top of page

Arama Sonuçları

"" için 198 öge bulundu

  • Ateş Böceklerinin Mezarı

    "Neden ateş böcekleri bu kadar erken ölmek zorunda?" Spoiler içerir. Meslektaşı Hayao Miyazaki’nin çalışmaları, Studio Ghibli’nin 1980’lerdeki en popüler varlıkları olmaya devam ederken, izleyiciler üzerinde en büyük etkiyi bırakmış olan belki de Isao Takahata’nın filmleriydi. Yönetmenin o döneme ait en ünlü filmlerinden olan “Ateş Böceklerinin Mezarı” filmi, Akiyuki Nosaka’nın II. Dünya Savaşı sırasında açlıktan ölen kız kardeşinden özür dilemek adına yazdığı, Hotaru no Haka (1967) isimli yarı otobiyografik kısa öyküsünden uyarlanmıştır ve II. Dünya Savaşı sırasında hayatta kalmaya çalışan genç bir çocuk ve kız kardeşinin yaşadığı travmayı ele almaktadır. Kobe'nin bombalanması, II. Dünya Savaşı'nın son aylarında Japonya'ya yönelik yapılan en yıkıcı saldırılardan biriydi ve Japonya'nın en büyük altıncı şehrinde korkunç hasara yol açarak bir milyondan fazla insanın ölümüne neden oldu. Bu tarihten yola çıkarak Isao Takahata, orijinal tarihte var olan tüm anılara ve karakterlere hayat veren, savaşın diğer tarafını gösteren, derin duygularla dolu “Ateş Böceklerinin Mezarı” filmini yarattı. Bir an önce hayatta kalmayı öğrenmesi gereken iki çocuğun gözünden savaşa bakmak, her türlü senaryoya tanık olmak, farklı insanlarla tanışmak, izleyiciyi kesinlikle başka bir boyuta taşıyor... 1945’te genç bir çocuk olan Seita (Tsutomo Tatsumi), küçük kız kardeşi Setsuko (Ayano Shiraishi) ve ailesiyle birlikte Kobe’de yaşamaktadır. Savaş sırasında müttefikler tarafından düzenlenen bir hava saldırısından sonra, anneleri, vücudunda meydana gelen şiddetli yanma nedeniyle hayatını kaybeder. Deniz subayı olan babaları ise müttefik kuvvetlerle savaşmaktadır. Seita, kardeşi Setsuko’ya, onu savaşın zulmünden ve yaşadığı kederden korumak için annesinin ölümünden bahsetmemeye karar verir. Bu esnada teyzesinin yanına giden iki kardeş, diğer akrabaları gibi hayatta kalmaya çalışmak için elinden gelenin en iyisini yapmakta, kalan az miktarda erzağı toplamakta ve pirinç alabilmek için ellerindeki her şeyi satmaktadırlar. Ancak zaman geçtikçe teyzeleri, aile içinde şartların zorlaştığını dile getirir ve Seita’yı ulus için görevini yapmamakla suçlar. Bunun üzerine Seita ve Setsuko, teyzelerinin evinden ayrılarak yakınlarda bulunan terk edilmiş bir bomba sığınağına giderler ve burada yaşamaya karar verirler. İlerleyen haftalarda Seita, yeterli yiyecek ve içecek bulamadığı için Setsuko’nun zayıfladığını ve kız kardeşini artık savaşın karanlık yüzünden korumayacağını fark eder. Kayıp, hüzün, kıtlık, yoksulluk ve umutsuzluğun mükemmel bir şekilde yakalandığı filmde, ana karakterlerin sadece birbirlerine sahip olduklarını öğrendikleri, ağabeyin tüm güç ve cesaretini küçük kız kardeşine verdiği ve tüm bu duyguları aşama aşama iliklerime kadar hissettiğim en etkileyici dört sahne şu şekilde: -Küçük kız kardeşiyle ilk kez ateş böcekleriyle oynadığı, savaşın onlardan çaldığı masumiyetlerini, gülüşlerini ve komik anlarını bir an için geri kazandıkları sahne, -Yiyecekleri biterken, Seita’nın küçük kız kardeşine şişedeki son şekeri verdiği sahne, -Küçük kız kardeşi için tıbbi yardım istediği sahne ve -Küçük kız kardeşinin öldüğünü fark ettiği sahne... Ateş Böceklerinin Mezarı, bir savaş hikayesi ile reşit olma dramasını birleştiriyor. Kardeşler arasındaki ilişkide; Setsuko’nun masumiyeti ve yaşama arzusu ile Seita’nın kardeşine bakma ve sadece birkaç gün içerisinde yetişkin olma sorumluluğu arasında keskin bir tezat oluşuyor. Savaşın acımasız gerçekleri Japonya’ya sızdıkça, tüm yetişkinlerde bencillik ve vahşet ortaya çıkarken, çocuksu nitelikler kayboluyor. Bazen Setsuko’nun açlık çığlıkları hava sirenlerine karışıp yankılanırken, Seita ise küçük kız kardeşi için hırsızlık yapmak ve avlanmak zorunda kalıyor. Çelik griler, bulanık kahverengiler ve mürekkep maviler ekrana taşıyor. Neşe yok, umut yok… Seita’nın kız kardeşine sunabileceği tek küçük rahatlama, geceleri çıkan ateş böceklerinin ışıkları oluyor… Dünyadaki yerlerinden ve geleceğin ne getireceğinden emin olmayan, açlıktan ölmek üzere olan iki kardeşin ekseninde; belki de ekranda “gerçek iki insan” olmadığını unutturacak kadar iyi yapılmış ham ve amansız bir savaş portresi bu film. Diğer savaş filmlerinde olduğu gibi -özellikle Elem Klimov, Come and See (1985) ya da Andrei Tarkovsky, Ivan’s Childhood (1962)- Takahata film boyunca, masumiyetten fedakarlığın gerçek insanlığımızı nasıl kaybettirdiğine odaklanıyor. Masumiyet kaybının neye yol açtığının yanı sıra, tüm bunların ardından nasıl bir ulus geldiği sorusu da var. Erkek ve kız kardeşin hikayesi her zaman ön planda olsa da Takahata ayrıca yiyecek, içecek, barınak, temiz su ve şefkatin bulunmaz olduğu büyük kıtlık zamanlarından kaynaklanan travmayı da gösteriyor. Bunu, özellikle Seita, Setsuko ve teyzelerinin zamanla değişen ilişkilerinde açıkça görüyoruz. Temalarının yanı sıra, hikâyeyi oldukça iyi destekleyen animasyon ve karakter tasarımlarıyla da bu film için sanatsal bir başarı diyebiliriz. Özellikle filmin başlarında Kobe’nin bombalanma sahnesi, yıkım ve kaybın miktarını açıkça göstererek devamındaki birçok duygu türü için bir metafor haline geliyor. Ek olarak, besteci Michio Mamiya’nın yakıcı müziği, kayıp ve belirsizlik duygusunu baştan sona hissettirerek zaten can yakıcı olan bu filmin tuzu biberi oluyor. Müziklere ek olarak, film hakkında okuma yaparken karşıma çıkan ve filmi daha iyi anlamamı sağlayan renk kullanımına da değinmek istiyorum. Filmde kahverengi ve mavi renklerinin doğayı vurgulamasının yanı sıra, kadın ve erkek karakterlerin ayrımında kullanıldığını görüyoruz. Erkekler genelde kahverengi giyinirken; kadın karakterler ise mavi giyiniyor ve bu sayede savaş sahnelerindeki geniş planlarda kadın ve erkek karakterleri ayırt edebiliyoruz. Bu iki rengin yanında pembe ve kırmızının da ağırlıklı kullanıldığını görüyoruz. Geçmiş güzel günlere dönüldüğünde pembe rengin ağırlıklı olduğunu ve özellikle Setsuko’nun eşyalarının pembe olduğu detayı var. Burada karaktere ait olan çocuksu ve masum iç dünyanın yansıması olarak bu rengin tercih edildiğini düşünüyorum. Yanı sıra sihirli bir dünyanın kapıları aralandığında bütün renklerin yeşil ya da turuncu tonlarına evrildiğini görmek mümkün. Bu durum ise gerçeklikle bu yeni dünyanın ayrımını başarılı bir biçimde yapıyor. Ateş Böceklerinin Mezarı, filmin anlatı yapısında ve hissiyatın izleyiciye sunulmasında renklerin ne denli önem teşkil ettiğini bir kez daha kanıtlıyor. Ateş Böceklerinin Mezarı filmi benim için savaş hikayesinin yanı sıra, bir reşit olma dramı. Savaşın gerçek etkilerini bi’ nebze olsun hissetmek için, vicdan mastürbasyonu haline gelen gişe filmlerini değil, savaşın gölgesinde kaybedilen masumiyete kazınmış iki kardeşin yaşam mücadelesini anlatan bu filmi izlemenizi tavsiye ederim.

