki karakter için olumlu konuştum, fakat diğer çocuklar için aynısını söyleyemem. Çok zorluyorlardı kendilerini oynarken. Özellikle de Gwen. O oyunculuğu daha önceden de gördüm. Blackish dizisinde oynayan “Marcus Scribner” da küçük yaşlarında rezalet oyunculuk sergiliyordu. Sürekli o aklımdaydı. Oyunculuğu çok itici olan karakterlerden biri Reyn Doi. Kendisi Ozzie karakterini canlandırıyor. Bence eski dizinin yansıması olarak Fez karakterini yansıtmaya çalıştıkları bir karakter kendisi. Bu karakterin veya oyuncunun gey olması dışında, hareketleri gereksiz abartılı ve iticiydi. Ama çok iyi dans ediyor hakkını yemeyelim. Eski diziyle son kez karşılaştırmam gerekirse, bu dizi ilk 3 bölümünde zorlayarak eskide kalmış anıları sürekli hatırlatma derdindeydi. Tamam gereklidir fakat çok yüze vuruyorlardı. Sonraki bölümler daha da minik ayrıntılarla bunu sağladılar, tadında kalması iyi oldu. Ama kesinlikle bir “That’70s Show” etmiyor. 90’larda geçen bu dizinin 1995 yılında geçtiğini, mutfak kapısı arkasındaki takvimden anlıyoruz. Bu, 90’lı yıllarda dizi ve TV şovlarının arttığı dönemdir. İnternet ve yeni doğacak olan medyanın da etkisi, bu gençlerin üzerindeydi. Orijinal dizide de olan arada sırada müzik klipleri veya diğer pastişlerin olduğu, düşünme sahneleri yine vardı. Fakat eskisi gibi iyi değildi. TV şovları sahneleri ya da Leia’nın kafası jupiter iken, 8 bit ama 3D olan Nintendo oyunu gibi POV sorgu sahnesi vardı. Dizinin eski kalitesini yakalayamaması çok eksik bir yöndür. Başarılı değildi. Aynı şekilde intronun da berbat olduğunu söyleyebilirim. Kamerayı eline almış, arkadaşlarını çeken Leia’nın gözünden bir intro. Ayrıca müziği de çok kötü. Eski dizide üç kere değişmişti müziği ve her seferinde çok iyiydi. Eski karakterlere değinelim. Diziyi izleten tek şey buydu bana. Red ve Kitty ana karakterler olarak varlar, tamam. İlk bölümde Donna ve Eric birkaç dakika görünüyor. Bu arada Donna’nın oyunculuğu geçen 20 sene sonra bile rezaletti. (Bu yüzden HIMYM’de minik sahelerde oynadı). Donna’yı birkaç bölümde daha kısa süreli gördük. Hâlâ isteğime ulaşamadım. Eskileri daha çok görmek isterdim. Ama Fez karakteri yine harika, yine komik idi. Hatırlarsanız Fez’in nereli olduğu veya isminin tamamını bilmiyoruz. Dizi bunu bizden hep sakladı. O tam söylerken dışarıdan gürültü geliyor veya başka bir olay yaşanıyordu. Aynı komediyi yine yaptılar ve hatırlattılar. Bu benim için büyük bir nostaljiydi. Fez, son gördüğümüz gibi hâlâ kuaför; ama işleri çok ilerletmiş. Dünya çapında birçok şubesi olan bir markası