top of page

Arama Sonuçları

"" için 198 öge bulundu

  • Joyland - Özgürlüğün Bedeli Olan Yer.

    Joyland'in içeriğini görüp Pakistan yapımı olduğunu öğrendikten sonra "bu filme nasıl izin vermişler" demekten kendinizi alamıyorsunuz. Film, bittikten sonra yayınlama aşamasında kendi ülkesinde “son derece sakıncalı materyal” içerdiği gerekçesiyle yasaklanmış; kamuoyundaki tartışmalar neticesinde, son haliyle kendi ülkesinde Oscar'a aday olacak şekilde "aklanmıştır". Festivalde en iyi LGBTİQ+ filmlerine verilen Queer Palm ödülünün kazanılmasında, muhafazakâr bir ülke olan Pakistan'ın bu temada temsil edilmesinin büyük önem taşıdığına inanıyorum. Sadece LGBTİQ+ teması değil, aynı zamanda dünyanın bu bölgesinde anlatılan hikayeler de batılı izleyiciler için ilave bir ilgi unsuru oluşturacaktır ve kesinlikle ödül verilmeye değer görülecektir. Otoriter ve öfkeli bir baba olan aile reisi (Salmaan Peerzada), tekerlekli sandalyeye bağlı olmasına rağmen çocukları ve torunları tarafından hala korkulan bir figürdür. Ancak, onun muhafaza etmeye çalıştığı dünya, artık geleneksel rollerden sapmıştır. Makyajcı olan gelin Mümtaz (Rasti Farooq), evin geçimini sağlarken, çocuklara bakmaktan kocası Haider (Ali Junejo) sorumludur. Bu durum, Haider'in babası için kabul edilemezdir ve ev içindeki her toplantıda rahatsızlığını dile getirir. Evdeki yaşam sürekli "toplantı" gibidir, çünkü yoksulluk insanların geniş aileler halinde yaşamasını zorunlu kılar. Mümtaz, çalıştığı yerden oldukça memnundur ve iş yerindeki bir krizi nasıl çözdüğünü sevinçle anlatır. Ancak "evin erkeği" çalışmaya başlayınca, Mümtaz'ın çalışmasına ihtiyaç kalmadığına karar verilir. Özgürleştiği ve kendine bir amaç bulduğu dar dünyasından koparılan Mümtaz'ın üzüntüsüne önem verilmez. Kadının çalışması, bir hobi gibi görülür ve gerektiğinde bırakılacak basit bir uğraş olarak değerlendirilir. Haider, başlangıçta, yeni kariyerinin trans dans topluluğunda bir figüran dansçı oluşunu ailesinden gizler. Bu iş, Haider'e yaşamak için büyük bir motivasyon sunarken, gizli "farklı" cinsel yönelimi ise, trans şarkıcı Bibi ile başlayan iş arkadaşlığı dışındaki ruhsal ve duygusal ilişki sayesinde ortaya çıkar. Bibi ile yeniden doğar gibi olur. Hayatın tüm heyecanları, Bibi'nin hayatına girdikten sonra su yüzüne çıkar. Aniden yaşamına giren bu sevinç, haz ve heyecan içinde, karısını aldatmanın vereceği vicdan azabını ya da toplumun bu tür bir ilişkiye ne diyeceğini hiç düşünmez. Hayatını olduğu gibi yaşamaya başlar. Uzun süreli yaşamında ilk kez kendine ait bir şeyler olduğuna inanır ve bu inandığı hayata sıkıca sarılır; karşılığında, evdeki karısına iyi davranmak dışında verecek başka bir şeyi kalmaz. Heider'in, karısını bir trans ile aldatmasının, Mümtaz karakteri için yıkıcı bir durum olması beklenirken; Mümtaz'ın da tatmin edilemeyen arzuları içinde Heider'in olumlu veya olumsuz bir etkisi olmadığını görüyoruz. Heider ona tam olarak "erkek" gibi gelmediği için aldatılması veya ilgisizlik görmesi Mümtaz'ın umrunda değil. Sanal seks yapan bir komşusunu dürbünle izleyerek kendini tatmin etmeye başlaması, ya da kadın kadına gittikleri lunaparkta bir adamın kasıtlı olarak Mümtaz'a çarpması sonucu, Mümtaz'ın rahatsız olmaması ve aksine çarptığı adama arzuyla bakması, Mümtaz'ın da Heider gibi arzularını özgürce yaşamaya istekli olduğunu gösteriyor. Ancak dürbünle komşusunu izlerken eniştesine yakalanması ve hamile olduğunu öğrenmesi, Mümtaz'ın sınırlı hayatının iyice üzerine gelmesine ve nihayetinde intihar etmesine yol açar. Filmdeki karakterlerin seçimleri ve eylemleri, izleyiciye mutlak iyi ya da kötü yargılar oluşturmayı gerektirecek ya da izleyicinin karakterleri dost veya düşman olarak belirlemesine yol açacak şekilde yazılmamıştır. Senaristler, içinde bulunduğu durumlar göz önünde bulundurulduğunda, karakterlerin birbirini aldatmasını, düşünme ve eylem tarzlarını izleyiciye empati kurabilecek hassasiyet ve doğallıkla anlatmıştır. Heider karakteri, ne tamamen karalanarak ne de aklanarak, karmaşık bir karakter olarak yazılmış ve başarılı bir oyunculukla bu karaktere hayat verilmiştir. Bununla birlikte, gelecek vaat eden görüntü yönetmeni Joe Saade’ın özellikle takdir edilmesi gerekir. Kamera ve çekim tekniklerindeki gelişim ve çeşitlilik yüzünden sinematografiyi ve sinema dilini göz ardı etmeye başladık. Çekim ve çekim sonrası (post-produciton) kusursuz bir standarda sahip olduğundan, bir filmin görüntü açısından estetik değeri tartışılmıyor artık. Yeni görüntü yönetmenlerinin isimlerini bilmiyoruz. Saade’in çekim sahasını oluşturan iç ve dış mekanlar, büyük sahne tasarımına gerek kalmadan, ustaca kamera kullanımıyla estetik bir şekilde yansıtılmıştır. Joyland, bir doğumla, bir umut ve olasılık duygusuyla başlar; ama insanı, muazzam bir kayıp duygusuyla baş başa bırakır. Filmin başlığında belirttiğim gibi Joyland, her karakterin özgürlük duygusunu yaşaması için bedeller ödediği bir yerdir. Son zamanların sinematografik olarak ve özgün konusu itibariyle önemli filmlerinden biri. 42. İstanbul Film Festivali kapsamında mutlaka izlemenizi öneririm.

  • A Woman Escapes- Gidiş O Gidiş

    Yönetmenliğini ve senaristliğini, Sofia Bohdanowicz, Burak Çevik, Blake Williams'ın yaptığı bu film tamamen zaman kaybıdır. Gitmeyin, izlemeyin.

  • 20.000 Arı Türü / 20.000 Especies de Abejas / 20,000 Species of Bees

    20.000 Arı Türü, biçimsel olarak klasik Arthouse filmlerinin formüllerini barındırıyor. Anlatısını ise henüz 8 yaşındaki bir çocuğun cinsel kimlik krizinin üzerine kuran bir film. Biyolojik olarak erkek olarak doğan ve erkek ismine sahip bir çocuğun, büyüklerine ve yaşıtlarına karşı kendisinin bile tam anlamlandıramadığı cinsel kimliğini benimsetme savaşı; sakin, doğal ve durağan bir şekilde verilmiş. Film, heteroseksüel kimliğe sahip olan birisi için, empati kurma yeteneği kadar izlenebilir gelecektir. Bununla birlikte bu konuyu önemsemeyen veya karşısında olan birisi için çok sıkıcı olabilir. Filmin başrolündeki çocuk, kendisine verilen erkek isminin (Aitor) yerine, Coco diye çok da memnun olmadığı bir isimle seslenilmesini istiyor. Coco’nun ne anlama geldiğini bilmiyoruz çünkü film İspanyolca ve Baskça'nın birbirine geçtiği coğrafi ve dilsel sınırlar arasında geçiyor. Coco’nun annesi, Ane, iş stresi içindeki kocasını Fransız Bask bölgesindeki mevcut evlerinde bırakarak, Coco ve iki büyük kardeşini yanına alıp büyüdüğü İspanyol Bask bölgesindeki küçük kasabaya geliyor. Filmin kasabada geçmesi, Coco'nun "erkek mi, kız mı belli değil" çatışmasını yaratmak için klasik bir formül gibi gözükse de kasaba o kadar da "bağnaz" olarak gösterilmemiş. Tabii ki, büyükanne Lita, torunundaki bu farklılığı pek hoş göremiyor. Lita, Coco'nun yaşadığı krizi hafife alıyor veya yüzleşmek istemiyor. Torunun, 'kafasının karışık' olduğunu ve kızı Ane'nin Coco’nun tırnaklarını boyamasını, uzun saç bırakmasını, Coco'yu çok şımartmasına neden olarak gösterip erkek kimliğini inkar etmesi yönünde cesaretlendirdiğine inanmaktadır. Yine de ne Lita ne de filmin geçtiği taşra, siyah-beyaz bir şekilde tanımlanmış düşüncelere sahip değil. Ancak hoşgörünün marjinleri çok da geniş değil. Neticede 8 yaşındaki bir çocuğun, kıyafetlerine kadar kız olması fikri konforlu gelmiyor. Ane, liberal tutumlarına ve Coco'nun sadece rol yaparak ifade edebileceği sorunlarla mücadelesine duyduğu derin sempatiye rağmen, çocuğunun cinsel kimlik çıkmazının ciddi boyutunu inkar içindedir. Coco'nun yaşındaki çocukların cinsiyetsiz olabileceği fikrine sığınarak problemi geçiştirmektedir. Aile içinde Coco'yu olduğu gibi kabul etmek filmin üçüncü ana karakterine, Ane'nin ayakları yere basan, bağımsız fikirli teyzesi Lourdes'e kalıyor. Filmde, teyze karakterinin kendisinde de, biyolojik cinsiyetine ters düşen giyim tarzına sahip olması açıkça gösterilse de karakterlerin ikili konuşmalarında teyzenin cinsel kimliğine değinilmiyor. Coco'nun cinsel kimliğine karşı en az hoşgörüye sahip olan aile üyesi ise filmin sonlarına doğru gelen babası oluyor. Babanın, Coco'nun ne hissettiği ve istediğinden ziyade, hissettiğine uygun bir şekilde giyinmesi, kız ismiyle çağrılmasına karşı çıkması, Coco'nun yaşıyla alakalı gibi duruyor. Yine belirtmek isterim, bu film, çocuklarına net bir şekilde karşı duran bir aileyi betimlemiyor. Liberal olmasına rağmen, yine de çok küçük yaştaki bir çocuğun içinde bulunduğu krizle baş edememesinin sıkıntısını yaşayan bir aile. Filmin sonunda Coco, ailesinden kaçıp ormanlık içinde kaybolduğunda ailesi onu ilk olarak erkek ismiyle, Aito olarak çağırıyor. Coco ortaya çıkmayınca ölüm fikrinin korkusu aile üyelerini sardığında, anlatıdaki temel çatışma "ne olursa olsun, bulunsun da ona Lucia diye seslenelim" kabullenişine bağlanıyor. İnsanların marjinalliğin, marjinlerini daraltıp genişletmesi içinde bulundukları konfora göre şekillendiğini görüyor ve filmi bitiriyoruz. Bu arada bu film bana David Reimer olayını hatırlattı. Erkek olarak doğan bir bebeğin sünnetinin yanlış gitmesi ve cinsel organının yok olmasına neden olup döneminde ünlü olan bir psikiyatristin, bu bebeği baştan kız olarak büyütmeyi ailesine telkinde bulunarak, çok acı verici ve hüzünlü bir deneyin olmasına neden oluyor. Yönetmenin ilk filmi olduğunu duyduğumda gayet iyi bir iş çıkardığını, filmin spesifik bir kitleye hitap etmesine rağmen kendi konusu içinde muhakkak bir ödül almasını beklerdim. Filmle ilgili samimiyetsiz herhangi bir şey yok. O kadar doğal ki. Oyuncuların performansı, yönetmenin sorumluluğunda olduğundan bize bu oyunları veren çocuk oyuncunun ödül alması yeterli gelmiyor. Ancak, mayınlı bir konuda, üstelik çalışması imkansız derecede zor olan çocuk oyuncuyu bu kadar başarılı oynatması takdir edilesi. Ancak hem film içinde cinsel kimliği ile kriz yaşarken bir de gerçek hayatta aynı sıkıntıları yaşamamasını anlamak açısından oyuncunun gerçekte hangi cinsiyette olduğuna baktım filmden çıktığımda. Filmi izlerken, umduğum ve tahmin ettiğim gibi bu rolü bir kız oynamış. Bu, küçük çocukların filmlerde iyi performans çıkarması adına, yaşayacağı sıkıntıları çekmesine engel olabilir en azından. Film, özellikle cinsel kimlik krizi ile büyümüş çocukların yaşadığı ya da yaşayabileceği zorlukları iyi anlatıyor gibi düşünüyorum. Mesala ampute olmuş, engelli bir çocuğun yaşayacağı zorlukların genel izleyicinin empati kurmasında daha çok yararı olabilir. Ancak, cinsel kimlik krizindeki bir çocuğun imrendiği, daha doğrusu onlar nasıl kendilerinden emin de ben değilim diye yakardığı “bizler” kısmındaysak zaten filmi yeterince takdir edemeyiz.