  • Dogman

    Eril dünyaya ait dogmaları doruklarında yaşadığımız, intikam ihtiyacının rahatsız ediciliğini iliklerimizde hissettiğimiz 2018 tarihli film; yönetmen koltuğunda, Matteo Garrone oturuyor. İtalya'yı, 'lasciatemi cantare' şarkısı eşliğinde pizza yiyen fresh kadınlar ve yakışıklı erkekler ülkesi olarak tasavvur ederiz; halbuki hayatın buz gibi gerçek yüzü, periferiye ait yoksunluğu, atalarımızca genetiğimize kodlanmış primitif davranış biçimlerini yüzümüze vurmakta çok gecikme göstermez. Marcello-Simone ikileminde bunun, yoğunlaşmış mikro bir örneğini izliyoruz. Simone, havladığı için küçük bir köpeciği buzluğa kapatacak kadar nefret edilesi bir karakter; yaptığı en kötü şey de bu değil üstelik. Zorbalığıyla, müptezelliğiyle, bencilliğiyle kötülüğün vücut bulmuş hali. O kadar ilkel bir adam ki yaptıklarına, dış dünyayı tam olarak algılayamayan vahşi bir hayvana verilen tepkiler verilebilir ancak. Marcello da bunu yapmaya çalışıyor. Bilek gücüyle yenemeyeceği, boyun eğmekten başka çaresi olmayan bu adamı öncelikle en iyi bildiği yolla, köpeklerle mücadele ettiği gibi ehlileştirmeye çalışıyor. Huyuna gidiyor, her istediğini yapmaya çalışıyor, arkadaş ayağı çekiyor, onda oynayabileceği bir yumuşak karın arıyor. Bu uğurda çaresizlikten hapis dahi yatıyor. Mükemmel bir adanmışlık. Ancak Simone, empati yetisi sıfır, sadece idiyle yaşayan bir adam; annesiyle olan ilişkisinde küçücük bir insaniyet kırıntısı görür gibi oluyoruz ama kurtarmıyor. Marcello, hiçbir şekilde ehlileştiremediği Simone'yi en sonunda, zekâsını kullanarak, ödül mekanizmasının da yardımıyla yola getirmeye karar veriyor. Çünkü onu alt edemezse kendi sosyal çevresinde kabul görme ve yaşamını idame ettirme şansı yok. Ve Marcello her şeye rağmen hayatına, işine, kızına sevgi duyan bir adam; inşa ettiği hayatı kaybetmek istemiyor, bildiği yolda var olma arzusu duyuyor. Bu tip bir filmin, mutluluğa yakın bitmesini bekleyemezdik; çünkü çok gerçek bir film. Ancak Marcello'nun örselenmişliğini başarılı sona ulaştırmasına rağmen bu kadar büyük bir çaresizliğin içine düşmesini izlemek de haddinden fazla acıttı. Her biri köhnelik paydasında birleşmiş "güzel" karelerle yüklü film, sondaki çaresizlik ve tek başınalık sekansıyla, ayağa kalkıp tebrikleri kabul etmeyi bekliyor. Bu konuda payı, olabileceğinin en yükseğinde olan Marcello Fonte de en iyi erkek oyuncu ödülünü haklı olarak kazanıyor.

  • Skrulllar Aramızda - Secret Invasion S1

    Marvel, Disney+ yayınlarına devam ediyor ve git gide evreni genişletiyorlar. Özellikle de bu seri yepyeni filmlere işaret veriyor. Umarım genişleyen evren, senaristlerin ve yapımcıların kontrolünden kaçıp kalite düşüşüne yol açmaz... Oldu bile. Spider-Man No Way Home filminden sonra diziler de dahil olmak üzere kalite düşüklüğü gözle fark edilebilecek şekilde. Özellikle de "She-Hulk". Dizide dördüncü duvar kırılarak kalitesizliğe ve değişen senaryolara bir eleştiri yer almıştı. Bu daha da rezil etse de Marvel'ı, onların da farkında olduğunu biliyoruz artık. Neyse ki bugünkü yapımlarında fazla bir kalitesizlik yok. Secret Invasion (Gizli İstila), Kreelerin, yuvalarını yok ettiği Skrulların, gezegenimize sığınmacı olarak gelip belirli haklara sahip olamadıkları aramıza sızıp dünyayı yönetmeye kalkmaları ve savaşlar çıkartmayı amaçladıklarını anlatan bir yapım. Nick Fury'nin 30 yıl önce dünyamıza getirdiği bu yaşam formları o günden beri aramızdalar. Artık bu sorunlar Nick'in sorumluluğunda; bu yüzden, bu sorunun üstesinden kendisi gelmeye çalışıyor. Avengers'dan yardım almıyor yani. Thalos'u daha önceden Captain Marvel filminde görmüştük, tanımıştık. Orada ailesini de görmüştük. Secret Invasion'da Thalos'un kızı G'iah ile tekrar tanışıyoruz. G'iah (Emilia Clarke), istilacı skrullarla aynı düşünceye sahipken, Nick Fury'nin tarafında savaşmayı tercih ediyor. Geçmişte öldürülen annesi ve geçtiği gün kaybettiği babası için Dünya için savaşıyor. Filmde kim kim anlayamıyoruz. Başkanlar, NATO, MI6, SWORD, FBI veya insanlar... Kim varsa. İnsan sandığımız kişi skrull, skrull sandığımız bir insan çıkıyor. Bazıları iyi bazıları kötü. Çoğunlukla kötü... Harika bir istila olduğunu fark edebilirsiniz. Hatta bu olay yıllardır neden her zaman insan gördüğümüzün kanıtı :D Çünkü sürekli bizler gibi görünüp bizler gibi yaşıyorlar. Bunlara Fury'nin karısı dahil. Evet bir skrull ile evli. Ama aralarında sorunlar var demek ki, hiç görmedik. Skrullar dünyayı ele geçirmek için bir çarpıştırıcı icat etmişler. Üstün DNA'ları kendilerine naklederek üstün güçlere sahip oluyorlar. Marvel filmleri boyunca gördüğümüz tüm gelişmişlerin DNA'ları Fury tarafından saklanıyor. Skrullar da onun peşinde. Ellerine geçerse dünyaya hükmederler. Düşünsenize, Endgame filminde gördüğümüz tüm gelişmiş formların güçleri bir araya gelmiş ve ordu oluşturmuş. Bunu görüyoruz dizide, evet. Super-Skrulls gerçek oldu! Uzun işlenmemiş bu konu, fakat çok daha büyük savaşa sebep olacağını düşünüyorum. Birçok skrullun sonu gelse de bu dizide, hâlâ dünyada milyonlarca skrull var ve sayıları artmaya devam ediyor. Sezon finali bölümünde G'iah bir Super-Skrull oluyor. İstilacı olan Gravik'i öldürüyor. Tüm Avenger'ların gücüne sahip tek kişi o. Bence Marvels filminde yer alacak bir karakter bu. Fakat bu kadar güçlü bir karakterin o basit filmde nasıl yer alacağı konusunda düşüncelerim çok. Marvel bizi şaşırtıp oraya koyabilir. Dizide şaşırdığım olay, Maria Hill'ın en başta ölmesi oldu. Yine insan sorguluyor o da skrull muydu acaba diye? Dizinin başında Ajan Ross'u görmek, sonra dizinin üç bölümü boyunca Rhodes'u izliyoruz sanmamız... Hepsi skrull! Kim kim anlamıyoruz. Nick bile skrulldu dedim. Ne de olsa daha "Far From Home" filminde gördük. Thalos'muş. Bu dizi boyunca birçok DNA'dan farklı güçler gördük. Onlardan gösterilen genlerin sahipleri şunlar: Avengers Captain America, Thor, Hulk, Black Panther, Winter Soldier, Captain Marvel. Galaksinin Koruyucuları Gamora, Drax, Groot, Mantis. Asgardlılardan Valkyrie, Korg Diğer gelişmiş formlar; Abomination, Ghost, Thanos... Hatta Thanos'un çocuklarından Black Order'dan Corvus Glaive, Proxima Midnight, Ebony Maw, Cull Obsidian. Avengers'ın ilk filmindeki uzaylı formlarının DNA'ları bile o listede bulunuyor. Dizi ara dolduran bir film aslında. Amacı çizgi romanlarda etkisi büyük olan ama filmini yapmaya değmeyen konuları dizide hızlıca işlemek. Hızlı işleseler de filmden daha uzun oluyor evet. Ama serüveni güzel oluyor. Bu dizi ile artık hükümetler, insanlar arasındaki ucubelerden nefret etmeye başladı. Amerika Başkanı ilan etti bu savaşı. Çeteler, örgütler, askeri güçler artık insan olmayanları avlamaya başladı. Bu da bana 20. yüzyılda Almanların yaptığı bir soykırımı hatırlattı. Marvel evreninde olanı ama :D MUTANTLAR! Bu filmin X-Men'e ya da bu ismi saklarlarsa bir süre daha gelecek filmlerde mutantları göreceğiz. İnsanlar sadece uzaylılara değil, insanların içine saklanan mutantları da skrull avlarken bulacaklar. Artık mutantlar saklanamayacaklar. Bu da bizleri X-Men filmlerine ve Fantastic 4 filmlerine hazırlıyor olacak. En sonunda ortaya çıkan gelişmişler ve mutantlar da bize Secret Wars filmini sunacaklar. Aklıma gelmişken... Deadpool'un yeni filminde skrull görme şansımız çok yüksek bence. Hep beraber bekleyelim. Umalım ki senaryoyla beraber CGI da iyi olur. 2008'deki gibi bir şölen yaşayalım değil mi? Bu arada Marvel ilk kez after credit sahnelerine yer vermedi bir yapımda. Hiçbir bölümde yoktu. İzlediğim filmleri ve dizileri, önerilerimi kaçırmak istemeyenler buraya tıklayabilir! 🙂