var. Aynı zamanda hâlâ kız peşinde. Bu sefer Nate ve Gwen’in annesini tavlamış. İlk sezonun sonunda mutluydular. Fakat bu mutluluk sona erer mi bilmiyorum. Orijinal dizinin sonunda Jackie ve Fez beraberlerdi. Fez’in, kuaförde Kitty’ye anlattığına göre Jackie, yine Michael Kelso’ya dönmüş. Dizinin ilk bölümünde de bunu anlıyoruz zaten. İkinci kez evleneceklerinden bahsettiler. Böylece Mila Kunis ve Ashton Kutcher çiftini yine bir arada gördük dizide. Keşke dizide daha fazla yer alsalardı diyorum. Onlar için izliyordum diziyi. Beni üzen şey, Steven Hyde’ın dizide yer almaması oldu. En sevdiğim karakteri canlandıran Danny Masterson, karıştığı bazı olaylardan dolayı adı kirlenmiş olabilir. Sanırım Netflix ona teklif götürmedi diyebilirim. Onun kabul etmeyeceği bir proje değil çünkü bu. Hatta şu videodan da anlaşılır. Fez’in sürekli karşılaştığı ve kapıştığı satıcı karakteri Fenton’ı hatırlarsınız. O da konuk olarak kadroda ve Fez ile yine kapıştılar. Mücadelelerine yine bayıldım. Çok özlemişim. Dizide Leo da var. O ayık gezmeyen adama bayılıyorum. Donna’nın babası olan, Don Stark’ın canlandırdığı Bob da döndü. Fakat annesi için aynı şeyi söyleyemem. Midge’i canlandıran Tanya Roberts geçtiğimiz senelerde hayatını kaybetti. Bu arada hayatını kaybeden bir diğer oyuncu Eric’in ablası Laurie’yi canlandıran Lisa Robin Kelly de genç yaşta hastalıktan hayatını kaybetti. Birkaç kez diziden de çıktığını hatırlarsınız. O zamanlarda da uyuşturucu bağımlılığıyla savaş içerisindeydi. Hatırlarsanız dizide birçok müzik çalıyordu. 1970’lerden eski, 80’lere kadar müzikler dinlemiştik. Steven Hyde sağ olsun. Saturday Night müzikleri, Nazareth, Steve Miller Band, Led Zeppelin, 10cc gibi muhteşem kişilerden müzikler dinliyorduk. Fakat Netflix kaliteyi biraz kısarak 90’lar müziklerinden izleyiciyi biraz uzak tutmuş. Peki ya bu dizi teknik açıdan ne kadar iyiydi? Bence kamera doğru seçilmiş, fakat… Açılar, çekimler; hatta ışık da sıkıntılıydı. Orijinal dizi, zamanına göre gerçekten harikaydı; fakat özellikle Netflix’in bu zamanda özen göstermediği ortada. Çok iyi bir görselliğe sahip değildi ilk sezon. Umarım sonraki sezon daha iyi olur diyelim. Sanat yönetmenlerine de bir mesaj bırakıp bitireyim yazımı. Bu Pringles böyle koyulur mu buraya ha? Yeni tasarlanmış bir Pringles ve 1995 yılındasınız. Bu şekilde yormayın izleyiciyi lütfen. Bu yakaladığım hatalardan sadece biri. Lütfen… EKSTRALAR: HATIRLAYALIM :D İzlediğim filmleri ve dizileri, önerilerimi kaçırmak istemeyenler buraya tıklayabilir! 🙂

  • Koş Lola Koş! Kaderine Koş!