  • Barbie Filmi'nin Tanıtımlarında Kaçırmış Olabileceğiniz Bazı Detayları Derledik!

    Uğur Böceği (2017) ve Küçük Kadınlar (2019) gibi başarılı yapımların biricik yönetmeni Greta Gerwig'in yöneteceği Barbie Filmi'nden yeni tanıtım ve görseller bu hafta yayımlandı. Oyuncuları tarafından senaryosu hakkında çok övgü duyduğumuz bu film için beklentimiz epey büyük. 62 yıldır kızlara sadece "anne" ya da "ev hanımı"ndan daha fazlası olabileceklerini aşılamaya çalışan yetenekli, çalışkan ve güzel Barbie'mizi anlatan bu filmin yönetmen koltuğuna bir de Greta Gerwig oturunca, filmin Feminizm elementleri taşımayacağından hiç şüphemiz yok. Yayımlanan tanıtımlarda ise Barbie'nin tarihine ait bazı detaylar ve filmin konusunun ne olabileceğine dair ipuçları yakaladık. Önce fragmanı izleyelim. İlk karede Margot Robbie'nin canlandırdığı ana karakterimiz Barbie'nin ayaklarının duruşu bize bir yerden tanıdık geldi. Çocukken Barbie oynamış olanlar bilirler, çoğu bebeğin ayakları asla düz durmaz, topuklu ayakkabıların güzel gözükmesi için hep havadadır. Oyuncağa ait gönderme sadece bu karede değil, aşağıdaki karede de yer alıyor. Barbie'nin elindeki tarak, aynı oyuncak setlerinde satılan taraklar gibi plastik ve sert. Filmde mekanlar genel olarak yapay ya da öyle duran eşyalardan oluşuyor. Her şey Barbie'nin marka öğelerine uygun olarak pembe, canlı ve abartılı. Başrollerimiz zaten Barbie ve Ken'in aynısı. Filmde aynı adla çıkarılan farklı oyuncak bebek serilerine de gönderme olarak bir sürü Barbie ve Ken bulunmakta. Barbie'nin araba kullanırken ellerine ihtiyaç duymaması bu evrenin sahte, olağanüstü veya başkası tarafından yönetildiği anlamına geliyor. Ken ve Barbie'nin, eve gidince ne yapacaklarını bilmemesi ise çocukken kurduğumuz oyunlar gibi naif ve komik :) Herkesin birbirine merhaba demesi, diyaloglar vs Truman Show'daki oyuncuların replikleri gibi yüzeysel. Oyuncak bebeklerin canlandırılması ancak bu kadar iyi olabilirdi. Barbie'nin yaşadığı yerdeki sinemalarda Oz Büyücüsü (1939) oynadığını göreceksiniz. TikTok kullanıcı Cat Quinn'e göre fragmanda Oz Büyücüsü'ne birden fazla gönderme var ve bunlar bize filmin konusunu anlatıyor olabilir. Barbie ve Oz Büyücüsü'nden Dorothy'nin elbise desenleri benzer. Barbie'nin arabasıyla geçtiği uzun pembe yol, Oz Büyücüsü'ndeki uzun sarı yola benziyor. Filmin MUBI ve IMDB'de yayımlanan konusu, Barbieland'e göre yeteri kadar mükemmel olmadığına karar verilen Barbie'nin gerçek dünyaya yapacağı bir yolculuk ve Barbie'nin yaşadığı varoluşsal bir krizden bahsediyor. Oz Büyücüsü'ne göre hareket edilirse, Barbie "gerçek dünya"ya olan ziyaretinden sonra evinin kıymetini anlayacak. Gelelim posterlere... Kadrosu epey kalabalık. Margot Robbie, Ryan Gosling, Emma Mackey, Ncuti Gatwa, Simu Liu, Issa Rae, Nicola Coughlan, Michael Cera, Dua Lipa, Kate McKinnon, Connor Swindells, Will Ferrell, Helen Mirren, John Cena gibi isimler bu filmde yer alacak. Posterlerde yer alan "She's everything, He's just Ken."/ "Barbie her şey, Ken ise sadece Ken" "O bir doktor Barbie" "O bir başkan Barbie" "Bir Ken daha" "O sadece bir Ken" söylemleri bize Ken'in aşağılanmasını değil de, Barbie'nin her şeyde mükemmel olmasını ve Ken'in ise 62 yıldır sadece onun yanında durup ona bir yol arkadaşı olmasını gösteriyor. Barbie'nin piyasaya sürülen arkadaşları için de aynı şeyi söyleyebiliriz. Bu kadar mükemmel olması bizi de gıcık etmiyor değil :) Kadronun biraz olsun farklı vücut şekilleri, cilt tonları ve ırkları yansıtabilmesi hoşumuza gitti. Hatırlarsanız 2014-2016 arası Barbie satışları epey düşmüştü. Toplumda "Barbie gibi zayıf ve mükemmel olmak" algısı vardı. Bunu ancak 2016 yılında "uzun", "minyon" ve "kıvrımlı" gibi bir dizi yeni vücut tipini, 11 yeni cilt tonunu ve farklı saç ve göz renklerini tanıtarak geri almış ve bana sorarsanız verdiği en iyi kararlardan birini yapmıştı. Hatta epey geç bile kalmıştı. Bu bebekler yüzünden bir jenerasyon yeme bozukluklarına ve fizyolojik/psikolojik rahatsızlıklara yakalanmış, çocuklar tek tip beden algısıyla "sarı saç, mavi göz" anlayışıyla büyüyordu. Gözümüze çarpan posterlerden biri de Emerald Fennell'in oynadığı Midge karakteri oldu. Midge 1963 yılında Barbie'nin sex sembolü algısından kurtulması için sürülen ve onun en yakın arkadaşı olan bir bebekti. Barbie'ye kıyasla daha yumuşak yüz hatlarına sahip ve daha az "iddialı" giyiniyordu. Posterde ise 2003 yılında piyasaya sürülen "Mutlu Aile" koleksiyonundan hamile haliyle karşımızda. Bu koleksiyon ilk çıktığında büyük tepki toplamıştı. Bazı tüketiciler, bebeğin, çocuklar için uygun olmadığını ve Amerika'da bir sorun olan ergen hamileliğini teşvik ettiğini düşünerek tartışmaya yol açmıştı. Bu tartışmanın bir başka nedeni de Midge'in başlangıçta bir alyansının olmaması ve herhangi bir kocası/partneri olmadan paketlenmesiydi; ancak bu, daha sonra düzeltildi. Bu durum yine de Walmart'ın seriyi geri çekmesine yol açmıştı. Serinin yeni versiyonunda Midge hamile değildi ve kutunun içinde, kocası olan Allan ve diğer çocuğu Ryan'ın kartondan kesilmiş bir görüntüsü vardı. Senaristlerimiz Gerwig ve Baumbach'ın bu model Midge'i kullanarak ne yazacakları merak konusu. Allan demişken, o da filmde yer alıyor ve 1963 yılında Ken'in tüm kıyafetlerini giyebilen arkadaşı olarak piyasaya sürülen haliyle karşımıza çıkacak. Allan, Michael Cera tarafından canlandırılacak. SNL'den tanıdığımız Kate McKinnon ise küçük bir kızın gazabına uğramış bir Barbie'yi canlandırıyor. Saçları düzgün kesilmemiş, yüzü gözü boyayla dolu ve en komiği o kadar oynanmış ki çok esnek. Böyle detayların da gösterilmesi şahane :) Üç posterimiz bazı karakterlerin insan olduğunu gösteriyor. Bu da gerçek dünya teorisini doğruluyor sanıyoruz. Aşağıdaki üç posteri çok çözemedik. Gerçek dünyadaki ve doğal olarak filmdeki düşmanlarımız olabilirler. Kıyafetlerinin renksiz ve sıkıcı olmalarından anlayabiliriz. Bu filmin, 10 sene önce keyifle izlediğim ve tuhaf bir şekilde hala komik bulabildiğim Life in the Dreamhouse serisine benzemesini isterim. Komedi olarak tabii. Fragmandan aldığım izlenimle benzeyeceğini düşünüyorum. Biraz da Truman Show esintileri seziyorum. Ryan Gosling'in de sanılanın aksine hiç sırıtmadığını hatta mükemmel bir Ken olduğunu düşünüyorum. Özellikle komedi sahneleri ve zamanlaması çok iyi. İlk fragmanı da eklemesem olmaz. Kubrick'in 2001: Bir Uzay Macerası'na gönderme yapıp yine feminist öğeler içeren bu fragman çok güzel olmuştu bence. Bu fragmanda Barbie'yi 9 Mart 1959 yılında, ilk piyasaya çıktığı haliyle görüyoruz. Çekimlerden sızan fotoğraflardan ise 1994 yılında çıkan Hot Skatin' Barbie modeline de gönderilme yapılacağını anlıyoruz. 21 Temmuz 2023 tarihinde vizyona girecek olan bu film, ilk defa 2009'da duyuruldu. Kadrosu, senaryosu ve yönetmeni defalarca kez değişti. En son film, Margot Robbie'nin kurucu kadrosunda bulunduğu ve kadın odaklı film ve televizyon yapımlarını destekleyen LuckyChap Entertainment'e verildi ve aktrisimiz başrole geldi. Çok da yerinde bir karar olmuş, bundan önceki yapımcılar da karakterin doğru işlenemediğini anlayınca bırakmışlar. Barbie karakteri aslında sanıldığından daha önemli. Öncelikle 1959'dan bu yana her jenerasyonun çocukluğunu oluşturuyor. Bir noktada hayat görüşlerini, hayal güçlerini şekillendiriyor. Bu yüzden markanın karıştığı skandallar gibi yanlışlar yapılmadan dikkatli işlenilmesi gereken bir karakter. Ancak bana kalırsa Gerwig ve LuckyChap aldığı sorumluluğu biliyor. Gerwig Dua Lipa'nın At Your Service Podcast'inde filmi ilk aldığı zaman hakkında "Korkunç olduğu için heyecan verici bir şeydi, Ah Barbie mi, Hayır... Baş dönmesi gibi geldi, Yazmaya başlayınca, 'Nereden başlamalıyım ve hikaye ne olurdu?'" yorumlarında bulunmuş. Senaryo yazıldıktan sonra aktör Simu Liu ise bir ajansın ona Barbie senaryosunun şimdiye kadarki en iyi senaryolardan biri olduğunu söylemiş. Bu kadar övgü ve yetenekli insanların toplanmasıyla umarız ortaya çok güzel bir film çıkar. Böyle kadrolar ile çıkmadığı zamanlar çok oldu, ancak en azından bu filmin popüler kültüre ve medyaya olan etkisini görmemek imkansız. Barbiecore trendi ile şimdiden modaya bile yön vermiş durumda. Sabırsızlıkla bekliyoruz :) Su Evci nsuevci@gmail.com