  • Nolan’ın Yeni Deliliği Oppenheimer

    Bu sene izlediğim en iyi filmler arasında yerini aldı. Direkt böyle başlamak istedim çünkü gerçekten çok başarılı bir film olmuş. Uzun zamandır kaliteli dram/gerilim arası bir film izlemek istiyordum ve Oppenheimer bu isteğimi fazlasıyla karşıladı. Biyografi olduğu için belki, hikaye hakkında çok bir şey ekleyemem; ama kurgu, görsel efekt, oyunculuk hakkında olumlu yönde söylemek istediğim şeyler var... Öncelikle Nolan’ın bu filme vermek istediği etkiden bahsetmek istiyorum. Filmin bazı sahneleri siyah beyaz, bazı sahneleri ise renkli. Siyah beyaz sahneler objektif tarihi yansıtırken, renkli sahneler ise Oppenheimer‘ın subjektif bakış açısını gösteriyor. Yani Nolan yine imzasını atmadan devam edememiş. Bu tarz sinematografi ve kurguya güzellikler katan detayları çok beğeniyorum, filmi daha ilgi çekici hale getiriyor. Hikayeden de bahsetmek istiyorum, fakat yazının devamı spoiler olacağı için filmi izlemeyenlerin okumayacağını varsayıyorum. Buradan direkt hikayenin akışına odaklanabiliriz. Filmi izlerken “Acaba neden yargılanıyor?” sorusu aklımdan çıkmadı. “Keşke şimdi öğrensem“ dediğimi hatırlıyorum. Fakat sonrasında bu düşüncem tamamen yok oldu. Senaryo çok güzel yazılmış ve olay sıraları, bir yandan kafa karıştırsa da bir yandan anlaşılmasını sağlıyor. Bu dengeyi biyografi gibi dikkatle incelenmesi gereken filmlerde kurmak zordur. Nolan yine bunun altından çok başarılı bir şekilde kalkmış. Hatta oyuncuların mimikleri ve müziklerle bile o etkiyi çok güzel vermiş. Görsel olmayan efektlerden bahsetmeme bile gerek yok. Nolan gibi bir dahi-deli tabii ki de patlama sahnelerini görsel efektsiz yapacaktı. Sinemayı sevmeme katkı sağladığı için kendisine teşekkür ediyorum. Robert’ın kendisi ile objektif ve subjektif çatışmasının, dev IMAX kamerası ile izleyiciye verilmesi tam etkiyi yansıtmayı rahatlıkla başardı. Sahne sahne Robert’ın vicdani paradoksu, yukarıda bahsettiğim gibi objektif ve subjektif çatışması ile üstünde büyük bir baskı kuruyor. Bu baskıyı diyaloglardan öte sinematografi ile veren Nolan, sadece Robert değil diğer oyuncular ile de bunu sağlamış. Belki sadece zaman akışı ile alakalı olumsuz bir yorum yapabilirim. Aslında film bize 12-15 seneyi gösteriyor. Bu bir tık canımı sıksa da planlaması çok başarılı olduğu için yumuşatılmış ve fark edilemeyecek bir şekilde izliyoruz. Bir yandan pozitif bir yandan da negatif bir etki oldu. Bir filmde diyalogları az tutarak çekimler ile psikolojik baskıları, korkuyu ve kaygıları aktarmak günümüz sinemasında daha kolay aşılabilen bir engeldir. Fakat bence biyografi filminde bunu aktarmak düşünülenden daha zordur. Çünkü sizin izleyiciye aktardığınız şey gerçekliğini koruyan bir olay, birey. Bu konuya özellikle değinmek istememin sebebi de günümüz sinemasının şu an bundan maalesef ki kalite açısından uzak olması. Bahsetmesem olmazdı fakat Oppenheimer galası sırasında yaşanan grevler sebebi ile birçok sinemacı hak ettiği maaşı alamıyor. Netflix gibi büyük şirketler ise bu durumu pek takmıyor. Netflix‘i hepimiz biliyoruz. Basit ve tahmin edilmesi kolay içerikler üretmeye bir süredir devam ediyor. Bence bunun da sebebi grevin asıl odağı olan büyük şirketlerin sinemayı aşırı basitleştirip yapay zekaya odaklanması. Evet yapay zeka hayatımızın her alanında olacak fakat bu durum şu anki sinema dünyasının kalitesini ve içerikleri çok basitleştiriyor. Her neyse biz konumuza dönelim. Bir diğer bahsetmek istediğim şey ise oyunculuklar. Oyunculuklar çok başarılıydı. Her oyuncunun özenle seçildiği belliydi. Sadece ana karakterler değil; filmde, tarihte adını duyduğumuz fizikçiler, mimarlar, mühendisler gibi her oyuncu tam tadındaydı. Bu da tabii zaten çok başarılı olan filmi daha da başarılı hale getirdi. Son söylemek istediğim birkaç şey var. Bunlardan biri özellikle, Hiroşima’ya atılan bombanın etkisi. Şairliğe yeni başladığım zamanlarda bana büyük ilham olan bir kitap var. Oktay Akbal’ın “Hiroşimalar Olmasın” kitabı. Kendimi bağdaştırdığım ve beni çok etkileyen bir kitaptı. O hikaye sayesinde şu an olduğum noktada iyi ve kalıcı bir şairlik deneyimi yaşadım. Beni bu kadar etkileyen hikayenin sanırım bir nevi perde arkasını da izlemek ayrı bir hissiyat verdi. Sabahın dördünde gittiğimden de olabilir sanırım. Artık her filmi güneşin doğuşuna paralel olarak izlemeye gidebilirim. Kısacası beklentilerimi fazlasıyla karşılayan bir film. Her şeyi ile beni etkilemeyi başardı. Sinema açısından yaşanan bu sıkıntılı günlerde en azından “kaliteli sinemanın” ölmediğini öğrenmek iyi hissettirdi. Şimdi sıra Barbie izlemekte.