    Bir insan, bir eylemi gerçekleştirmeden önce birçok düşünce içindedir. “Bunu nasıl yapsam, yapmalı mıyım, yaparsam sonucunda ne olur...” gibi sorular her zaman akıldadır. Attığımız her adım, verdiğimiz her karar o kadar önemlidir ki sonucuna katlanamayacağımız bir durum doğurabilir. Her karar, doğru bir şekilde verilmelidir. Verdiğimiz kararlar çoğu kez aynı sonuca varıyorsa bu kaderdir. Kaderin değiştirilemeyeceğini kabullenmek gerekir. “Lola Rennt” filmi, 1998 yapımı Alman yönetmen Tom Tykwer tarafından çekilmiş, deneysel bir gerilim filmidir. Film aynı, adındaki gibi çoğunlukla Lola’nın koşuşunu bizlere gösteriyor. Bu koşma sahneleri hiç de boşuna eklenmemiş. Koşma sahneleri insanların hayatındaki mücadeleyi gösteren bir imgedir aslında. Her adımın doğruluğu önemlidir. Düşmemek gerekir, dengeyi korumak gerekir. Yoksa sonuçları kötü olabilir: birine çarpabilirsin, ayağın burkulabilir, cebinden bir şey düşebilir. Aynı hayat gibi zaman akıyor ve sürekli konumun değişiyor. Lola’nın attığı her adım, geçen zamanı ve doğru atmaya çalışılan her adım da verilen kararları temsil ediyor. Önce Lola’nın amacından bahsetmem gerekiyor. Sevgilisi Manni’nin üzerinde 100.000 birim emanet para var ve bu parayı transfer etmesi gerekiyor. Çalıştığı insanlar kötü işlerde oldukları için, o paranın kaybolması sonucu onu öldürebilirler. Para kaybolunca Manni ve Lola da korkuyor. Manni, telefonda bu kötü haberi Lola’ya verirken farklı duygular yaşıyor ve bu duygular onun yanlış bir karar vermesine sebep oluyor. Market soyma planı yapan Manni’ye engel olmak için Lola 20 dakika içinde koşarak onun yanına gidiyor. Film üç olasılık sunuyor izleyiciye. İlk olasılık, kendisinin (Lola’nın) ölümüyle; ikinci olasılık, sevgilisi Manni’nin ölümüyle ve üçüncüsü ise ikisinin de yaşadığı bir sonla biten olasılıktır. Filmde doğaüstü bir olaydan dolayı zamanın tekrarlaması söz konusu değil. Benim düşünceme göre her üç olasılık da Lola’nın değişken duyguları ve düşünceleriyle doğru kararı arayışıdır. İlk iki olasılıkta Lola, Manni’ye yetişmeye çalışırken bankacı babasından para da dilendi, asi gibi davranıp banka bile soydu. Fakat sonuçları ölüm olduğu için bir anlam taşımıyordu. Ölümle sonuçlanan bu kararların arkasında büyük şanslar yatsa da kararlarına etki eden birçok unsur da vardı. Bazıları ufak tefek şeyler. Merdivende yaramaz çocuk ve köpekle karşılaşmak, insanlara çarpmak, bir güvenlikle konuşmak gibi. Lola’nın kararını değiştirebilecek büyük etkenler de bulunuyor. Babası ile olan ilişkisi. Babasının, annesini aldattığını o koşuşturma içinde öğrenmesi çok derin bir yara. O koşuda, o mücadelede onun ayağını kaydırabilecek bir şey bu. Filmin üçüncü olasılığı tamamen suçtan uzak bir karardır. Verilen kararların doğru olması, işleri yerine koyuyor. Ve tabii ki inanç da önemli bu olasılıkta. İçlerindeki iyi bir umut doğru kararları vermelerini sağlıyor. Manni’nin parayı unuttuğunu fark ettiği yerde olan evsizle karşılaşır. Para ondadır. Peşinden koşar ve alır. Marketi soymaz. Lola ise büyük bir inançla girdiği kumarhanede poker oynayıp para kazanır. İkisi de doğru yolda değildir fakat verdikleri doğru kararları onları iyiliğe götürmüştür. Şimdiye kadar dış etkenlerin, Lola’nın üzerindeki etkisinden bahsettik. Peki ya bu koşulan yolda Lola, başkalarının kararlarını değiştirmiş midir? Tabii ki değiştirdi. İlk olasılıkta, sokağın köşesini