  • Tetris

    Tetris’in de filmi mi olurmuş? Çok da güzel olurmuş. Ama hayalinizde, gökyüzünden düşen bloklarla savaşan Amerikan askerleri canlandırdıysanız hayır, öyle bir Hollywood filmi değil. Tetris (2023) bir “biyografik gerilim-drama” filmi ve gerçek olaylara dayanmakta. Sovyetler Birliğinde yazılımcı olan Alexey Pajitnov’un boş vakitlerinde geliştirdiği ve arkadaşlarıyla oynadığı Tetris’in, kapitalist dünyaya yayılıp bir telif savaşına dönüşmesini anlatıyor. Şirketler oyunun kişisel bilgisayar, konsol, el konsolu vb. lisansları alıp oyunu dünyaya yayma telaşına düşerken Sovyetlerin komünizminden kaynaklanan aksaklıklar meydana geliyor. Film aslında dünya çapında fenomen olan şu el konsolu (Game Boy) ve Tetris’in ona lisanslanması sürecini başarılı bir kurguyla anlatıyor. Nintendo Game Boy ve Tetris kombosu, 35 milyon üzerinde satmış. Tüm satışlar düşünüldüğünde, 520 milyon Tetris oyun kopyası satıldığı düşünülüyor. EA Games’in istatistiklerine göre 425 milyon dijital paralı kopya satılmış. Bedava oyun indirmeleri bunlara dahil değil. Yani gerçekten dünyanın en çok oynanan ve her nesil tarafından bilinen oyunuyla karşı karşıya olabilliriz. Bunun filminin yapılması ise tarihe not düşmek adına harika olmuş. Tabii film her ne kadar Tetris’in şirketler arasında oluşturduğu lisans savaşını anlatsa da (ve Sovyet hükümetinin tavrı) film aslında 2012 yapımı Argo gibi, zamana karşı yarış ve dışa kapalı bir ülkedeki bir şeyi (Argo'da ABD vatandaşlarıydı, burada oyun lisansı) dışarı sorunsuzca taşıyabilme gayretini anlatıyor. Bunun gerçek hikayeye dayanması ise etkileyiciliği artırıyor. Gerçekte Tetris, Pajitnov’un çalıştığı devlet kurumu Elorg üzerinden satılır ve yaşadıkları ülkenin doğası gereği Pajitnov herhangi bir telif ücreti alamaz. Fakat 1991’de Sovyetlerin dağılmasından sonra ailesiyle birlikte ABD’ye göçen Alexey Pajitnov, oyunun ABD ve Japonya dağıtımcısı ve filmdeki başrolümüz Henk Rogers ile “The Tetris Company”i kurar ve yazılımcılığa devam eder. Film "Apple TV+ Original" olmasıyla da ilginç. Üretim ve stream yarışına Apple da girdi ve takip etmek gerek. Filmle ilgili tek eleştirim şu: keşke Tetris oyunu ve video oyunculuğu üzerine de biraz eğilselerdi. Sonuçta 80'leri anlatan bir film izliyoruz, o yıllarda oyunlara olan bakış açısını ve dünyanın gelişimini biraz hissetmek isterdim.

  • 42. İstanbul Film Festivali, Fragmanlı Rehber #2

    1-Başkalarının Çocukları / Les enfants des autres IMDB: 6.8 Başkalarının çocuklarını sevmek risklidir. Kırk yaşındaki Rachel’ın çocuğu yoktur. Çalıştığı lisedeki öğrencileri, arkadaşları, eski sevgilisi ve gitar dersleriyle dolu hayatından memnundur. Ali’ye âşık olduğunda, onun dört yaşındaki kızı Leila’ya da bağlanacaktır. Leila’yı yatağına yatırır, onunla ilgilenir, onu tıpkı kendi çocuğu gibi sevmeye başlar. Rebecca Zlotowski, prömiyerini Venedik Film Festivali’nde yapan beşinci filmi için, “Kendi anne olmayan bir üvey anne. Maalesef erkeklerin iktidarsızlığı kadar sıradan olan bu durum, yine de anlatmaya değer bir hikâyenin başlangıç noktası oldu. Bu aşk mektubunu çekerken, çocuğu olmayan kadınlarla dayanışma içinde olduğumu hissettim” diyor. Zlotowski’nin beklenmedik hamileliği sürerken çektiği bu özlem ve aidiyet hikâyesi, son derece kişisel, samimi ve fazlasıyla dokunaklı. 2- Blue Jean IMDB: 7.0 İngiltere, 1988. AIDS kaygısı zirvede. Popüler beden eğitimi öğretmeni Jean ikili bir hayat sürmektedir. Yakın zamanda arkadaşlarına ve ailesine açılsa da “eşcinselliğin yerel yetkililer tarafından teşvikini” yasaklayan bir yasa nedeniyle okulda olabildiğince çekingen davranmaktadır. Jean ya kendine ihanet edecek ya da akıl sağlığıyla işi arasında debelenecektir. Yönetmen Georgia Oakley, bu ilk uzun metrajlı filminde insanların, başkalarını ne kadar hızla ve kolaylıkla şeytanlaştırdığına dair başarılı bir toplumsal dram kotarıyor. 16mm filme çekilen Blue Jean’in başrolünde yer alan, The Alienist / Ruh Avcısı’ndan tanıdığımız Rosy McEwen’ın etkileyici ve ölçülü performansı, birçok övgü ve ödüle layık görüldü. 3-Müzik / Music IMDB: 5.0 Alman “Yeni Yeni Dalgası”nın öncüsü Angela Schanelec, klasik bir efsaneyi müzikle birleştirerek, Oidipus trajedisinin kendine özgü ve çarpıcı bir çağdaş yorumuyla sinemaya geri dönüyor. Doğduğunda Yunanistan’da dağlık bir alanda terk edilen Jon, babasını ya da annesini tanımadan evlat edinilir. Yirmi yaşındayken, yanlışlıkla bir adamın ölümüne neden olur ve hüküm giyer; hapishanede gardiyan Iro ile tanışır. Iro sürekli peşinde gibi görünür, onunla ilgilenir, onun için müzikler kaydeder. Jon görme yetisini kaybetmeye başlar. O andan itibaren, yaşadığı her kayıp karşılığında bir şey kazanacaktır. Böylece, kör olmasına rağmen hayatını her zamankinden daha dolu yaşayacaktır. Müzik, dünya prömiyerini Şubat 2023’te Gümüş Ayı En İyi Senaryo Ödülü’nü kazandığı Berlin Film Festivali’nde yaptı. 4-Pasajlar - Passages IMDB: 7.3 Pasajlar, Paris’te bir kulüpte temelleri atılan olağandışı bir aşk üçgenini ve bu üçgenin, yıldız oyuncuların canlandırdığı üç kahramanını izliyor: Kuir auteur film yönetmeni Tomas (Franz Rogowski), eşi Martin (Ben Whishaw) ve bir gecelik beraberliği ilişkiye dönüşen Agathe (Adèle Exarchopoulos). Saygın Amerikan bağımsız yönetmenlerinden Ira Sachs’in bu son filmi, sevimsiz olduğu kadar da karizmatik ve kendini beğenmiş bir erkeğin kendi evliliğini mahvetmekle yetinmeyip toksik hakimiyetini iki ilişkisinde birden sürdürmesini anlatıyor. 5-İçerde / Inside IMDB 5.8 Willem Dafoe’nun muhteşem performansı ile öne çıkan İçerde, Şubat 2023’te Berlin Film Festivali’nde dünya prömiyerini yapan, şaşırtıcı ve kurnazca kurgulanmış, klostrofobik bir psikolojik gerilim. Dafoe, ünlü bir koleksiyoncunun New York’taki çatı katına soygun için giren, ancak burada mahsur kalan sanat hırsızı Nemo rolünü üstleniyor. İçeride paha biçilmez sanat eserleriyle kilitli kalan Nemo, tüyler ürpertici güzellikte bir hapishaneye dönüşen bu zarif dairede hayatta kalmak için tüm aklını ve kurnazlığını kullanmak zorunda kalıyor. Yunan yönetmen Vasilis Katsoupis’in bu ilk uzun metrajlı filminin senaryosunu (Pazar: Bir Ticaret Masalı ve Hasret filmlerinin yönetmeni) Ben Hopkins yazdı. 6- Kopenhag Diye Bir Yer Yok / København findes ikke / Copenhagen Does Not Exist IMDB: 6.5 Kopenhag Diye Bir Yer Yok, yönetmen Martin Skovbjerg’in sözleriyle "radikal ve trajik bir aşk öyküsü. Aşkın özgürleştirici potansiyeli ve yıkıcı gücü hakkında şiirsel, canlı, çağdaş bir hikâye". Bir genç kadın, hiç iz bırakmadan ortadan kaybolmuştur. Erkek arkadaşı, üç ay sonra tuhaf bir teklifi kabul eder: Bir eve kapatılacak ve kadının babası tarafından olaylarla ilgili sorgulanacaktır. Anlaşılan o ki iki âşık tuhaf ve alışılmadık gibi görünen bu hayatı sürmeyi çok önce kararlaştırmışlardır, şehrin göbeğinde, herkesten ve her şeyden uzakta... Dünya prömiyerini Rotterdam Film Festivali’nin ana yarışmasında yapan Kopenhag Diye Bir Yer Yok’un senaryosu, Dünyanın En Kötü İnsanı’nın da senaristi Altın Lale ödüllü Eskil Vogt tarafından yazıldı. 7- Suç Bende / Mon Crime / The Crime Is Mine IMDB: 6.8 Bu muzip polisiye komedi, 1930’larda Fransa’da geçiyor. Dönemin uçuk Amerikan komedilerinden esinlenen Ozon’un “nihayetinde kız kardeşliğin zaferi hakkında” diyerek tarif ettiği Suç Bende, iki iyi arkadaş, Madeleine ile Pauline’in, etraflarında dönen erkeklerin saflık ve aptallıklarından faydalanmalarını konu alıyor. Genç, güzel, beş parasız ve yeteneksiz aktris Madeleine Verdier, ünlü bir yapımcıyı öldürmekle suçlanıyor. Kendi gibi genç ve işsiz bir avukat olan en yakın arkadaşı Pauline’in yardımıyla Madeleine kendini, eylemiyle takdir edilmesi gereken bahtsız bir kurban olarak sunuyor. Filmin en güzel sürprizi ise harika oyunuyla filme ortasında dahil olan eşsiz Isabelle Huppert. 8- Sanki Her Şey Biraz Felaket IMDB: 6.0 İstanbul’da yaşayan yirmilerinde dört genç... Üniversite öğrencisi Zeynep, yalnızlık ve gündelik haberlerin getirdiği endişelerle baş etmeye çalışır. Ev arkadaşı Ayşe, kendine bir gelecek göremediği için Türkiye’den gitmenin yollarını arar. Evli bir mühendis olan Mehmet, ortalamanın üstü bir hayat yaşamasına rağmen bundan bir türlü tatmin olamazken; ilkokul arkadaşı Ali, işsiz olduğu için, ailesinin evinden ayrılamamanın sıkıntısını çeker. Tesadüfler onları oyunbaz bir şekilde bir araya getirecektir. Dünya prömiyerini Rotterdam Film Festivali’nde yapan Sanki Her Şey Biraz Felaket, yeni neslin kaygılarını mizahi bir yolla keşfe çıkıyor.