  • Spider-Man'den Fazlası Peter Parker

    Çizgi romanlardan, dizilerden ve filmlerinden tanıdığımız, mahallenin dost canlısı Örümcek Adam'ı herkes tanır ve çok sever. Çocuklar, onun gibi hoplar zıplar; onun kostümlerini giyip, maskelerini takarlar; Örümcek Adamcılık oynarlar. Hatta yetişkinler bile bunun etkisine girip eğlenebiliyor. Peki bu Örümcek Adam neden bu kadar çok seviliyor hiç düşündünüz mü? Spider-Man 1962 yılında Amazing Fantasy #15'de ilk kez çizgi roman okurlarıyla tanıştı. Stan Lee ve Steve Ditko'nun, dünyayı değiştirecek olan bir çalışmasıydı bu. Genç okurların hayal güçlerine hitap eden bu karakter, ilgi çekici kostümü ve mücadelesiyle yıllar içinde en başarılı karakterden biri olarak tanınmaya başlandı. Birçok çizgi romanı ve Wonder Woman veya Captain America gibi karakterleri geride bırakmayı başardı. Bu başarının en büyük sırrını aslında Spider-Man maskesinin altındaki çocuğa borçular: Peter Parker'a! Peter, henüz bir lise öğrencisiyken DNA'sı değiştirilmiş bir örümcek tarafından ısırıldıktan sonra hayatı tamamen değişiyor. Ne kadar süper güçlere sahip olsa da o hâlâ bir çocuk. Öğrencilerinden zorbalığa uğradığı okulu, hoşlandığı kız MJ, Ben Amcasından emanet kalan May Yengesi... Ben Amcası ona bir söz söylemişti, hepiniz bilirsiniz: "Büyük güç büyük sorumluluk getirir." Kendi çocukluğunu ve Spider-Man'in koruması gerektiği insanların aynı anda onun sorumluluğunda olması Peter'ın birçok hata yapmasının sebebini açıklıyor. Peter Parker'ın güçlü olmasının sebebi örümcek güçleri değildir. O, maske değildir! Tamamen onun içindedir. O ısıran örümcek, ona sadece bir yol gösterdi. Peter'ın kendi kostümünü dikmesi, diğer süper kahramanlar gibi lüks bir hayat yaşamayıp kirasını geciktirdiğini, arkadaşlarına olan bağını, onun azimli ve çalışkan biri olduğunu gösterir. Peter Parker, Örümcek Adam'a güç verendir. Marvel Sinematik Evrenindeki "Örümcek Adam" filmlerinde olağan üstü bir karakter gelişimi bulunuyor. Bunu hemen bu videoda anlattım. Göz atmayı unutmayın. Demek istediğim şu... Cadılar Bayramı geldiğinde neden herkes Spider-Man oluyor? Neden Peter Parker maskesi takmıyorsunuz?

  • Tales of The Walking Dead

    The Walking Dead, 2010 yılından günümüze kadar süren bir seri. Bu seri her geçen gün daha da genişlemeye devam ediyor. Klasik TWD dizisinden, Fear TWD ve TWD World Beyond serilerinden sonra klasik seri final yapmaya karar vermişti. Birkaç yeni dizi daha duyurmuşlardı. Asıl uzun seriler başlamadan hemen önce bir kısa seri daha yayımladılar. Tales of TWD! Bu seri 6 bölümlük mini bir dizi diyebilirim. 6 bölümü de farklı hikayeler anlatıyor. Bu bölümlere biraz göz atalım. Bir de benim görüşlerimi dinleyin. EVIE / JOE Bu hikâye en hoş hikayelerden biri bence. Sevilen oyuncu Terry Crews’i oynatarak iyi etmişler bence. Hem Terry’yi görmek güzeldi hem de dizinin devam etmesi için ünlü bir isim gerekliydi. Çünkü ben dahil birçok kişinin dikkatini çekmemişti bu seri. Joe (Terry’nin canlandırdığı karakter) ve Evie’yi anlatan bu hikâye kıyamet gününden beri yalnızlıkla mücadele eden iki kişi. Joe, köpeğini bir aylak baskınında kaybediyor. O günden sonra geçmişte internette tanıştığı bir kadını bir umutla aramaya çıkıyor. Yolculuk sırasında Evie ile tanışıyor. Evie çabucak ona güven besleyemiyor ama yavaş yavaş alışıyorlar birbirlerine. Joe ise çok hızlı güven besliyordu. Bu yapısı gerçekten öne çıkıyor. Bu hikâyenin bahsettiği şey aslında güvendir. Evie, güven sorunu yaşadığı için geçmişte kocasından ayrılıyor. Kocasına güvenmediği için bir işi bitirmiş mi bitirmemiş diye onu kontrol etmeye gidiyor. Joe ise kolayca güvendiğinden internette tanışmış olduğu bir kadını bulmaya gidiyor. İkisi de aradığını buluyor. Evie, güvenmediği eski kocasının sözünde durup çizmesi gerektiği tabloyu çizdiğini görüyor. Joe ise çok güvendiği kadının sığınağına gidip onun saldırısına uğruyor. Meğer kadın internetin delisiymiş :D Bir an internetten tanıştıklarınıza güvenmeyin de diyebilirdim. Ama o zaman sanki Black Mirror tarzı ortaya çıkıyor gibi olurdu :D Sadece “güven” diyelim. BLAIR / GINA Bir DEJAVU hikayesi bu. İki karakterin sürekli ölüp tekrar aynı zamanı yaşamalarını anlatıyor. Bu kısır döngüde Gina aslında bir büyücüyü temsil ediyor. Yani asıl karakterimize ders verecek olan gösterge. Blair, bir sigorta şirketinin yöneticisi. Kendini düşünen bir pisliğin tekidir. Geçmiş yıllarda Blair’e kanser teşhisi konmuş ve yalnız ölmek istemediğinden bir sevgiliye sahip olmak istemiş. Kendini o kadar düşünüyordu ki sadece ona sahip olmak istiyor ve kendisini önemsemediğini fark edemiyor. Hatta sigorta şirketinde çalışanlarını da düşünmediği ortada. Herkesin bir hayatı var ve onları düşünmediğinden onları sürekli çalışmaya zorluyordu. Gina’nın bir gün marketin yağmalandığını fark etmesi, bagajdan silah çıkartması, yakıt tankerini çalmaya çalışırken onlarca defa ölmesi ve her ölümünde yanında Blair’in olması tesadüf değil. İkisi sürekli beraber ölüp beraber doğuyorlar. Gina ile sohbetlerini geliştirirken Blair, bencilliğinin farkına varıyor. İnsanlarla empati kurmanın önemli olduğunu ve başkalarını da düşünmemiz gerektiğini anlatan bir hikâye bu. Fakat çok dandik bir hikayeydi diyebilirim. TWD kendi gerçekliğini yaratmış bir evren olarak dejavu yaşattıkları üstün bir bakış açısına yer vermesi garip geldi. Ama bu yoldan kolayca kıvrılmışlar. Bölümün sonunda Gina’nın attığı teoriye göre Blair’in aslında çoklu kişilik bozukluğu çektiği dile getirildi. Ben buna inanarak bir mantık oturtmak istedim. Siz ne düşünüyorsunuz? DEE Alpha’yı