dönünce çarptığı kadının kötü kaderini hızlı akan görsellerle görüyoruz. İkinci olasılıkta, farklı bir geçmişin etkisiyle kötüye giden bir kesit… Üçüncüde ise Lola çarpınca özür diliyor ve bu sefer kadının iyi bir kaderi gözler önüne geliyor. Hayır işlerine girmiş, dindar bir kişiliği var. Birçok karaktere yine hızlı bakışlar görüyoruz. Özellikle Lola’nın babasının kaderinden bahsetmem gerekiyor. Şoförünün kaderinde araba kazası yapmak var demek ki her olasılıkta kaza yapıyor. Üçüncü olasılıkta bu gecikse de kaderden kaçılmaz. Bu sefer babasının yanına gidemeyen Lola, babasının annesini aldattığını öğrenemiyor. Geldiğinde bankadan çıkmış, araca binmişti. Çıktıkları yolda, her olasılıkta çarptıkları araca çarparak kaza yapıyorlar. Babası ölmedi, fakat bu kazanın, hayatın anlamını ona kazandıracak ve ailesine daha da yakınlaştıracak bir ders olduğunu düşünüyorum. Kader. Kader, değiştirilemeyecek bir alın yazısıdır. Önemli olan, kaderimize ulaşırken verdiğimiz kararlardır. Kararlar değişebilir, zamanı bile büker; fakat kaderi değiştiremez. Bizlerin de birçok şansı olsa, doğru kararları vermek için her zaman koşardık. Koşardık. Koşardık. O doğru kararları ben de verebilseydim, ben de koşardım. İzlediğim filmleri ve dizileri, önerilerimi kaçırmak istemeyenler buraya tıklayabilir! 🙂

  • The Last Of Us

    En beğenilen oyun olan The Last Of Us'ın dizisi bugün Amerika saati ile sabah 06.30'da gösterime girdi. Benim de uzun zamandır beklediğim diziyi büyük bir heyecanla izledim. Her pazartesi aynı saatte BluTv'de yayımlanacak dizinin ilk bölümü gayet iyiydi. Dizi, ilk oyunun hikayesiyle başlıyor. Daha virüsün başlarındayız ve Joel Ellie'i bulması için görevlendiriliyor. Ben yavaştan dizi ve oyunun senkronizasyonundan bahsetmek istiyorum. The Last Of Us benim en sevdiğim oyun serisidir. Duygusallık ve hikaye olarak beni çok etkileyen bir oyundur. Dizisi ilk bölümden atmosfer olsun, oyuncular olsun ilgimi çekti. Dizi haberi ilk duyulduğu zaman en başta Pedro yerine Game Of Thrones dizisinden Nikolaj'ı uygun görmüştüm ama Pedro da tek başına kesinlikle Joel'e çok uymuş. Diziyi izlerken oyunun sahneleri aklıma geldikçe çok hoşuma gitmeye başladı. Gustavo Santaolalla'un orijinal oyun için yaptığı bestelerin kullanılması da benim çok hoşuma gitti. Oyundaki güzel detayları dizide görmek de diziyi ayrı bir havaya sokmuş. Mesela Ellie, oyunda bir kısımda Joel'i film izlemeye davet etmek istediğini söylüyor. Bahsettiği film de Curtis and Viper 2. Dizide de bu filmi izlemeleri hoş bir detay olmuş. Oyunculuklar ve atmosfer çok hoşuma gitti. Devam bölümlerinde özellikle görmek istediğim birkaç sahne var. Aslında oyun çıkalı çok oldu ama yine de spoiler vermemek için bu sahnelerden bahsetmek istemiyorum. En azından şunu diyebilirim, Joel ve Ellie'nin, baba ve kız duygusallığını yakaladığı sahneler eğer dizide iyi işlenirse ciddi bir başarı elde edebilir. Benim yoğun duygular ile oynadığım ve severek incelediğim The Last Of Us ilk bölümünden bence yüksek puan aldı. Her detayını izlerken oyun sahnelerine şahit olduğum dizi bence şimdilik gayet iyi devam ediyor. Oyunlardan uyarlanan dizilerin veya filmlerin kötü olma laneti bu yapım ile kırılacak gibi. Her pazartesiyi merakla bekleyeceğim dizi umarım bu çizgisini korumaya devam eder. Dizi şimdilik benden 8/10 puan aldı. Pedro ve The Last Of Us birleşimi süper bir koordinasyon yakalamış.