  • 42. İstanbul Film Festivali, Fragmanlı Rehber #1

    1- Küçük Evren - On the Adamant (Sur l'Adamant) IMDB: 6,7 Günümüzün en büyük belgesel sinemacılarından Nicolas Philibert’in son filmi, dünya prömiyerini Şubat 2023’te Berlin Film Festivali’nde yaptı ve büyük ödül Altın Ayı’yı kazandı. Filme adını veren “L’Adamant” benzersiz bir bakımevi: Paris’in kalbinde, Seine Nehri üzerinde yer alan, yüzen bir yapı. Ruhsal bozukluklardan muzdarip yetişkinleri ağırlayan bu merkez, onların kendilerine zamanda ve mekânda bir yer bulmalarına, iyileşmelerine ya da morallerini yükseltmelerine yardımcı oluyor. Psikiyatristler, psikologlar, hemşireler, meslek terapistleri, uzman eğitimciler ve sanat terapistlerinden oluşan ekip, psikiyatrinin bozulmasına ve insanlıktan uzaklaşmasına karşı ellerinden geldiğince direnmeye çalışıyor. 2- Hırçın - Scrapper IMDB: 7,4 2023 Sundance Büyük Jüri Ödülü–Dünya Sineması Dram Ergenlik yıllarından beri klip yönetmenliği yapan Charlotte Regan’ın ilk uzun metrajı, 12 yaşında, hayalperest, komik, kendi başına buyruk Georgie’nin peşinden hiç ayrılmıyor. Annesinin ölümünün ardından Georgie, Londra’nın dışındaki evlerinde tek başına mutlu bir şekilde yaşamaya devam etmektedir; arkadaşı Ali ile birlikte evini ve dünyasını yaşama sevinciyle doldurmaktadır. Birdenbire Georgie’nin babası olduğunu iddia eden bir adam ortaya çıkar ve onu gerçeklerle yüzleşmeye zorlar. Canlı, sıcak, neşeli, esprili, yaratıcı, tatlı, duygusal bir baba-kız hikâyesi olan Hırçın’da baba rolü Triangle of Sadness / Hüzün Üçgeni’nin başrolündeki Harris Dickinson’a emanet. 3- 20.000 Arı Türü -20.000 species de abejas IMDB: 5,9 20.000 Arı Türü, Estibaliz Urresola Solaguren'in yazıp yönettiği; başrollerinde Sofía Otero, Patricia López Arnaiz, Ane Gabarain ve Itziar Lazkano'nun yer aldığı 2023 yapımı İspanyol drama filmidir. Sekiz yaşında bir çocuk, kendine farklı isimlerle hitap edilmesinden hiç hoşnut değildir. Yazın Bask ülkesinde hava sıcak, taşrada arılar dolanır dururken çocuk da ailesinin kadınlarının yanında kendi benliğini çözüp keşfetmeye çalışacaktır. Ailenin kadınları da bir yandan kendi hayatlarıyla arzularını düşünüp duracaktır. Bask yönetmen Estibaliz Urresola Solaguren’in 2023 Berlin Film Festivali’nin ana yarışmasında prömiyerini yapan bu ilk uzun metrajlı filmi hem sıcak hem de duygu ve şefkat dolu. Filmin başrolünü üstlenen sekiz yaşındaki Sofia Otero ise Berlinale’de ödül alan en genç oyuncu olarak tarihe geçti. 4- Joyland IMDB: 7,7 Otoriter babalarının sözünden çıkmayan Rana ailesi, soylarını sürdürecek erkek çocuklarının varlığıyla gurur duymaktadır. Fakat ailenin geleceğe dair planları ve hem çevreye hem de kendilerine karşı duruşları, beklenti ve zorunluluklarını değiştirecek bir şey olur: Küçük oğulları Haydar, gizlice bir erotik kabarede iş bulur; üstüne üstlük arkasında dans ettiği trans kadın şarkıcıya âşık olur. Joyland, neşeli anlar kadar melankoliyle yüklü, duygusal bir film. Saim Sadiq’in yönettiği bu ilk film, Cannes Film Festivali’nde prömiyerini yapan ilk Pakistan filmi, Pakistan’ın da Oscar adayı oldu. Dünya prömiyerini 23 Mayıs 2022'de 2022 Cannes Film Festivali'nde Belirli Bir Bakış bölümünde yaptı ve Caméra d'Or için yarıştı. Cannes Film Festivali'nde prömiyer yapan ilk Pakistan filmi olan Joyland, gösteriminin ardından ayakta alkışlandı ve ayrıca festivalde Jüri Ödülü ve en iyi LGBTQ, queer veya feminist temalı film dalında Queer Palm ödülünü kazandı. 5- Sonsuz Sır - The Eternal Daughter IMDB: 6 Filmin başrolündeki Tilda Swinton, hem bir yönetmeni hem de annesini canlandırıyor; ikili, eski bir otele yerleşmelerinin ardından anılar ve gizlenen gerçeklerle yüzleşiyor. İdari yapımcılığını Martin Scorsese’nin üstlendiği Sonsuz Sır, bilinmeyenler ve gizemli güçlerle çevrili bir dünyada insanın geçmişine dönüp kendini anlamaya çalışmasını anlatan; ebeveyn ilişkileri ve geride bıraktıklarımız üzerine zekice ve büyüleyici bir keşfe çıkaran, sıradışı bir gotik hayalet hikâyesi. 6- Iguana Tokyo IMDB: 5,6 2014 yapımı Sivas filmiyle adından söz ettiren Kaan Müjdeci'nin, çekimlerinin büyük çoğunluğunun Japonya'da gerçekleştirildiği ikinci uzun metrajlı çalışması olan Iguana Tokyo, anne, baba ve kızdan oluşan küçük bir ailenin hayatına odaklanıyor. Tokyo'da yaşayan ailenin hayatı, sanal gerçeklik oyunu olan M²’yi oynamaya başlaması ile bambaşka bir hal alır. Aile, oyuna bağlandıkça evde tehlikeli bir atmosfer meydana gelir ve bu durumu sadece, ailenin evcil hayvanı olan iguana fark eder. 7-Boğa Boğa Ay Yapım imzalı Boğa Boğa filminin prömiyeri için geri sayım başladı! Başrollerini Kıvanç Tatlıtuğ ve Funda Eryiğit'in paylaştığı filmin prömiyeri 42. İstanbul Film Festivali kapsamında gerçekleştirilecek. Festivalde Ulusal Yarışma dalında yarışacağı öğrenilen Boğa Boğa filminin yönetmen koltuğunda ödüllü yönetmen Onur Saylak oturuyor. Boğa Boğa, aradıkları huzuru bulmak için Ege'de bir köye yerleşen İstanbullu bir çiftin hikayesini konu ediniyor. İstanbul'dan ayrılarak Ege'ye yerleşen çift, burada aradıkları huzuru bulacaklarına inanır. Ancak onlar çok geçmeden, yerleştikleri kasabada pek çok düşmana sahip olduklarını anlarlar. Not: Filmi, depremde tepkisiz kalan Netflix platformu yerine salonda izleme fikrini bir düşünün. 8- Kör Noktada - In the Blind Spot (Im toten Winkel) IMDB: 7,6 Almanya’dan gelip Türkiye’nin kuzeydoğusunda ücra bir köyde çekim yapan bir film ekibi, yaşlı bir Kürt kadınla röportaj yapar. Kadın, yıllar önce kaybettiği oğlunun anısını canlı tutabilmek için kadim bir ritüel yürütmektedir. Alman ekibe Kürtçe çeviride yardımcı olan genç kadın, yedi yaşındaki Melek’in de bakıcısıdır. Melek’in babası Zafer, asıl amacı belirsiz, karanlık bir örgüte mensuptur. Gizemli bir varlık, Melek’e musallat olduğunda Zafer, örgüte sadakati ve ailesinin esenliği arasında kalakalır. Tüm bu kişilerin bir araya gelişlerinin sonucu yıkıcı olacaktır. 9- Kızıl Gökyüzü - Roter Himmel Afire IMDB: 7.7 Barbara, Transit ve Undine’nin yönetmeni Christian Petzold’un son filmi, dünya prömiyerini büyük ödüle layık görüldüğü 2023 Berlin Film Festivali’nin ana yarışmasında yaptı. Yönetmenin, doğal elementleri konu alan üçlemesinin ikinci filmi olan Kızıl Gökyüzü, Baltık Denizi kıyısında, bir yanı orman, küçük bir tatil evinde geçiyor. Sıcak amansız bastırmışken haftalardır yağmur da yağmamıştır. İkisi eski, ikisi yeni dört genç arkadaş bir araya gelir ve duygular, etraflarındaki kurak ormanlar gibi alev almaya başlar. Mutluluk, şehvet ve aşk, aynı zamanda kıskançlıklar, kırgınlıklar ve gerginlikler gün yüzüne çıkar. Çok geçmeden ormanın alevleri de eve ulaşacaktır. 10-Pamfir IMDB: 7.8 Filmin bombardımandan kurtarılması gerekiyordu. 24 Şubat 2022'de Rus işgali başladığında film tamamen bitmemişti. Tam ölçekli Rus işgalinin ilk günlerinde ses tasarımcısı Oleksandr Verhovynets ses stüdyosuna gelmeyi ve tüm malzemeleri yurtdışına transfer etmeyi başardı ve film üzerindeki çalışmalar burada devam etti. Film Ukrayna, Fransa, Polonya ve Şili ortak yapımıdır. Batı Ukrayna, geleneksel bir karnavalın arifesinde. Pamfir aylar süren yokluğun ardından ailesinin yanına döner. Sevgileri o kadar koşulsuzdur ki, tek çocuğu ibadethanede bir yangın başlattığında, Pamfir'in oğlunun hatasını onarmak için sorunlu geçmişiyle yeniden bağlantı kurmaktan başka çaresi kalmaz. Geri dönüşü olmayan sonuçları olan, riskli bir yola girecektir. 11-GÜVENLİ BİR YER - SÍGURNO MJESTO - SAFE PLACE IMDB: 8 Akıl sağlığı sorunlarının aile bağlarını nasıl etkilediğine dair hassas bir keşif niteliği taşıyan Güvenli Bir Yer, samimi, gerilimli, yürek burkan bir film; yönetmen Lerotić’in kendi hayatından esinlendiği otobiyografik bir aile dramı. Damir’in ailesinin hayatı birden ve kökten değişir, çünkü Damir intihar girişiminde bulunmuştur. Annesiyle kardeşi 24 saat boyunca onu hem kendisinden hem de düşmanca buldukları sistemden korumaya çalışacaktır. En İyi Uluslararası Film dalında Hırvatistan’ın Oscar adayı olan Güvenli Bir Yer bu senaryosunu yazıp hem yönetmenliğini hem de başrolünü üstlenen ve Saraybosna Film Festivali’nde hem En İyi Yönetmen hem de En İyi Oyuncu Ödülleri’ni kazanan Juraj Lerotić’in ilk filmi. 12- Bir Adam - Aru Otoko - A Man IMDB: 7,2 Gerçek ortaya çıkınca aşka ne olur? İlk uzun metrajlı filmi Gukoroku / Günahın İzleri ile dünya çapında dikkatleri üzerine çeken Kei Ishikawa, prömiyerini Venedik Film Festivali’nin Ufuklar bölümünde yapan, yine gizem dolu bir dramla karşımızda. Rie, boşandıktan sonra ikinci kocası Daisuke ile mutluluğu bulmuş ve yeni bir aile kurmuştur. Ancak Daisuke bir kazada ölünce, Rie kocasının sandığı gibi biri olmadığını keşfeder. "X" diye adlandırdıkları bu meçhul adamın gerçek kimliğini ortaya çıkarması için bir avukattan yardım ister. “Âşık olduğumuzda, diğer kişinin nesine âşık oluruz? Ya o kişi tamamen farklı biri çıkarsa? Ya gizli geçmişleri en beklenmedik sırları barındırıyorsa?” 13- Totem - Tótem IMDB: 7 Filmin başkarakteri, mutlu ve kalabalık ailesiyle birlikte mutlu yuvasında yaşayan, ışıl ışıl, kıpır kıpır, yedi yaşındaki Sol. Totem, Sol’ün babası için bahçede parlak bir sürpriz doğum günü yemeği hazırlayan aileyi izliyor. Gün boyunca kaos yavaş yavaş ailenin temellerini sarsmaya başlıyor; Sol, dünyasının dramatik bir şekilde değişmek üzere olduğunu anlıyor. "Ölüm hakkında düşünmek hayat hakkında düşünmektir” diyen Meksikalı auteur sinemacı Lila Avilés’in önceki filmi The Chambermaid / Oda Hizmetçisi 2019’da festivalde gösterilmiş, filmin başrol oyuncusu Gabriela Cartol festivali ziyaret etmişti. 14-Saint Omer IMDB: 6.9 Saint Omer şehri hukuk mahkemesi... Genç romancı Rama, 15 aylık kızını bir plajda yükselen gelgite bırakarak öldürmekle suçlanan genç, siyah kadın Laurence Coly’nin duruşmasını izlemektedir. Yargılama sürerken, sanığın söyledikleriyle tanıkların ifadeleri Rama’nın inançlarını sarsar, kendi değer yargılarımızı sorgulamamıza neden olur. Kendi deyimiyle "adalet ritüellerini belgelemeyi takıntı hâline getiren” yönetmen Alice Diop, Saint Omer’de gerçek olaylara dayanarak gerçek duruşma tutanaklarını yeniden canlandırıyor. Saint Omer, Fransa’nın Oscar adayı.