bir kez daha görüyoruz. Ama bu sefer daha eskiyi. Henüz Alpha değilken. Bir teknede nehirde yolculuk yaparak, teknede çalışan bir Dee görüyoruz. Kızı Lydia da onunladır. Teknenin yöneticisi Brooke, Dee’yi sevmese de Lydia’yı çok sevmektedir. Bir düzen kurmuştur ancak bu düzeni bozan insanlar da aralarındadır. Dee bunu fark eder ve yine sesini çıkartır. Sevilmeyen bir karaktere kimse inanmaz değil mi? Dee, tekneyi basan insanlardan kızını kurtarıp kaçıyor. Güçlü olduğunu göstermek istiyor. Neden? Çünkü Brooke gibi güçlü bir kadının, kızına daha iyi annelik yaptığını gördüğünden kıskanıyor. Kaçtıkları kıyıdan biraz içeride Whispers, Dee ve Lydia’yı buluyor. Arada flashforward sahneler karşımıza çıkıyor. Burada Whispers’ın başındakini indirdiğini ve en güçlünün kendisi olduğunu gösteren rekabet belirtilmiş. Yine bu hırs TWD dizisinde de vardı. Birçok canı yok etti. Dee’yi biraz daha tanıdığımız bu spinoff bölümünü nasıl buldunuz? Bana soracak olursanız bu bölüm diğerlerinden kötüydü. Hırsı, rekabeti ve kıskançlığına yenik düşen birinin kıyamet sonrası dünyada güçlenmek istediği bir hikâye bu. Sadece Dee için değil, bütün dünyadaki Alpha’ları temsil eden bir karakterdi. AMY / DR. EVERETT “Circle Of The Life” çalıyordu sürekli kulaklarımda, bu bölümü izlerken. Dr. Everett bir bilim insanı ve duygularına göre hareket etmemeyi tercih eden biri. Ama bir ölüye kafasını takması, tamamen yoğun duygularının kanıtıdır. Ölmüş bir arkadaşı olunca tek duyguyla işini yapıyordu. Ta ki, arkadaşının hortlamış bedeni, gölde timsah tarafından yenilene kadar. Arkadaşlarını kurtarmak için yardım isteyen Amy’ye yardım etmedi, sırf doğanın gereği diye. Ama arkadaşının yürüyen ölüsü için bu kuralı yıkacak bir bencildir kendisi. Bu hikâyede doğayı korumaya çalışan insanları görüyoruz ama korurken yine bencilliğimiz yüzünden hatalar yapan insanoğlunu görüyoruz. TWD evreni için… O dünyada o virüsün yayılmasının sebebi varsa yine suçlusu insanlardır. Savaşmak yerine, cahillik yerine insan olarak hareket edilse her şey çözülebilir. Fakat karışmayalım insanlara… Circle of The Life! DAVON Karşınıza çıkan yabancılar yeni bir umut olabilir. Tabii yeniliklere, yeni dünyalara kendinizi açarsanız. Bu bölüm bir Fransız topluluğun, Davon adındaki siyahi karakteri suçlamasıyla başlıyor. İddia ettiklerine göre Davon katildir. Çünkü uyandığında bir ceset elindedir. Bunu insanlar görünce tabii ki onun katil olduğunu düşünürler. Fakat göründüğü gibi değildir. Uyandığı an, aslında ayıldığı andır. Hemen öncesinde olan tüm anıları flashback olarak görüyoruz. Fransız topluluğu, Davon’u tedavi ettikten sonra misafir ediyorlar. O da bir ses duyup evin bodrumuna iniyor. Sonra onu misafir eden ailenin, çocukları kaçırdıkları ve öldürdüklerini görüyor, öğreniyor. Davon’u görünce ev sahibi Amanda, peşinden gidiyor, onu öldürmeye çalışıyor. Davon, kaçamasın diye onu kendine kelepçeliyor. O sırada aside düşen Amanda ölüyor. Bunu gören Amanda’nın oğlu (asıl katil) Davon’a boru anahtarıyla vuruyor ve onu bayıltıyor. İşte bundan sonra “katil” diye seslerle uyanıyor. Burada size bir özet geçtim çünkü izlerken kafası karışan olabilir. Sanki “Memento” filmi gibi sonradan gelen hafızayla sahneleri izliyorduk. Bu hikâyede insanları yargılamanın, insan değerlerinin, yeni umutların bakış açıları izleyiciye sunulmuş. Tabii bu hikayeleri sentezlemeden izlemek de olur. Ama bu 6 bölümün amacı aslında insan ve topluluk ilişkisi hakkında. LA DONA La Doña! La Doña! Ölümün ardından bu iyi ruhların yeri evleri olur. Idalia ve Eric’in, masum insanları öldürdükten sonra Maria adında bir kadının tanıdığı dedikleri eve, La Dona’nın evine giderler. Doña Alma, evini onlara açsa da misafirleri o öldükten sonra evi sahipleniyor. Dona’nın inançlı biri olduğunu anlarız. Bir Hristiyan olduğu evin dekorundan anlaşılıyor. Latin toplulukların inancında da ruhlar hep insanların çevresindedir. Bu inanç vurgulanarak filme izleyici bakış açısıyla korku süsü katılmış. Idalia’nın da aynı kültürden olduğu anlaşılıyor. O, Dona ile defalarca kez karşılaşırken, Eric sadece konuşan bir papağan ile uğraştı. Bir papağan konuşamaz; sadece, duyduklarını tekrarlar. Bu yüzden o kuşun söylediklerini gerçek bulmuyorum. Eric’in öldürdüğü insanların sesi olabilir. Idalia’ya geri dönelim. O ise evi işgal ettiklerini düşünüp vicdan azabı çekmektedir. Eve girdikleri için değil ama… Suçsuz insanları öldürdükleri ve rahatça orada yaşadıkları için. Kıyametin yaşandığı bir dünyada, zorluklarla uğraşan insanlar varken vicdansız insanların rahatça yaşadığı hayatlar öne çıkıyor bu hikâyede. Bu 6 bölümlük seri beklediğim gibi değildi. İlk duyurulduğunda evet biraz heyecanlanmıştım ama zorlama çekilmiş hepsi. O kadar iyi senaryoya sahip değil. Aynı zamanda da böyle bir temada insanlığa ders vermenin biraz gereksiz olduğunu düşündüm. “Tales of TWD” böyle bir isim verip daha derin hikayeler anlatabilirlerdi bence. Bu seri aslında kaybedilen değerleri ve nasıl savaşılması gerektiğini gösteriyor. Durumu kötüye giden bir dünyada korkular artar, dertler artar, düşmanlar artar… Bir sınavın göstergeleri aslında bu 6 bölüm. Tabii gerçeküstü olaylar ele alınıp anlatılmak istenmiş. Ama şunu bilin, bu hikayelerin hepsi gerçek. Çevrenizdeki insanlara, siyasetçilere, iş adamlarına veya mahallenizdeki dostunuza bakın. Dünya’nın sonu geldiğinde hangisine güveneceksiniz? Hangisinden nefret edeceksiniz? Hangisi sizin düşmanınız olacak? Hayatı akışına bırakmayı mı denemeli? İzlediğim filmleri ve dizileri, önerilerimi kaçırmak istemeyenler buraya tıklayabilir! 🙂