  • Gamsız Hayat: Aftersun

    Güneşten Sonra, bir diğer adıyla Aftersun. İzlemeye başlayınca sevgiyle hatırlanan ve sonsuza dek tekrarlanan bir anı gibi akıp gidiyor. Bir baba ve kızın aralarındaki aydınlık, sıcak anlar ve daha karanlık, soğuk anlar yoğun bir şekilde gösteriliyor. İzlerken pek bir şey olmuyor gibi gelse de aslında her an çok önemli. Doksanlarda geçen, sıkıcı ancak bir o kadar da dokunaklı bir tatil hikayesini, bir baba ve kızı üzerinden anlatan bir film Aftersun. Herkesin, her zaman iyi bir durumda olamayacağını çok iyi gösteren ve bunu, farklı hayatlar üzerinden yapan bir yapım olmuş. Calum, boşanmış bir baba ve kızı Sophie ile Türkiye'de yaptıkları sıkıcı bir otel tatili ancak bu kadar iyi yorumlanabilirdi. Calum, hayatından pek memnun olmayan ve bunu kızına yansıtmamaya çalışsa da başaramayan; kızına olan aşikar sevgisi dışında duygularını kafese kapatmış ve bunun yerine, zihinsel sağlıkla ilgili zamanlarının daha sağlam olduğu bir zamanda, bir dizi küçük duygu karmaşası ve özbenliğini kaybetmiş bir adam profili oluşturan genç bir baba. Sophie ise her şeyin farkında, kendisi küçük ama aklı büyük olan cimcime bir kızdır. Aftersun, sizi 90'ların teneke gibi müzik listelerinden ve ucuz gazlı içeceklerinden biri olan onların dünyasına daha da çekmek için bu motifleri bir araya getiren, gökyüzünde süzülen yelkenler ve havuz kenarında birbirine çarpan çıplak İngilizler aracılığıyla büyüleyici bir ritim ile size filmi tek nefeste izletiyor. Film aslında Sophie'nin o tatilden kalan kesitlerden ve onu tamamlamaya çalışmasından oluşmaktadır. Yönetmen, bu anıları klasikleşmiş bir flashback yerine; Calum ve Sophie'yi kalabalık, hareketli bir dans pistinin yanıp sönen ışıkları altında bir araya getirmeye çalışıyor. Bütün tatillerini kaydeden ikili, konu ne zaman Calum ile alakalı bir yere gelse kamera kapanıyor. Bu da Calum'un eskiyi hatırlamamak istememesini anlatıyor. Kameranın kapalı olduğu yerleri ise biz Sophie'nin hatırlamak istediği gibi izliyoruz. Aftersun, artık yetişkin olan Sophie'nin o zamanlar gerçekten anlamadığı şeylere dönüp baktığı bir anı ve hayal gücü sisinden süzülmüş çok kişisel bir hatıra olarak inşa edilmiş bir anı defteri gibidir. Gerçek ve kurmaca, kaydedilen ve hatırlanan olaylar arasındaki bu gerilim, bizi dramanın derinliklerine çeker ve kışkırtıcı bir şekilde ele geçmezliğini koruyan gizli bir gerçeğe dair ipuçları arıyormuşçasına her kareyi incelememize neden olur. Aftersun'ın Mayıs ayında Cannes'da gösterime girmesinden bu yana neden bu kadar heyecan yarattığını anlamak çok kolay. Zekice, kendinden emin ve üslup açısından maceralı bir çalışma olan bu film, güzel bir şekilde ama aynı zamanda abartısız ve duygusal olarak sürükleyici bir reşit olma draması. Aşk ve kayıp temalarını neredeyse tesadüfi görünecek kadar ustaca işliyor ve bunları sanki sen yaşamışsın gibi hissettiriyor. Aftersun, ustaca düzenlenmiş, empatik ve dürüst bir karakter çatışması olarak ortaya çıkıyor. Hikayesini tamamlamak için kadraj ve stille oynamaktan korkmayan yönetmen tarafından güzel bir şekilde ekrana dökülmüş, yürekten ve ustalıkla yakalanmıştır.