  • 42. İstanbul Film Festivali (7-18 Nisan) Başlıyor.

    İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından düzenlenen İstanbul Film Festivali, bu yıl 42. kez sinemaseverlerle buluşuyor. Türk ve dünya sinemasından, nitelikli ve ödüllü filmler, özel gösterimler, yıldız oyuncular ve usta yönetmenler 7-18 Nisan arasında festivalde bir araya geliyor. Festival biletleri, İKSV Lale Kart üyeleri için 27 Mart Pazartesi günü satışa başlayacak indirimli ön satış döneminin ardından 31 Mart Cuma günü genel satış başlayacaktır. Festival kapsamında gösterime girecek filmlerin tarih, salon bilgisini görmek ve bilet satın alımak için lütfen tıklayınız. Festival kapsamı içinde tematik olarak ayrılmış gösterimler için lütfen tıklayınız. Eczacıbaşı Genç Bilet projesiyle İKSV’nin bu yıl düzenleyeceği etkinliklerde satışa sunulan öğrenci biletlerini 10 TL üzerinden alabilecek. Genç Biletin kullanımı ile ilgili koşullar için lütfen tıklayınız. Biletler Passo.com.tr üzerinden de alınabilir lütfen tıklayınız. FESTİVAL YARIŞMALARI ULUSLARARASI YARIŞMA Festivalin Uluslararası Yarışma jürisinin başkanlığını Portekizli yönetmen João Canijo üstlenecek. Uluslararası Yarışma jürisinde yapımcı Dora Bouchoucha, yönetmen Teona Strugar Mitevska, yönetmen Alexandre O. Philippe ve oyuncu Maeve Jinkings yer alıyor. Uluslararası Yarışma bölümünde yer alan filmler: ● Aramızdalar / Animalia / Sofia Alaoui / Fas, Katar, Fransa ● İnsanlık Ölmedi / The Survival of Kindness / Rolf de Heer / Avustralya ● Sıradaki Kız / Next Sohee / Jung July / Güney Kore ● Su / The Water / Elena López Riera / İspanya, İsviçre, Fransa ● Al Yelkenler / Scarlet / Pietro Marcello / Fransa, İtalya, Almanya ● Atlantic Bar / Fanny Molins / Fransa ● Kör Noktada / Im Toten Winkel / In the Blind Spot / Ayşe Polat / Almanya ● Üçüncü Dünya Savaşı / World War III / Houman Seyyedi / İran ● Kopenhag Diye Bir Yer Yok / Copenhagen Does Not Exist / Martin Skovbjerg / Danimarka ● Pamfir / Dmytro Sukholytkyy-Sobchuk / Ukrayna, Fransa, Polonya, Şili, Lüksemburg ULUSAL YARIŞMA Festivalin Ulusal Yarışma kategorisinin jüri başkanlığını yönetmen Emin Alper üstlenecek. Ulusal Yarışma jürisinde oyuncu Farah Zeynep Abdullah, görüntü yönetmeni A. Emre Tanyıldız, kurgucu Aylin Zoi Tinel ve yazar Seray Şahiner yer alıyor. Ulusal Yarışma’da Altın Lale En İyi Film, Jüri Özel Ödülü, En İyi Yönetmen, En İyi Kadın Oyuncu, En İyi Erkek Oyuncu, En İyi Senaryo, En İyi Görüntü Yönetmeni, En İyi Kurgu, En İyi Sanat Yönetmeni ve En İyi Özgün Müzik olmak üzere toplam 10 dalda ödül veriliyor. ULUSAL YARIŞMA BÖLÜMÜNDE YER ALAN FİLMLER ● Bir Tutam Karanfil / Bekir Bülbül ● Ölüler İçin Yaşam Kılavuzu / Barış Fert ● Bars / Orçun Köksal ● Yüzleşme / Filiz Kuka ● Iguana Tokyo / Kaan Müjdeci ● Kör Noktada / Im Toten Winkel / Ayşe Polat ● Cam Perde / Fikret Reyhan ● Boğa Boğa / Onur Saylak ● Suna / Çiğdem Sezgin ● Ayna Ayna / Belmin Söylemez ● Sanki Her Şey Biraz Felaket / Umut Subaşı ULUSAL KISA FİLM YARIŞMASI 42. İstanbul Film Festivali Ulusal Kısa Film Yarışması jürisinde yönetmen Volkan Güney Eker, yönetmen ve çizgi roman sanatçısı Yorgos Goussis ve fotoğrafçı ve yönetmen Aylin Kızıl yer alacak. Jürinin seçtiği En İyi Kısa Film, 20.000 TL ile ödüllendirilecek. Ulusal Kısa Film yarışmasında yer alan filmler: ● Avrupa Fatihi / Fatih le Conquérant / Onur Yağız ● Aforoz / Yılmaz Özdil ● Suriyeli Kozmonot / The Syrian Cosmonaut / Charles Emir Richards ● Birlikte, Yalnız / Kasım Ördek ● Diyet / Handan İpekçi ● Ben Tek Siz Hepiniz / Barış Kefeli, Nükhet Taneri ● Charette / Sara Pınar Önder ● Yüzler / Zeynep Demirhan ● Evcil / Deniz Uymaz ● Adres / Navnişan / Aram Dildar ● 8 Mart 2020: Bir Günce / Fırat Yücel ULUSAL BELGESEL YARIŞMASI 42. İstanbul Film Festivali Ulusal Belgesel Yarışması jürisinde yönetmen Cem Kaya, yönetmen Etna Özbek ve akademisyen Lalehan Öcal yer alacak. Jürinin seçtiği En İyi Belgesel, 20.000 TL ile ödüllendirilecek. Ulusal Belgesel yarışmasında yer alan filmler: ● Fatma’dan Sonra 40 Yıl / Sezer Ağgez ● Düet / İdil Akkuş, Ekin İlkbağ ● Anqa / Helin Çelik ● Kim Mihri / Berna Gençalp ● Dinamo Mesken / Ahmet Karanfil, Yusuf Anavatan ● Turkish Delight / Pınar Öğrenci ● Kavur / Fırat Özeler ● Boşlukta / Somnur Vardar Yarışma Dışı: ● Deutschlandlieder / Almanya Türküleri / Nedim Bora Hazar ● Gök Kubbenin Sevdaları / Mesut Tufan ● Tavuri / Derviş Zaim FIPRESCI – Uluslararası Sinema Eleştirmenleri Birliği Ödülü Uluslararası Sinema Eleştirmenleri Birliği (FIPRESCI) jürisi Ulusal Yarışma, Uluslararası Yarışma ve Ulusal Kısa Film Yarışması’ndan birer filme FIPRESCI Ödülü verecek. Başkanlığını Klaus Eder’in yapacağı jüride Bojidar Manov, Ekrem Buğra Büte, Marietta Steinhart, Jose Solís ve Yeşim Burul yer alacak. Hollywood’da Bir Asi: William Friedkin Festival polisiyeden korkuya, maceradan drama pek çok farklı türde başyapıtlara imza atan usta yönetmen William Friedkin’i bu yıl özel bir bölümle beyazperdeye getiriyor. Cesur hikâyeleri, ikonik aksiyon filmleri, zamanının ötesinde ve çoğu kült yapıtıyla 1970’lerdeki “Yeni Hollywood” akımının öncülerinden William Friedkin festivalin retrospektif bölümünde yer alıyor. Friedkin'in bu yıl 50. yılını kutlayan "Şeytan" dahil, korku ve polisiyeden gerilim-macera ve drama farklı türlerden dokuz filmi festivalde gösterilecek. William Friedkin retrospektif bölümündeki filmler ABD'nin Türkiye Temsilciliği desteğiyle gösterilmektedir. ● The Boys in the Band /1970 ● Kanunun Kuvveti / The French Connection / 1971 ● Şeytan / The Exorcist / 1973 ● Dehşetin Bedeli / Sorcerer / 1977 ● Devriye / Cruising / 1980 ● Yaşamak ve Ölmek / To Live And Die In LA / 1985 ● 12 Kızgın Adam / 12 Angry Men / 1997 ● Böcek / Bug / 2006 ● Katil Joe / Killer Joe / 2011 SEYFİ TEOMAN EN İYİ İLK FİLM ÖDÜLÜ Türk yapımı uzun metrajlı kurmaca ilk filmlerin aday olduğu Seyfi Teoman En İyi İlk Film Ödülü jürisinde Berlin Uluslararası Film Festivali idari direktörü Mariëtte Rissenbeek, yönetmen ve yapımcı M. Tayfur Aydın ve yönetmen Nazlı Elif Durlu yer alıyor. Seyfi Teoman En İyi İlk Film Ödülü, 2012 yılında kaybettiğimiz yönetmen, senarist ve yapımcı Seyfi Teoman anısına 2013 yılından bu yana veriliyor. Ödül, kazanan filmin yönetmenini, sonraki çalışmalarını teşvik etmek üzere 40.000 TL para ödülüyle destekleniyor. Seyfi Teoman En İyi İlk Film Ödülü, üç yıldır bireysel bağışçıların desteğiyle İKSV'nin Lale Kart Üyelik Programı tarafından veriliyor. Seyfi Teoman En İyi İlk Film için yarışacak filmler: ● Ölüler İçin Yaşam Kılavuzu / Barış Fert ● Bars / Orçun Köksal ● Yüzleşme / Filiz Kuka ● Sanki Her Şey Biraz Felaket / Umut Subaşı GENÇ USTALAR BU YIL DA ÖDÜLLÜ İstanbul Film Festivali'nin geleneksel bölümlerinden Genç Ustalar’da, genç yönetmenlerin çektikleri ilk veya ikinci filmler yer alıyor. Türkiye’de ikâmet eden 18-25 yaş arası sinema öğrencilerinden oluşan jüri, Genç Ustalar bölümündeki filmleri değerlendirecek ve bir filmin yönetmenine Genç Usta Ödülü verilecek. Yarışmanın jüri üyeleri Malik Badalov, Aşkım Berberoğlu, Fidan Çaça, Kaan Kavas, Fikret Başar Kaya, Sude Özçalı ve Elif Melisa Özhan. Genç Usta Ödülü için yarışacak filmler: ● Lanetliler Ağlamaz / The Damned Don’t Cry / Fyzal Boulifa / Fas, Fransa, Belçika ● Tanrının Yarattıkları / God’s Creatures / Saela Davis, Anna Rose Holmer / İrlanda, İngiltere, ABD ● Amerika / America / Ofir Raul Graizer / İsrail, Almanya, Çekya ● Yavaş / Slow / Marija Kavtaradze / Litvanya, İspanya, İsveç ● Ağrı / Ararat / Engin Kundağ / Almanya ● Falcon Lake / Charlotte Le Bon / Kanada, Fransa ● Güvenli Bir Yer / Safe Place / Juraj Lerotić / Hırvatistan ● Kömür / Carvão / Charcoal / Carolina Markowicz / Brezilya, Arjantin ● Elektrikli Düşlerim / I Have Electric Dreams / Valentina Maurel / Belçika, Fransa, Costa Rica ● Otobiyografi / Autobiography / Makbul Mubarak / Endonezya, Polonya, Almanya, Singapur, Fransa, Filipinler, Katar ● Harka / Lotfy Nathan / Fransa, Lüksemburg, Tunus, Belçika ● 6-9 Sessizlik / Silence 6-9 / Christos Passalis / Yunanistan ● İç Bölge / Inland / Fridtjof Ryder / İngiltere ● Hissiz / Numb / Amir Toodehroosta / İran ● 20.000 Arı Türü / 20,000 Species of Bees / Estibaliz Urresola Solaguren / İspanya FESTİVALİN YENİSİ: HEYULA 42. İstanbul Film Festivali film seçkilerinden Heyula'nın amacı, sinemada yeni anlatım olanaklarına yer açan ve sinematik dili genişleten filmleri seyirciyle buluşturmak. Yönetmen Burak Çevik'in küratörlüğünü yaptığı seçki, yeni anlatım olanaklarını deneyen, risk alan filmlerden oluşuyor. ● De Humani Corporis Fabrica / Lucien Castaing, Taylor Verena Paravel / Fransa, İsviçre, ABD ● Çok Erken/Çok Geç / Too Early/Too Late / Danièle Huillet, Jean-Marie Straub / Fransa, Mısır ● Herbaria / Leandro Listorti / Arjantin & Çiçek Toplamak İçin / To Pick a Flower / Shireen Seno ● Etten Çiçekler / Human Flowers of Flesh / Helena Wittmann / Fransa, Almanya ● Burada / Here / Bas Devos / Belçika ● Suyun İçinde / In Water / Hong Sang-soo / Güney Kore ● Heyula-Specter Kısa Program 1 ● Başlangıçta Kadın Güneşti / In the Beginning, Woman Was the Sun / Sylvia Schedelbauer ● Serçenin Rüyası / The Sparrow Dream / Robert Beavers o Renate / Ute Aurand ● Mesai Sonrası / After Work / Ben Rivers, Céline Condorelli ● Labirent Sekansı / Laberint Sequences / Blake Williams ● Heyula-Specter Kısa Program 2 ● Hafıza Labirentleri / Labyrinths of Memory / Esra Tanrıverdi ● Uzun Günler / Long Days / Selen Solak ● Sergi / Exhibition / Mary Helena Clark ● Bana Bakacak Mısın / Will You Look At Me / Shuli Huang ● Aradaki Dünya / In-between World / Cana Bilir-Meier ● Küllerin Adı İnsandır / Ashes by Name is Man / Ewelina Rosinska İSTANBUL FİLM FESTİVALİ'NİN BU YIL RESTORE ETTİRECEĞİ FİLM: İNTİKAM MELEĞİ - KADIN HAMLET İstanbul Film Festivali, Türk sinemasının önemli yapıtlarını restore ettirerek gün ışığına çıkarmaya ve bu klasiklerin yeni kopyalarını Türk sinemasına kazandırmaya devam ediyor. Sinemaseverler Dünden Bugüne Türk Klasikleri bölümünde bu yıl Metin Erksan'ın senaryosunu yazıp yönettiği, Hamlet rolünü Fatma Girik'in üstlendiği, 1976 yapımı İntikam Meleği – Kadın Hamlet'i Atlas Post Production tarafından restore edilmiş kopyasından izleyebilecek. Zaman içinde kült mertebesine ulaşan İntikam Meleği – Kadın Hamlet, 42. İstanbul Film Festivali kapsamında geçen yıl hayatını kaybeden Fatma Girik anısına gösterilecek. İntikam Meleği – Kadın Hamlet, 11 Nisan Salı günü saat 19.00’da Cinewam City’s Nişantaşı’ndaki gala gösteriminde seyirciyle buluşacak. 3. FİLM FESTİVALLERİ SEMPOZYUMU TÜBİTAK’ın “Türkiye’de Film Festivalleri: Yapısı, Ekonomisi, İşleyişi, Seyirci Profili” projesi kapsamında, Screenfest: Film Festivali Araştırmaları Dergisi /The Journal of Film Festival Studies tarafından düzenlenen 3. Film Festivalleri Sempozyumu, İstanbul Film Festivali’nin işbirliği ve ev sahipliğinde 7-8-9 Nisan tarihlerinde Kadir Has Üniversitesi’nde düzenleniyor. Bu yılın sempozyum teması “Film festivalleri, fonlar ve sinema endüstrisi”. Sempozyumun amacı, film festivallerini tüm yönleriyle ele alan akademik bir tartışma platformu oluşturmak. Akademisyenlere, festival çalışanlarına, sinema eleştirmenlerine ve sinema sektörü profesyonellerine açık olan sempozyum oturumlarına katılmak serbest. Sempozyumun davetli konuşmacıları, Marijke de Valck (Utrecht University/Hollanda), Skadi Loist (Film University Babelsberg Konrad Wolf /Almanya), Tamara L. Falicov (University of Missouri-Kansas City/ABD), Ana Vinuela (Université Sorbonne Nouvelle/Fransa) ve çevrimiçi konuk Jeske van der Slikke (Hubert Bals Fund-International Film Festival Rotterdam /Hollanda). Sempozyum İstanbul Film Festivali, Kadir Has Üniversitesi, Goethe-Institut Istanbul, Hollanda İstanbul Başkonsolosluğu, ABD'nin Türkiye Temsilciliği ve Fransız Kültür Merkezi destekleriyle gerçekleştiriliyor.