  • Hanedanlığa Veda: Succession

    Bir aile şirketine ve Amerika'nın en büyüğüne veda ediyoruz. Her güzel şeyin bir sonu vardır. Roy ailesine ne kadar güzel diyebiliriz o belki muamma, fakat kocaman bir süreci beraber atlattık. Zor ve iz bırakan bir veda oldu. Bu sezon ve bölüm beni zaman zaman mutlu etse de zaman zaman da üzdü. Belki final daha farklı olabilirdi. İlk bölümlerden ve karakterlerin gelişiminden başlamak istiyorum. Bu sezona başlamadan önce fragmanlardan çıkardığım ilk şey şu oldu: "Roy ailesi duygusal bir darbe alacak". İzlediğimiz en duygusal ve ağır sezondu. Logan'ın ölümü, kardeşlerin sürekli birbirlerine ihanet etmesi... Aslında klasik bir Roy ailesi olsa da Logan'ın hayatını kaybetmesi bu akışı daha duygusal bir yere taşıdı. İlk bölümlerde Shiv, Kendall ve Roman şirketi satıp satmamak konusunda ikilem yaşıyorlar. Şirketi üçlü olarak devam ettirip yönetimi ele almak istiyorlar. Tabii, Logan bu duruma her zamanki gibi karşı çıkıyor. Her şey alevleniyor derken, Logan'ın çocuklarına karşı alevlendiği anda üzücü bir haber alıyoruz. Maalesef Logan hayatını kaybediyor. Dizinin en büyük kırılma noktası bu. Bundan sonra kardeşlerin ihanetleri başlıyor. Logan eğer hayatını kaybetmeseydi bu sezonda Roman'ın büyük bir dönüş yapacağını düşünüyordum. Özellikle diğer kardeşlerine göre babasına daha çok bağlı. Cenazede yaşadığı duygusal anlar ve sonrasındaki tepkilerinden de bunu anlayabiliyoruz. Diğerlerine göre daha ağır bir duygusal süreç yaşıyor. Sevinçli bir gün olan Connor'ın düğünü ile beraber ölüm haberiyle sağlam bir darbe alıyor. Duygulardan yavaşça uzaklaşarak biraz daha şirkete geçelim. Logan'ın en büyük amacı ATN'i Gojo'ya vermek. Fakat Roy kardeşler bu duruma karşılar. Mattson'ı ve ekibini ziyaret ettiklerinde, Logan'ın bu kararının olumsuz olacağını düşünüyorlar ve satmamaya karar veriyorlar. Fakat tek başlarına buna karar vermek pek katkı sağlamıyor. Bu süreçte şirketin başında Kendall ve Roman yer alıyor. Shiv de onların üçüncüsü olmamak için Roman ve Kendall'ın arkasından Mattson ile bir anlaşma sürdürüyor. Buraya kadar aslında en aşkın anlardayız. Devamında ise asıl olaylar başlıyor. Bir diğer bahsetmek istediğim şey ise, Logan'ın eski vasiyetinde Kendall'ın ismini yazması. Kendall'ın ismi 2. sezonun bitişine çok güzel gönderme olmuş. Bahsettiğim gönderme; Kendall'ın hapse girmek istememesi ve suçu babasına attığı sahnede Logan'ın ekrana bakarak gülmesi. Nicholas Britell'in eşsiz besteleri ile devam eden sezonumuz, iyi bir ikinci darbe ile sarsıldı. Shiv'in seçim gecesi Kendall ve Roman'a ispiyonlanması. Aslında yine klasik bir Roy kardeş ihaneti, ama bu ihanetin ifşalanması sanırım Shiv'in gözünü açan ilk adım oldu. Bu aşamada, en başta Mattson'dan uzaklaştı ve Tom ile arası bozuldu. Mattson ile samimi olması Shiv'in, Mattson'daki kalıcılığını uzattı. Hatta kendisinin, şirketin başına geçeceğine de inandı; fakat olmadı. Üstüne, Tom'dan da darbe alınca her şeyi üst üste yaşadı. Ama bence bu sezonun Roman'ı, Shiv oldu. Sürekli olarak faz değiştirdi. Özellikle en son sahnede Kendall ve Roman'a iyi bir darbe atarak imzasını da atmış oldu. Yani aslında Tom'u, Shiv'in kendisi tahta yerleştirdi. Bir yandan Shiv'in bu hamlesi, Tom ve Mattson'ı daha kolay alt etmek olarak anlamlandırılabilir. Kendall ve Roman ile sürekli git gelli ve ihanet üstüne kurulu ilişkileri var. Fakat Mattson ile daha yeni bir ilişkileri var ve onları bu konuda alt etmek daha kolay. Tom ise büyük bir istisna oldu. Shiv'in hamileliği, Tom ile nefret ve aşk ilişkilerini alt üst etti. Roy kardeşlerden bile daha şiddetli bir ilişkiye döndü. Son olarak, Tom'dan bahsetmek istiyorum. Tahmin ettiğim oldu ve Tom şirketin başına geçti. Greg bile bu sürecin dışında kaldı. Aslında Tom'un bu hamlesi tahmin edilebilirdi, fakat garip bir nefret toplayarak bitirdi diziyi. Belki de kendisinden beklemediğimiz bir hamle olduğu için olabilir. Kısacası bu sezon çok sürpriz darbeler aldı. Epey şaşırdığımız anlar da yaşandı; ama sonunda, Logan'ın hanedanlığı son buldu. Biz de bunu bekliyorduk. Nicholas Britell'in besteleri, son ses dinlenerek yavaşça veda ediyoruz. Bu güzel dört koca sezon için teşekkür ediyorum. Succession gibi kaliteli dizilere hasret kaldık. Umuyoruz ki HBO bu kalitedeki yapımlarına devam eder.

  • Pearl (2022) - Dirençli Kadın Ruhunun Çürüttüğü Kurtlu Bedenler

    Kadın içgüdüsüne ön yargıyla yaklaşan bir toplumun tam karşısında ayakta duran Pearl hikayesine odaklanıyoruz. Filmin başlangıcında renkli kıyafetiyle özgürce dans eden Pearl’ün karşısına annesiyle arasındaki zayıf ilişkisi çıkıyor. Ötekileştirilmiş hissine kapılması, Pearl için kabus olan çiftlikten kurtulmak istemesinden başka bir şey değildir. Yavaş yavaş deliliğe teslim olan çiftçi ailenin dirençli ruhlu kızı Pearl, çürümüş bedenlerle, tıpkı eşinin savaştığı gibi savaşmak zorundadır. Pearl'ün, sıradanlaşmış bu kalıbın içinden kurtulmak için hayallerinin peşinden gitmesi gerekecektir. Geride bıraktığı ailesini, arkadaşını, ‘sevgilisini’ çürümüş bedenlere teslim edecektir. Bir gün geleceğine inandığı kocası Howard (Alistair Sewell) onu bıraktığı gibi bulamayacaktır. Çünkü bir kadının savaşması her şeyi değiştirebilir. Neyle savaştığını bilirse… Bir timsahı; ördekle, sonrasında ailesiyle beslemenin, onu ne kadar kimlik arayışındaki sevgisizliğe sürüklediğini görüyoruz. Saplantı haline getirdiği her objenin, metafor ile objektif görülmeye hazır kılınmış, bir o kadar da ince işlenmiş sahneleri zihinlerde sorgulatması tedirginlik duygusunu beslerken; aynı zamanda da hayallerine kendini serbest bırakan bir Pearl izliyoruz. Ötekileştirilmeye mahkum olmak istemeyen Ti West'in, ‘Pearl’ filminde kırmızı rengin tonlarına odaklanması, bu muazzam tasarımın dokunuşu olmayı ihmal etmiyor. Bir yandan duygu metaforuna ayna tutan nesnelleşmiş ekmek, kırmızı elbise ve kurtlanmış domuz unsurları Pearl için yeni bir hava kazandıran derin hallerde sergileniyor. Ti West’in, duygu yüklü işlerin yanı sıra zekanın bedenle eşleşmesine ayna tutan (metafor) unsurlara hizmet vermesi, korkunun doğasına da Mitzy (Emma Jenkins Purro) için duyguyu bastırarak dışa vurmasını sağlar. Olağanüstü ikili sahnesinde izlediğimiz dışa vurum, Pearl için ne kadar aldatıcı bir eksiklik olsa da kendini tamamlamak için yapması gerekenlerden ibarettir. Korku, gerilim, aksiyon ve psikolojik döngüsel kavramlara hizmet ediyor. Yalnız, korku, gerilim ve aksiyonun sıradanlaşmış yapısını bozmaması da yer yer üzmedi değil. Aksiyonu kırmak, gerilimi yaşatmak için klişe standartlarının dışına çıkılması işin daha da inandırıcılığını artırabilirdi. Lakin, kompozisyon kurgusundaki doğrudan rastlantısal kimlik bunalımına bir örnek. Pearl gibi içsel karmaşanın dönem dönem eleştirisine de şahit oluyoruz. Bu gibi karakterlerin problematiğinde eksik duyguları kanıtlama içgüdüsü evrensel bir mücadelenin de altını çiziyor. 1918’de birçok Amerikalı erkek denizaşırı ülkelerde savaşırken; geride kalanların, İspanyol gribinin dehşetiyle boğuşmaya bırakıldığı bir yılda başlar. Döneminde herkesi delirtebilecek bir durumdur. Ti West için de anlam yüklediği Pearl, kabus dolu bir çiftliğin karanlığına sürüklenir. Şahit olduğumuz şiddet eylemleri kimi zaman da istediğine ulaşmak için bu yolda her şey mübahtır söylentisi Pearl’ü haklı çıkardığında seyiricinin sempatisini de kazanıyor. Hikaye kurgusunda sıradanlaşmasının dışına çıkılması aslında Pearl’ün yaptıklarının farkında olması sağlıyor. Sevgisizliğini, ilgisizliğini dile getirdiği kısımlarda sahip olduğu büyünün farkında olması onu hayallerine açılan çürümüş bedenlerle baş başa bırakıyor.