  • Scream for Me Sarajevo: konser salonuna sığınmak

    Scream for Me Sarajevo, hayatların riske atıldığı bir konserin hikayesini anlatan 2017 yapımı bir belgesel. Sene 1994, Bruce Dickinson kuşatma altındaki Saraybosna’ya konser vermeye geliyor. Savaşın gerçek görüntüleri ve dönemin rock’n roll camiasının anıları ile konser öncesindeki sosyal ve kültürel ortamı öğreniyoruz önce, Bruce Dickinson ve Iron Maiden müzikleri eşliğinde. Anılarını dinlediğimiz insanlar, savaşın başında okulların tatil olmasına sevinecek kadar küçük yaşlardalar. Önce ciddiye almıyorlar ve kısa süre içinde sonlanacağına eminler, fakat öyle olmuyor ve tarihin en uzun kuşatmalarından birini yaşıyor Saraybosna. Herkesin kişisel bir kırılma anı var savaşı idrak ettikleri. İnsanların normal akıştaki hayatlarının; kayıplarla, yakılıp yıkılan şehirleriyle, görünmezlikleriyle nasıl darmaduman olduğunu öğreniyoruz. Eski normallerine özlem duyarken, yeni normallerinde hayatta kalmaya çalışıyorlar, kendi deyimleriyle "savaş okul"unda yoğrulmaya başlıyorlar. Güvenli sayılan bodrum katlarındaki konserler ve mum ışığında sahnelenen oyunlarla nefes alan bir halk, sanatla direniyor demeli belki. Diğer tarafta, grup üyeleri ve bu konseri var eden ekibin yirmi küsür sene önceki hislerini dinliyoruz. Savaş halindeki bir şehirde konser teklifini geri çevirmiyorlar çünkü Birleşmiş Milletler'in, güvenliklerini sağlayacaklarına eminler. Fakat kısa bir süre içinde yanıldıklarını anlıyorlar ve bir karar vermek zorunda kalıyorlar. Biraz rockn’ roll ruhu biraz da savaşın ölçeğini henüz kavrayamamanın verdiği güvenle cesur bir adım atıyorlar. Cephe hattında bir kamyonun arkasında şehir merkezine doğru tehlikeli bir yola çıkıyorlar, iliklerimize kadar hissettiğimiz bir Run to the Hills başlıyor. Doğru düzgün duyurulmaya bile cesaret edilemeyen bu konser, birkaç yüz kişinin de grup gibi sağ salim konser salonuna ulaşmasıyla gerçekleşebiliyor. Çok derin bir karanlık içinde sıkışmış insanlara 2-3 saatlik bir konser ne hissettirebilir? Bu konseri verenler için bu kolektif hissin ağırlığı nedir? Belgesel bu soruların cevabını vermekte çok iyi, çünkü öyle yıkıcı ve dönüştürücü bir etkisi olmuş ki yaşayanların üzerinde, bunca zaman sonra belgesel için anlatırken tekrar yaşıyorlar. Konser anındaki coşkuyu yaşayanlar, o kısa süreli rahatlamayı öyle bir tarif ediyor ki insan "ben bu hissi biliyorum" diyor içinden. Hayranı olduğumuz grubun konseri bittiğinde üzülürüz ya, bir şarkı daha gelse, bu gece keşke hiç bitmese… Ama kimse herhangi bir konserin bitişine o salonda o konserin bitişine üzülen insanlar kadar üzülmemiştir. Ertesi gün cephedeki hayatına dönecek olanların hissini bilmek değil kastettiğim. Tüm cephelerde yalnızken, bir kırılma anında beliren o "birlikte" olma hissi, "sağımdaki, solumdaki, önümdeki herkes şu an benimle bu anı yaşıyor ve aynı şeyi hissediyor, biliyorum" hissi. Bazen bir konserde, bazen bir sinema salonunda. Çalanı, söyleyeni, organize edeni ve dinleyeni dönüştüren bir konser düşünün bu belgeselle izleyeni de dönüştürüyor. Her yeni yıla giriş bir şekilde aklıma düşürür; o zifiri karanlıkta bile insanlar bir konser sayesinde umut edebilmiş. Umut dolu yeni yıl dilekleri arasından, merhaba!

bottom of page