  • Andor - Asi Adam Geri Döndü!

    Cassian Andor’u ilk kez, bir Star Wars hikayesi olan Rouge One filminde görmüştük ve tanımıştık. Çok daha geniş bir hikayesinin olduğunu anladığımız karaktere Disney Plus’ta “Andor” ismiyle bir dizi yapıldı. Andor, Cassian Andor’un evi, kökeni, ailesi; imparatorlukla olan düşmanlığının nereden geldiğinin cevabını da dizide açıklamış. Bu cevaplar hikâyenin amacı olsa da filmdeki asıl olay örgüsü farklı konuları ele alıyor. Rogue One filmi ve Clone Wars: Rebels dizisinde gördüğümüz gibi imparatorluğa karşı olan asiler bulunuyor. Rouge One’dan yıllar önceki zamanda geçen Andor, asilerin aslında çok daha geniş bir kitleyi kapsadığını görüyoruz. Bu insanların karanlık taraftan beslenen yeni imparatorluğa karşı olması Star Wars’daki en etkileyici konulardan olabilir. Star Wars filmlerinde sık sık gördüğümüz gibi Andor dizisinin, gerçekteki mültecileri ve sömürge altında olan halkı temsil ettiğini görüyoruz. Daha önceden hiç duymadığımız Star Wars gezegenlerinden olan Kenari, Andor’un doğduğu ve büyüdüğü yerdir. Dizide bu gezegene tamamen yabancı kalıyoruz, dillerinden halkına kadar... Bu yabancılaştırmanın sebebi öyle bir gezegenin artık olmamasını anlatıyor. Diziyi izlerken de fark edeceksiniz ki, tüm karakterler çocuklardan oluşuyor. Gezegene gelen imparatorluk gemilerinin, bütün yetişkinleri kendi ordusuna kattığı apaçık ortada. Cassian Andor’un imparatorluğa olan düşmanlığı da buradan gelmektedir. Diziyi ikiye ayırmak istiyorum. İlk yarısında Cassian Andor’un, imparatorluğun üslerinden birine sızmaya çalışmasını anlatıyor. Amacı ise baskısı altında olduğu imparatorluğun kasasından para çalmak. Bu yaptığını bir asi olarak doğru bulmakta, çünkü kendi fakir halkının vergilerinin birer parçası o para. Bu soygun için Andor’un genişleyen çevresinde bir ekip görüyoruz. Gerçekten hakkını vererek çalışan insanlar da var, ihanet edenler de. Bu insanlar Andor’un sadece mücadeleci olduğunu ve ihanetin ona göre olmadığının bir göstergesidir. Ayrıca ölen insanlar olsa da Andor en başta anlaştığı gibi paradan kendi hakkını alarak görevi tamamlar. Dizinin diğer yarısı da Andor’un gizlendiği şehirde başlıyor. Gardiyan Droidlerden kaçan eylemciler, yürüyüş yapan Andor’un yanından geçiyorlar. Tropperlar ve Droidler onun da o eylemcilerden olduğunu düşünüyor ve onu tutukluyorlar. Tutuklanan Andor, imparatorluğun silahlarını üreten bir cezaevinde tutuluyor. Burada tutulan mahkumlar uzun süreler boyunca çalıştırılıyorlar. Bu yine Star Wars’daki köleliği temsil eden bir parçadır. Andor iyi bir plan sağlayıcı olarak, korkan tüm mahkumların özgürlüğünü kazanması için bir plan yapar. Bu planı hemen uygulamaya koymasının sebebi, yine imparatorluğa karşı gelip haksız mahkumluğun önüne geçmektir. İmparatorluğun, onları birer köle gibi kullandığını biliyorlar çünkü. Diğer koğuşlarda soykırım uygulanarak birçok masum insan yakılarak öldürülüyor. Aynı şey onların başına gelmeden hemen kaçış planını uyguluyorlar ve denizin ortasındaki hapishaneden kaçıyorlar. Cassian Andor’un Lider annesinin ölümünün ardından yapılan törenlerde, sömürgeye uğrasalar da başlarındaki özgürlüklerini kısıtlayan imparatorluğu lanetleyen bir konuşmayla, büyük bir isyan daha çıkıyor. Bu isyanlarda haklarını arayan halkın hem kendini hem de kültürlerini korudukları bir kargaşa çıkartıyor. İmparatorluğa çalışan Dedra Meero ve Syril Karn, Andor’un peşine düşen karakterlerdir. İşlerinin kesiştiği noktada birbirleriyle tanışıp birlik olmuşlardır. İmparatorluğun peşinde olduğu Andor, o kadar iyi bir kaçaktır ki onları deli ediyor. Sürekli verilerini izleyip, galakside onu arıyorlar. Kim olduğu ve neden imparatorluğa karşı olduğunu bulabilirlerse, izleyici de büyük bir cevap alacaktır. Bunu sonraki sezonlarda öğreneceğiz. Hem Andor’u hem ailesini hem de Kenari halkını. Dizide yan hikayelerden yola çıkarak, imparatorluğa çalışan kişilerle beraber, halkın yanında olan senato üyesi Mon Mothma, yine bir politik hikayenin parçası olarak Kadın Politikacıları temsil etmektedir. Filmdeki iki ayrı olay örgüsü, sömürge konusu altında işlenerek bir dizide birleşmiş. Dizinin ilk üç bölümü bana çok sıkıcı gelse de sonraki bölümler harika eğlenceli ve dolu dram içeriyordu. Rogue One filmi çok iyi bir film olmasa da Andor’un harika olduğunu söyleyebilirim. Işın kılıçları, droidler, klonlar veya uzay araçlarıyla fazla içli dışlı değil; pek Star Wars izliyormuşum gibi hissetmesem de imparatorluğun etkisiyle diziye ısındım. Gerçek dünyamızın bir politik yansıması olarak gördüğüm bu dizi gerçekten başarılı bir hikaye. Star Wars’ın en başarılı işlerinden biri olduğunu söyleyebilirim. İzlediğim filmleri ve dizileri, önerilerimi kaçırmak istemeyenler buraya tıklayabilir! 🙂