  • Miles Morales ve Çoklu Evren Deliliği

    Spiderman filmlerinin en iyisine kırmızı halı serme zamanımız geldi. Bildiğimiz gibi Marvel, bir süredir çoklu evrenler üzerine filmler yapıyor; hatta gelecek fazlar, yani 5,6 ve 7 tamamen çoklu evrenlere odaklanacak. Yani bir noktada aslında bunun bir sonu yok. Sony ise Marvel'ın bu yorumuna saygı duyarak kendi bünyesi altındaki karakterleri de aynı çizgide tutuyor. Yazının devamında Sony ve Marvel olarak ayırmadan tek faz altında değerlendireceğim. *Devamında spoiler var!* Öncelikle bu filmin genelinden bahsetmek istiyorum. Aşama aşama değerlendirebiliriz. Şarkıları yine çok başarılı, animasyonları yine hayran bırakan türden. Aynı çizgiyi çok güzel korumuşlar. İzlerken yine aşık oldum diyebilirim. Kurgu ve hikayeden öte bu filmin çizerleri, animasyonlarını kurgulayan ekip büyük bir tebriği hak ediyorlar. Her sahnesi, hareketi birbirleri ile uyum içinde. Bence hepimizin beklentisini fazlası ile karşıladı diyebilirim. Marvel'ın Miles ve Faz 4 Planı Şimdi de konusundan ve Marvel'ın gelecek planlarından bahsetmek istiyorum. Bu konu çok çalkantılı olsa da bahsedilmesi gereken çok ince çizgilere sahip. Öncelikle zaten bu fazın başından beri Marvel'ın çoklu evrenlere odaklanacağını biliyorduk. Bunu yavaş yavaş çizgi romanlara paralel bir şekilde götürmeye çalıştı. Başarılı olduğunu da söyleyebilirim. Eksik olduğu çok nokta olsa da benim gibi çizgi romanlarla filmlerden önce tanışmış biriyseniz az çok mutlu olmuşsunuzdur. Çünkü Marvel'ın laneti hep çizgi romanlarla paralel ilerlemek istemesi ama yapamaması olmuştur. Bunu kırdığını söyleyebilirim. Ama gelecek yapımlardan bahsetmeden önce genel olarak bu filmde ne gördük ve devamında veya faz 5'te karşımıza neler çıkabilir onları konuşalım. Bu filmde çizgi romanlarda gördüğümüz nerdeyse bütün spidermanler ile karşılaştık. Sinema evreni dahil hepsini gördük. Yani çoklu evrenleri ciddi anlamda detaylandırdık diyebilirim. Hatta fark ettiyseniz Community dizisinden tanıdığımız Childish Gambino da filmde vardı. Kendisi normalde Aaron Amca'nın sinema evrenindeki versiyonuydu. Hatta televizyonda arkada bir sahnede kendisinin Community dizisindeki spiderman pijaması giydiği bölüm bile vardı. Küçük ama tatlı bir Easter Egg idi. Favorim Miguel O'Hara oldu. Kendisi çok güzel işlenmişti. Çizgi romanlarla da uyumlu ilerliyordu. Hikayesi ve karakter gelişimi de aynı şekilde. Gelecek filmde muhtemelen kendisinin geçmişine daha çok odaklanacağız. Çünkü Miles'a kendisinin çoklu evrenlerde yarattığı bir hata yüzünden kaybettiği şeylerden bahsederken tam hakim olamadık. Bence onun öyküsünü daha iyi dinlemeliyiz. Spiderman Far From Home filminde bütün Peter'ların toplandığı sahnede, hepsinin teker teker kaybettikleri insanları anlattıkları an gibi olmasını istiyorum. Yani biz seyircileri duygusal açıdan daha tatmin edecek sahneler olabilir. Miles'ı, Marvel bu açıdan zekice kullanmalı. Kendisini izlediğimizden daha mı güçlü yoksa daha mı zayıf gösterecek? Gelecek faz 4 ve 5 yapımları için şu şekilde konuşabilirim; bu film, animasyon ve aslında ana zaman çizgimizden uzak bir dünyada geçiyor. Fakat bu durumun da şu an izlediğimiz faz 4'e bence iyi bir katkısı olacak. O da şöyle olabilir, What If? Dr. Strange bile belki gelebilir. Evet bu ihtimal olmamalı, sonuçta, odağımız spiderman evreni; ama yine de ihtimali var. Ben Spiderman karakterini düşündüğüm zaman aklıma direkt Secret Wars ve Moon Knight geliyor. Bu da beraberinde Daredevil'ı da getiriyor. Hala cevaplanmamış çok sorumuz var biliyorum, ama yine de teorilerle devam edebiliriz. Özellikle şu an olaylar daha karmaşık hale gelmişken teori yapmanın tam zamanı. Onu da belki bir Moon Knight, Venom, Daredevil ve Spiderman takımı ile kurtarabiliriz. Odaklandığımız, zaman çizgisinin ana olayları en son Guardians Of The Galaxy ile devam etti. Onun çok öncesine gitmemiz gerekiyor. Ben faz 4 ve 5 için biraz daha çıkmamış yapımlara odaklanmak istiyorum. Yani bir çizgi roman okuyucusu gözü ile bakmak istiyorum. Şu an Marvel'ın yapması gereken şey bence daha çok Spiderman'e odaklanmak. Spiderman sağlam bir kilit karakter oldu. Dr Strange, Loki ve Wanda üçlüsü sonrası Spiderman'e daha çok odaklanmalıyız. Çünkü çizgi romanların faz 4'e göre sıralamasını yaptığım zaman Secret Wars, Civil War 2 ve WW Hulk yapımları karşıma çıkıyor. Bildiğimiz gibi, Moon Knight karakteri Spider-Man ve Punisher gibi kahramanlarla ortak çalışmıştır. Captain America tarafından Secret Avengers’a davet edilip farklı görevlere de gönderilmiştir. Hatta Amazing Spider-Man #353 – 358 arasında yayımlanan Secret Empire kapışmasına katılan ekipte de kendisi vardır. Yani Spiderman'in genel yapımları için özetlemem gerekirse kendisi kilit kahraman özelliğini taşıyor. Ana konumuza devam edelim. Kısacası bu film çok güzeldi. İzlerken tekrar tekrar hayranlık duydum. Tam bir çizgi roman filmiydi. Beklediğime değdi. Animasyonların hikaye ve görsellik bakımından bu kadar başarılı olması, özellikle çizgi roman filmi olunca, beni çok mutlu ediyor. Easter egglerle dolu bir filmdi. Özellikle senaryonun çok güzel çoklu evren inceliği içermesi beni ayrı mutlu etti. Çünkü çoklu evren mevzusu şu an Marvel ve Sony içinde izleyeceğimiz ana kurguyu oluşturduğu için dikkatli işlenmesi önemli. Bu yazıda belki filme çok odaklanamadık ama biraz odağın faz 4'e ve devam yapımlarının bu filmle olan bağlantısına çevrilmesini istedim. Kısacası bu film kesinlikle 9/10'u hak ediyor. Devam filmini sabırsızlıkla bekliyor ve Metro Boomin'in listesini son ses dinlemeye devam ediyorum!

  • AIR: ''Aveneu 23''

    Hayatının anlaşmasını yapmak için hayatını ortaya koyan, enerjisini etrafa bulaştıran adam Sonny Vaccaro ile tanışmanızı öneririm; hele de spor ayakkabısı şirketiniz varsa... Nike'ın, elbette, Sonny’den önce de başarılı bir şirket olduğunu hepimiz biliyoruz. Nike kurallarını çiğneyerek, belki de Micheal Jordan’a inanarak açtığı bir savaşı; hem anlaşma ile hem de Micheal Jordan’a olan güveni ile taçlandıran bir azmin hikayesi. Bir parantez de filmin adını taşıyan efsaneye açalım; Michael Jordan bir süperstar oldu ve oyun tarihinin, tartışmasız en büyük basketbol oyuncusu oldu. Ve filme adını veren ayakkabı Air Jordan, tüm zamanların en çok tanınan ve en çok beğenilen spor ayakkabısı oldu. Sonunu bildiğimiz bu film, bize,kendini nasıl izletiyor peki? Ben Affleck’in oyunculuğundan gelen aldatıcı ışıltının altında yatan sır, büyük yönetmenlerle çalışmış bir görüntü yönetmeni tercih etmesi olmuştur. Air'i, aynı bir hediye paketine benzetebiliriz. Jordan gibi biz de filmin sonunda paketi açtığımızda mutlu oluyoruz. 1984 kadar eski bir moda eğlencesinde, Sonny’nin Jordan’a sunacağı anlaşma kadar gergin, yeni Ben Affleck filmi karşımıza çıkıyor. Affleck, Nike'ın, sadece kendisi için değil, aynı zamanda Nike için de önemli olan bir ayakkabı yaratarak Jordan ile nasıl imzaladığını anlatıyor. Damon ve Affleck eski iki yakın arkadaş. Bu ikili, Nike’ın basketbol ayakkabılarında dünya markası olmak için bütün bütçelerini iki, üç oyuncu yerine; ona, yani Jordan’a yatırmaya karar verirler. Klasik bir engelleri aşarak sonunda ödüle kavuşulan, kafa dağıtmalık iki saatlik çerez. Damon, genç Kuzey Karolina guardını yüzyılın yeteneği olarak gören ve onu daha havalı Converse ve Adidas gibi sıkıcı markalardan uzak tutmak için amansızca genç Kuzey Karolina guardının peşine düşen Sonny Vaccaro'yu canlandırıyor. Affleck ise Nike'ın kurucu ortağı ve eski CEO'su Phil Knight ile karşımıza çıkıyor. Sakinliği ve kurumsal kibrin ilgi çekici bir karışımı ile Affleck, bizlere, yönetmenliğinin yanında zanaatini de gösteriyor. Ofiste çıplak ayakla dolaşıyor ve mor olmasına rağmen üzüm renginde ısrar ettiği bir Porsche’si var. Evet, sevgili okuyan, 84 model, üzüm rengi bir Porsche. Vaccaro, bu hikaye ile bizim de böyle bulutların üstünde bir başarı hikayesi çizebileceğimizi hissettirdi. Uzaktan bakınca Air reklamı gibi duran bu film, aslında vizyonu ve işinde iyi olan insanları, ofisleri ve ayakkabı üretim yerleri ile anlaşmanın sonunda sizlere NBA’in kapılarını açıyor. Greetings To MICHEAL JORDAN & CORONA

  • Bilmemek

    Filmin asıl olayı LGBTİ+ miydi, örselenmiş evlilik sendromu muydu, evlilik içi eril tahakküm müydü, aldatan evli kadın mıydı? Her biri başlı başına babayiğit olacak konuyu bir araya getirmek zor zanaat, nitekim öyle de olmuş. Evet, en nihayetinde hepsi bir “bilmemek” paydasında toplansa bile tekilde fazlasıyla yüzeysel kalmış. Güzel noktalar var; boncuk gözlü başrol çocuğun, ruhunu vererek büründüğü rolü gibi. Kazandığı, umut veren genç erkek oyuncu ödülünü her zerresiyle hak etmiş. Annemiz de mutsuz kadın rolünde başarılıydı, ancak atla deve bir payı olduğunu da söyleyemeyiz. Ben, babanın oyunculuğunu başarılı bulmadım; bu kadar basit bir rol, bu kadar kötü oynanabilirdi hatta. İnsan, sarhoş rolü bile yapamayacaksa bu taraklarda neden bezi olur anlam veremedim. Atarlı giderli sert çocuk babanın, karşısına çıkan ilk zorlukta yıkılması, sesinin çıkmaz olması, araba kullanamayacak hale gelmesi; pasif annenin de dirayet timsali olup tüm işleri, ağlayarak da olsa yürütmesi bir miktar klişeydi. Ama göz ardı edilebilir bir miktar. Benim, filmin ayakta alkışladığım kısmı, su topu oyuncusu ergen zorbalar ve onların sahneleriydi. Hepsi özenle, tek tek seçilmiş; günümüz z kuşağına özgü tavırlar kokan gerçek karakterlerdi. Hani, eşcinsel olabilirsin ama bunu bize söyleyeceksin, ikiyüzlülüğü. Eskinin, homoları dövelim mantığından bir tık evrilmiş; temelde aynı, ancak modernlik iddiasıyla, “güven” kalkanına saklanmış. Müthiş bir işçilik. Hele hele maviş başrolün kankası Tunç’un tavırları; arkadaşını, ne yapacağını kestiremeyen ürkek savunuşları, en sonunda eline yüzüne bulaştırışları. Çete liderinin, olaylar yaşandıktan sonra geri adım atamayışı ama ileri de gidemeyişi. En iri yarı ve sezardan sezarcı oğlanın, vicdan azabı içinde, geri dön Tülay diye ağlamaları. Hepsi cuk oturmuş. Son olarak, günümüz Türkiyesi için queer sinema, "her şeyin içine bir eşcinsellik koyuyorlar bıktık ya" seviyesinden çok ama çok uzakta. Bizler, "eşcinsel ama ne yapsın elinde değil hastalık bu" diyenlere bile, ehveni şer kabilinden, en azından öldürülsün demiyor diyecek haldeyiz. Bu nedenle, yönetmen Leyla Yılmaz’a cesareti ve başarısı nedeniyle ne kadar şükran duysak azdır; her ne kadar, günün sonunda yine biz söyleyip biz dinliyor olsak da.

  • Holy Spider/Kutsal Örümcek

    “Eyvah! Meclise Hizbullahçılar mı girdi? Olamaz! Yoksa İran mı oluyoruz?” korkularını ciğerimizde hissettiğimiz şu günlerde izlenmesi halinde insanı anksiyete krizine sokan bir film çekmiş Ali Abbasi 2022 yılında. Sanki bizlere acı acı gülerek diyor ki, siz daha korkmaya yeni yeni başlarken biz çoktan alıştık, kanıksadık bile. Gerçekten, filmin başrolü, kendini mesleğine adamış, gözü pek ve cesur gazeteci Rahimi Hanım, aykırı karakterine rağmen, filmde yaşanan her türlü pislik ve hukuksuzluğa, kadınlara özgü çaresiz bir alışmışlık halinde. Tek istediği, bari, suçluların bir şekilde açığa çıkıp cezalarını çekmesi. Örselenmiş kadın sendromunun bir adım gerisindeki bu alışmışlığını, otel odasını basıp kendisine sigara veren ve ardından, otel odasında erkeklerle baş başa sigara içtiği için onu namussuzlukla suçlayan polis sahnesinden açıkça görüyoruz. Rahimi, dişli karakterine rağmen ne bağırıyor, ne şaşırıyor ne de kötü bir söz söylüyor; tek yaptığı, adamın arkasından sigarasına tükürmek gibi işlevsiz ve zavallı bir eylem. Gelelim, katilimize. Katilimiz Said esasen sessiz, saygılı ve silik bir karakter. Karısına ve çocuklarına iyi davranıyor, tam bir aile babası; özellikle kızına çok düşkün. Muhtemelen majör depresyonda, kendine bir hayat amacı arıyor. Dinin, bu tip bir boşluktaki kimselere yardımcı olması bakımından tehlikeli bir ince çizgisi var: kişiyi, kelimenin tam anlamıyla teskin ve mutlu edebilir; yahut, filmdeki abartılı örneği gibi çeşitli dışsal faktörlerle birleşip bir canavar da yaratabilir. Filmde Said, İran İslam Cumhuriyeti’nin kendisine verdiği yetkiyle, sokağın desteğini de arkasına alarak “ahlaksız” kadınları öldüren bir seri katile dönüşüyor. Said kendini görevine o kadar adamış ki, evine getirdiği seks işçilerine yönelik hiçbir cinsel davranışı olmuyor; tek bir kereliğine, maktuleye küçük bir cinsel temasta bulunuyor ve akabinde derhal tövbe ediyor. Öyle ya o, kendi karısıyla bile yoğun istek üzerine lütfen sevişen bir adam. Said’in karısı, filmde neredeyse çocuklarla eşdeğer zavallılıkta bir karakter. O kadar acınası bir konumda ki söylediği sözlere kızamıyoruz bile. Orta doğu toplumlarında, kadına verilen tek büyük görev olan annelik ve karılık yapma konusunda hem hevesli hem de becerikli. Kendisine göre çok yaşlı ve çirkin olan kocasına tapıyor; onun için giyinip süsleniyor, iyi huylu ve sevecen. Katil olduğunu öğrendiğinde dahi kocasını, doğru olanı yaptığı için sahipleniyor. Aslında, doğru olanın ne olduğuna dair bir fikri olmadığını görüyoruz, ezberden konuşuyor; kocası hapse girerse kendisine sunulan tek seçeneğin, sahip olabileceği tek dünyanın yok olacağını biliyor ve yok olmaması için kendini paralıyor. Filmin en sonunda, Said’in oğlunun, küçük kız kardeşini de kullanarak babasının, kadınları nasıl öldürdüğünü betimlediği sahneyi son derece yersiz buldum. Oğlanın, babası ve olaylar karşısındaki konumunu; kendi ailesi eliyle suça sürüklenen çocuğa dönüşecek olma ihtimalini, filmdeki ayrıntılardan güzelce anlayabilmiştik. Bu kadar abartarak gözümüze sokulmasına anlam veremiyorum; bazı yönetmenler, izleyiciyi kıt akıllı sanıyor. Bu tip bir filmde idam cezasına değinmeden geçmek olmaz. Evet, kendi kendini ahlak polisi ilan eden, küçük dünyasına bir anlam katabilmek için, kendi değer yargılarına göre insan öldürmeyi amaç edinmiş soğukkanlı suçlulara dahi idam uygulanmamalıdır. İdam, bir cezalandırma türü değil, devlet eliyle işlenen bir öldürme suçudur.

bottom of page