  • Köpek Adası - Politik Köpek Filmi

    Yönetmen Wes Anderson’ı; görsel şölen yaratıp aynı zamanda gerçek dünya halini yansıtan filmleriyle tanıyoruz. Isle of Dogs (Köpek Adası) filmini izlerken büyük bir zevk alıyor insan. Fakat düşünmeden de duramıyor... Özet Film bir yol macerasını anlatıyor. Kurgusal bir Japon şehri olan Megasaki’den köpekler toplatılıp çöp adasına gönderiliyorlar. Gönderilme sebepleri, köpek gribinden şehri arındırmak. Atari Kobayashi, soylu bir aileden gelen, şehrin sonraki varisi olan küçük bir çocuktur. Minik bir uçakla adaya giderken uçağı çakılır. Düşen uçağın yanına gelen bir grup köpekle tanışır. Atari’nin koruyucu köpeğini bulmak için adanın diğer ucuna giderler. Bu sırada amcası, Atari’nin öldüğü hakkında sahte haberler verir ki yeni varis o olsun. Adada verilen mücadele sonucu Atari, köpeğini bulur ve tüm köpeklerle şehre döner. Köpeklerin hastalıksız olduğu ve bu hastalığın, amcası tarafından üretildiği kanıtlanır. Köpek Adası, Wes Anderson’ın en politik filmlerinden biri diyebilirim. Filmde her şey ortada. Köpeklerin toplama kampına alınması, onların dışlanıp sürgüne yani bir adaya gönderilmesi, taht sevdası, hileli seçimler… Günümüzde birçok ülke yönetiminde de aynı durumlar söz konusu. Yönetmenin, filme güzel bir ayna tuttuğu bu noktada anlaşılıyor. Film, hayvan sömürüsünü konu ediniyor olabilir. Ama filmde sömürülen o canlılar, aynı zamanda insanın en sadık dostudur. İki dostun arasında bir ayrım olduğunu düşünmüyorum. Gözleri boyanmış Megasaki halkı, hastalığın geri gelmemesi için onları sürmüş olabilir şehirden. Fakat farkında değiller. Aslında kendilerine verdikleri bir ceza bu. Filmde fark ettiyseniz birçok insanın köpek sevdiği, kişiliklerini de yansıttığı birer dostları onlar. Hatta ana karakterimiz olan Atari gibi soylu insanların yoldaşı olarak köpek görevlendiriliyordu. Bu onların adetinde kültürleşmiş gibiydi. Bir yetişkinin gözünde onlar hizmetkar, evcil hayvan değil. İşte burada hayvan-köle düşüncesini hissediyoruz. Fakat bir çocuk için o bir dosttur. Karakterimiz de bu yüzden on iki yaşında bir çocuk. Wes Anderson’ın senaryolarında muhteşem karakterler yarattığını bir kez daha görüyoruz. Atari karakteri film boyunca ciddi bir yolculukta olsa bile, hiçbir çocuğun karşı koyamayacağı türden, eğlenceli bir kaydırağı görünce dayanamıyor. Gidiyor kayıyor. Bu çocuksu sahne filme eğlence katarken aynı zamanda sıcak bir yuvayı da temsil ediyor aslında. Sevgiyi tadamamış sert köpek Chief için sıcak bir adım bu. Bütün yolu beraber aşıp köpeği Spots’u buluyorlar. Fakat Spots kendi ailesinin yanında kalmak istiyor. Koruma köpeği olarak Chief’e görevini veriyor. Spots, evcil bir köpek olamadı, bir hizmetkar gibiydi. Bu, Chief’e evcil bir köpek, daha yakın bir dost olmak için bir şans oldu. Sadece bir soylu değil, o bir çocuk; sadece bir hizmetkar değil, o bir köpek. Gerektiği zaman asıl rolleriyle sevgiyi hissetmesi gereken bir aile. Filmin en sevdiğim yanı tabii ki simetrik çekimleri oldu fakat birkaç yeni unsur da var. Her filmde konuşan hayvanları görürüz. Bu mantıksızdır, gerçek dışıdır. Ben takıntılıyım evet. Bu mantıksızlıkları düşünürüm hep. Fakat bu filmde çok rahattım. Filmin başında Wes Anderson bize not bırakıyor. Filmde milletlerin kendi dilini konuşacağını, gerekli yerlerde çevireceklerini, hatta köpekleri anlayabilelim diye izleyicinin diline göre köpeklerin dublajlanacağı filmin başında duyuruluyor. Hayvan haklarının yok sayıldığı bu şehirde, öğrenci değişim programıyla gelmiş sarışın ve beyaz tenli olan “BEYAZ İNSAN”… Kız öğrencinin Avrupalı olduğu çok belli. O zeki Japonların, kara tahtada yazarak düşündüğü fikirler yerine Avrupalı kız sesini çıkartır. Ayaklanma başlar. Kanunu arar. Evet, filmdeki minik bir ırk oyunu olsa da arka planda bu. Bu tip, hayvan haklarını öne çıkaran olaylar çok sayıda yaşandı. Bunlardan birine örnek olarak, İstanbul’daki köpeklerin toplatıldığı bir olayı hatırlatmak isterim. Osmanlı zamanındaki köpek sürgünleri ve katliamları… 3 Haziran 1910, dönemin Belediye Başkanı Suphi Beysoyundu’nun talimatıyla 80 bin civarında köpeğin mecburi bir ada yolculuğuna çıkartılmasıyla başlayan katliamın tarihi. Dönemin İstanbul sakinlerinin büyük üzüntüyle yaşadığı acımasız olayın üzerinden 106 yıl geçti. 4 Ekim 1922’de Türkiye’nin ilk hayvanları koruma amacıyla kurulan derneği Himaye-i Hayvanat’tan sonra da hayvan hakları savunuculuğunda çok şey değişti. Yine de Hayırsız Ada Katliamı tarihin sayfalarında tüm canlılığıyla duruyor. (2016, SivilSayfalar) 1910 yazında İstanbullara bedava bekçilik ve çöpçülük hizmeti veren 80 bin kadar sahipsiz köpeğin Hayırsızada / Sivriada’ya atılarak öldürülmesini konu alan korkunç olay Toplumsal Tarih Dergisi’nin Ağustos 2010 tarihli sayısındaki “1910’da gerçekleşen Büyük Köpek İtlafı” başlıklı kapak konusunda da işlendi. Dergideki makale Irvin Cemil Schick imzasını taşımaktadır. (2013, Sonok) KAYNAK https://www.sivilsayfalar.org/2016/06/03/106nci-yilinda-hayirsiz-adada-olume-terkedilen-80-bin-kopegin-hikayesi/ https://sadibey.com/2013/10/17/altin-palmiyeli-hayirsizada-uzerine/#.V0Wjw5GLTNN İzlediğim filmleri ve dizileri, önerilerimi kaçırmak istemeyenler buraya tıklayabilir! 🙂

  • Leap of Faith: Friedkin ve the Exorcist Üzerine Notlar.

    42. İstanbul Film Festivali 7-18 Nisan 2023 tarihleri arasında gerçekleştirilecek. Festival, polisiyeden korkuya, maceradan drama pek çok farklı türde başyapıtlara imza atan usta yönetmen William Friedkin'in en önemli filmlerini bu yıl özel bir bölümle beyazperdeye getiriyor. Cesur hikâyeleri, ikonik aksiyon filmleri, zamanının ötesinde ve çoğu kült yapıtıyla 1970’lerdeki “Yeni Hollywood” akımının öncülerinden William Friedkin festivalin retrospektif bölümünde yer alıyor. Bu yazının özel olarak üzerinde durduğu, ve şahsen takıntılı olduğum The Exorcist filmi de dahil Friedkin'in dokuz filmini festivalde görme şansına sahibiz. Friedkin Sineması Tam adıyla "Leap of Faith: William Friedkin on The Exorcist" olan belgesel 2019 yılında Alexandre O. Philippe tarafından yapılmış ve ünlü yönetmen William Friedkin'in klasik korku filmi "The Exorcist" (1973) üzerine yaptığı röportaj ve anlatımları içermektedir. Belgeselde, Friedkin produksiyonun ilk aşamasından son aşamasına kadarki deneyimlerini, film çekim sürecini, özel efektlerin nasıl gerçekleştirildiğini ve filmde kullanılan simgesel sahnelerin arkasındaki düşünceleri anlatyor. Ayrıca, The Exorcist'in başarısının ve yarattığı kültürel etkinin nedenlerini ve korku sinemasındaki önemini de ele alıyor. Leap of Faith, sinema tarihinin en önemli korku filmlerinden birinin yapımcılığı ve yönetmenliğiyle ilgili derinlemesine bir bakış sunarak sinema tutkunları ve film yapımcıları için değerli bir kaynak sağlıyor. Bu belgeselin The Exorcist filmi ve Friedkin sinemasına özel alakası olanlar tarafından değer göreceğini düşünmekteyim. Belgeseli, Amerika dışından izlemek imkânsız halde. Neden bilmiyorum belgesel globale açılmamış. İlk önce belgeseldeki en önemli olayın Friedkin'in ilk defa verdiği bir sır bana göre. O da filmin çıkış noktası olan orijinal romanının yazarının, filmdeki boşrol Rahip Karras rolünde oynamak adına filmden kendisine düşen bütün geliri Friedkin'e vereceğini söylemesidir. Tabii Friedkin bunu reddediyor ve filmi çok büyük riskle, oyunculuk deneyimi olmayan birisine veriyor; ama rol onun için yazılmış gibi duruyor, sonuçta "kamera onu (Miller’) seviyor" Friedkin, belgeselin başlangıcında romanın yazarı Blatty'nin Oscar aldığı "En iyi uyarlama senaryo" dalındaki orijinalThe Exorcist uyarlaması senaryosunun üzerinden değil de romanın üzerinden filmin çekim planını oluşturduğunu söylüyor. Başlangıçtaki Irak sahnesinin, editörlerin, esinlenen orjinal kitap için bile "gereksiz" olarak göründüğünü söylerken, filmde vermesinin nedenini çok net bir şekilde açıklıyor. O sahneler filmde olacak olaylar için büyük bir giz, gerilim yaratıyor. Hem Kuzey Irak'ta hem Washington'da olağanüstü olaylar olmadan o gereksiz görünen sahnelerin, aslında gelecek olan olayların habercisi niteliğinde olması, seyirciyi hazırlamak için ne kadar önemli bir sahne olduğunu tekrar hatırlatıyor. Filmin ikonik afişinde geçen sahne. René Magritte'in The Empire of Light resminden esinlenerek oluşturulmuş. Bunu biliyorduk yine de söylüyor tabii. Baş rahip (Max Von Sydow) bir türlü şeytan çıkarma sahnelerinde iyi performans gösteremeyince Friedkin, Sydow'un uzun yıllar Ingmar Bergman ile çalıştığından, Bergman’ı sete davet ederse belki role girebileceğini söylüyor ve Bergman’ı çağırmayı öneriyor. Oyuncu, sorunun Bergman’la ilgisinin olmadığını sadece Tanrı’ya inanmadığından dolayı role giremediğini söylüyor. Daha önce “Jesus” rolü dahi oynamış birisinin böyle bir açıklama yapması garip. Orada, insan olan Jesus’ı oynuyordum, diyor. Friedkin de, "tamam iyi işte öyle oyna sen de" deyince filmde gördüğümüz Merrin rolü performans vermeye başlıyor. Bu çok saçma gelen bir anekdot bana göre. Filmin sonunda, tartışmalı sahne Peder Karras’ın, Regan ile mücadelesi sonrası şeytana “benim içime gir” demesi ve şeytan küçük kızın içinden ayrılıp, Karras’ın içine girdiğinde Karras’ın camdan aşağı atlaması. Friedkin, 50 yıldan beri hala kafasında sorun olarak gördüğü, bembeyaz çarşaftaki küçük bir lekeye benzettiği bu sahne için tartışmaları ve eleştirileri kabul ediyor. Bu sahne ile ilgili, izleyenler gibi kendisine göre de anlaşılmayan, oturmayan şeyler var kafasında. İntihar etmek büyük bir günah. Karras sonunda öleceğini bile bile küçük kıza kendini feda ederek içindeki şeytanla atlasa bile, Katolik bir pederin yapmayacağı türden bir günah olduğunu, çelişkili bir durum olduğunu iddia ediyor Friedkin. Sahne çekilmeden, peki şeytan Karras’ı ele geçirip onu aşağı mı atıyor diyor Friedkin, yazara. Yazar, hayır diyor. O zaman bilinçli şekilde atladıysa intihardır bu diyor. Sonunda, gerçekten peder olan arkadaşı günah çıkarmaya gelse bile yine de en büyük günahlardan birinin işlenmesi, şeytanın galip gelmesiyle eş değer bir anlam taşıyabilir anlamı da taşıyabiliiir… ya da Karras inancını kaybetmişken böyle bir olaya feda olarak inancını geri kazanmasının nedeni olarak gösterilebilir diyor ama yönetmen olarak o sahneyi savunamayacağını söylüyor. Filmle ilgili küçük anların, birbirini tekrar ediyormuş gibi geçen sahnelerin anlamından bahsediyor. Mesala Chris, eve doğru yürürken rahibeleri görüyor. Rahibeler beyazlar içinde. Mutlular. Chris mutlu. Rahibelerin arkasından onları kovalayan cadı kostümünde iki çocuğun rahibelerin arkasından koşturduğunu görüyoruz. Burası ileride yaşanacak ciddi olaylar için masum bir gönderme sahnesi olarak gözüküyor. Sinemada hiçbir görüntü tesadüf değildir lafını başta çok sevdiğim hocam Tevfik Şenol derslerde yinelese de aslında bu söz her film için geçerli değildir. “Filmde hiçbir şey tesadüf yere yoktur” önermesi aslında idealizmi ifade eder. Diğer versiyonu da “Filmde hiçbir şey gereksiz değildir” önermesidir. E böyle bir sürü film var. O zaman onlara “film olma” vasfına sahip olmadığı yorumu getirilebilir. The Exorcist için de böyle. Filmin hikayesine en ufak katkı sağlamayan sahneler, filmin atmosferi için oluşturulan gerekli sahneler aslında. Rahibelerin peşinden koşan cadılar bayramı için kostüm giymiş çocukların, rahibeleri kovalaması filmin ilerisi için çok hoş bir detay değil mi? Peder Karras, metroda evsiz bir adamın ona attığı bir lafı, içine şeytan girmiş Regan tarafından aynı sözlerle tekrar edildiğini duyuyoruz. Karras orada tam emin değil. Bu söz, geçen günlerde metrodaki adamın söylediği söz müydü ya? Belki bu ufak detay bile şeytanın, film içindeki görevini gerçekleştirdiğine şahit olduğumuz aldatmacalardan biridir. Filmin bir sahnesinde Peder Karras ani bir telefon çalma sesiyle irkilir. Friedkin, orada telefon çalmadı. Ben ateş ettim, diyor. O zamanki film yapımı anlayışında yönetmenin, oyuncularla bu türden mobbingin olması bir yöntemdi, diyor. Biz öyle gördük kısacası, diyor. Benim takıntı haline getirdiğim bu filmle ilgili sadece filmin içeriği ile ilgilendikten sonra yönetmen ve yazarına değinmek hiç aklıma gelmemişti. Friedkin’in, The Exorcist dışında bilinen tek filmi yok diyebilirim Türkiye’de. French Connection, Oscar almış olsa bile çok az düzeydeki insanlar bunun Friedkin filmi olduğunu biliyordur. Diğer filmlerini ben de izlemedim ve izlemeyi de düşünmüyorum açıkçası. Bazen tek film, yönetmeni sevmek ve onun tarzını öğrenmek için yeterli diye düşünüyorum. Ki belgeselde de auteur sinemasına özgü olarak Friedkin’in tüm filmlerinde yer alan bazı örüntülerden bahsediyor. Son olarak Friedkin ile ilgili en sevdiğim durum, oldukça ilerleyen yaşına rağmen tutkuyla filmlerden bahsediyor olması, konular hakkında kesin yargıları olmasının yanında; tamamen, neden bu dünyaya geldik, ne oluyor, yaşamak nedir konusunda insan olarak bir bilinmezin içinde ama oldukça hayat dolu. Filmin son dakikalarında Japonya, Kyoto ziyaretinde antik zamanlardan beri bulunan taşların orada durmasına, medeniyetin var oluşu, bu günlere gelip onlarla atraksiyona girebilmesinin ne kadar değerli oluşundan bahsediyor. Bu onun her türlü şeye hayret etmesine, küçük şeylerden büyük zevkler çıkarmasına neden olduğunu gösteriyor. Friedkin'in, internette denk geldiğim bütün röportajlarını dinlerim. Çoğu, neredeyse 50 yıl boyunca aynı konuları hakkında konuşması üzerine. Hatta bu belgeselde söyledikleri dahil birbirinin aynısı şeyler. Sanki bir repertuar var sürekli onu güncelliyor ama ana iskelet aynı kalmış gibi konuşuyor genelde. Dediğim gibi, The Exorcist hayranları ve Friedkin'in kişiğiliğine aşina olanlar için yine de izlenmesi gereken bir yapım. Gurur Sönmez benizledim@gmail.com

  • Aile Dağılıyor / Succession

    Dün yeni sezonunun ilk bölümü yayımlandı. Kaosa doymaya başlayacağımızı ilk sahneden anladık. Logan Roy'un tahtı daha mı güçlenecek yoksa Roman, Shiv ve Kendall o tahtı ele mi geçirecek göreceğiz. İlk sahnelerinin sadece birbirlerine karşı yüksek meblağ fiyat vermeleri ile başlayan Succession, klasikliği ile özlemimizi giderdi. Gelecek bölümlerde özellikle Logan'ın büyük satın alma olayından sonra Kendall, Shiv ve Roman neler yapacak merakla bekliyorum. Gelecek bölümlerde özellikle görmek istediğim sahneler var. Connor'ın başkanlık seçimlerinde bir kaos bekliyorum. Kendisi Logan'ın ittifakını kullanıp muhtemelen daha çok oy toplamak isteyecek. Fakat Kendall, Roman ve Shiv'in Logan'a karşı özellikle toplum tarafından sevilmeyen birinin karşısında durdukları için toplumdan iyi bir ivme alabilirler. Connor ise Logan'ın yanında olduğu için bence seçim günü ciddi bir kaosla karşılaşabilir. Gerri'nin Roman'ın yanında durması ve Frank'in de ilk sezonlarda olduğu gibi Kendall'ın yanında olduğunu görmek isterim. Eğer krallığının yok oluşuna şahit olacaksak Logan'ın bu sezonda da krallığının bir süre devam etmesi güzel olur. Fragmanda da gördüğümüz gibi Logan ATN çalışanlarına güzel bir hırs veriyor ve etrafta "Logan Roy" tezahüratları duyuluyor. Yani artık bu savaşın içine sadece Roy kardeşlerin değil, çalışanların da girdiğini görüyoruz. Özellikle Tom'un rolü çok büyük. Eski eşinin babasının ittifakında olması fakat Shiv'in ise ona karşı gelmesi büyük bir eğlenceyi bize hazırlıyor. Özellikle bu bölümde Shiv ile iletişim kurmaya çalışması ve kalbinin derinliklerinde ona karşı gelmek istememesi ve konuşamaması da güzel bir detay olmuş. Tom'un çok pasif olması ve Shiv'e karşı gelememesi de zaten dizideki sevdiğim detaylardan biri. Greg ise Tom'un yanında hediye paketi olarak geliyor. Asla kendisinin herhangi bir kişiliğine şahit olmamamız ise beni bazen sinirlendiriyor. Greg karakteri çok güzel bir piyon. Arada kendi kendine Logan'dan nefret etse de Tom için katlandığını anlayabiliyoruz. Kendisi de dedesine rağmen Logan'ın ittifakında. Yani bundan Logan'ın ittifakının tamamen nefret üstüne kurulu olduğunu anlıyoruz. İttifakındaki herkes, sevdiği insanlara sırt çevirmiş ve hizmet etmeye hazır. Bu sezondan kaos beklentim büyük. Dizinin son sezonunun olması da bu beklentimi güçlendiriyor. Succession 4. sezona çok başarılı bir şekilde başladı. Her bölümde bol kaos ve entrikaya hazırız. Logan Roy'un hanedanlığının bitmesi ümidi ile!

bottom of page