top of page

Arama Sonuçları

"" için 198 öge bulundu

  • The Exorcist: Believer - İzleyiciyi Enayi Yerine Koyan Korku Filmi

    The Exorcist (1973) filmiyle sinemayı sevmiş, akademik olarak da sinema üzerine uzmanlaşmış biri olarak bu filmi izlemem, üzerine de bir şey yazmam gerekiyordu. -Fragmanı filmin kötü olacağına işaret etse de- Bunun dışında hiçbir şekilde üzerine yazıp, çizilmeye değer bir motivasyon görmezdim. Film, orijinal "Exorcist" konseptini benimsemeye çalışmış. İlk kez bu filme giden izleyiciler, tipik "perili ev" korku filmi klişeleriyle karşı karşıya kalacaklar. Nitekim "The Conjuring" ve "Insidious" gibi aniden ortaya çıkan korkutucu sahnelerin bol olduğu bir yapım söz konusu. İlk filmi izlememiş olmanız, bu filmi anlamanızı engellemez. Ancak salt bir korku filmi olarak sıkıcı gelebilir. The Exorcist evrenine uzaksanız gitmeye değmez. Dikkat: Aşağıdaki bölüm ağır spoiler içerir. Kitabın ortasından konuşacağım. Bu, nihayetinde şeytan çıkarma filmi. Ancak çok sorunlu bir anlatımı var. Filmin içerisinde şeytanın musallat olduğu kızlarla ilgili derinlemesine bir tanıtım yok. Fragmanda ne gördüysek filmde de aynı şeyler var. Bir kız yerine iki kızın seçilmesinin, senaryonun çatışmasında şöyle bir anlamı var: "Şeytan, ikisinden birisini seçmen için ultimatom veriyor" ancak, kızların içine giren şeytan ve sonrasında hangi kızın hayatta kalması gerektiği konusunda seyirci olarak kararsız kaldığımızda, duygusal ikilem formülü işe yaramıyor. Karakterleri yeterince tanımadığımız için, ailelerin vereceği kararların etik ve felsefi boyutları bizde bir etki yaratmıyor. İlk filmde Regan karakterine duyduğumuz sempati, onun yaşadığı değişimleri izlerken, küçük bir kızın, bir canavar tarafından esir alınması izleyici olarak, karaktere karşı korkuyla karışık acıma hissi yaşatabiliyordu. Belki de bu yüzden Linda Blair, Regan rolüyle bu kadar özdeşleşti. Orijinal The Exorcist, kitap olarak da büyük bir satış başarısı göstermişti ve bu başarılı kitabın, film senaryosuna aktarılması sürecinde olayların öznesindeki karakterlerin daha derinlemesine işlenmesine olanak sağlanmıştı. Ancak bu filmde senaryonun yeterince derinleşmediğini düşünüyorum. Görsel efektler ve zıplatıcı sahneler, izleyicileri iki saat boyunca uyarmayı başarıyor. Ancak bu uyarılma deneyimi, günlük yaşamınızda hoşlanmadığınız biri tarafından aniden korkutulmanızla eşdeğer. İlk filmde, korkularımızın derinliklerine inen bir karakter gelişimi ve olay örgüsü vardı. Bu filmde yok. 2023 yılında yapılan bir filmdeki"Şeytan Çıkarma"sahnesi çok etkileyici olmasa da beklentiyi karşılıyor. Günümüzde orijinal filmi izleyip, görsel efektlerini ve makyajlarını komik bulanlar için bu filmdeki "şeytan çıkarma" sahneleri tatmin edici olabilir. Ancak bazı detaylar çok belirgin ve abartılı. Örneğin, kızın alnında ters bir haçın olması. İlk filmde Regan'ın yüzü, doğal bir korku yaratmak için ikonik bir makyajla kaplanmıştı. Bu filmde genel olarak makyaj iyi olsa da bazı belirgin işaretler göze çarpıyor ve bu durum beni rahatsız etti. Orijinal filmdeki sahneler genellikle durağan ve geniş açı çekimlerle yapılmış, sinematografi kullanılarak Regan'ın odasının korkunç bir atmosfer yaratılmasına yardımcı olmuştu. Bu nedenle oda, yatak ve diğer dekorasyon ögeleri kendi başlarına ikonik bir hal almıştı. Modern korku filmlerinde, özellikle James Wan'ın yönettiği filmlerde (örneğin "The Conjuring") bu etkiyi görmek mümkün. Ancak bu film, orijinal filmin dehşet veren anlatımını anlamaya çalışmak yerine, günümüz sinemasının klişelerini kullanıyor. 1973 yılına yapılan referanslar oldukça ilginç. Film, orijinalinin ilk sahnelerini daha hareketli bir şekilde yeniden canlandırmış. Farklı olayların iç içe geçtiği sahneler, bir Afrika şehrine seyahat eden bir çiftin perspektifinden sunulmuş. İlk film Irak'ta başlamıştı ve zamanla medeniyet değişikliğiyle Georgetown'a geçiyordu. Aynı referans bu filmde de korunmuş. İlk filmde, şeytan çıkarma sahnelerinden daha çok, kızın rahatsızlığının ne olduğunu anlamak için yapılan tıbbi testler vardı. Bu filmde ise bu testler, çok hızlı bir şekilde gösterilmiş. Muhtemelen, 1973 versiyonundaki gerçekçi olmayan tıbbi tetkiklerin canlandırılmasından kaçınılmış. İlk filmin anne karakteri Chris, kızı Regan'ın başına gelen olaylardan sonra bir kitap yazmış. Ancak bu hikâyede bazı mantık hataları göze çarpıyor. Chris karakterini canlandıran Ellen Burstyn'in bu filmde oynamasının sebebi, yüksek bir ücret teklifi almasıydı. Ancak bu durum, filmin kalitesiz olacağını önceden gösteren bir işaretti. Ellen Burstyn, dünyanın en iyi kadın oyuncularından biri olarak, kariyerindeki en önemli filmlerden birinin mirasını bu filmde riske atmış görünüyor. Ezcümle bu film, izleyicisini enayi yerine koymaya çalışan başarısız bir film. Enayi yerine koymak için de ilk filmin bütün nimetlerinden yaranmaya çalışıyor. (tam anlamıyla bütün) 2. ve 3. devam filmleri anons edilmişse de aynı yönetmen tarafından yapılacağını düşünmüyorum.

  • Izgnanie/Sürgün

    Dönüş filminde tanıdığımız duygusuz koca ve melanet babayı 2007 tarihli bu filmde, aşık bir koca ve merhametli bir baba figürü olarak görüyoruz. Tabii, elinde çiçeklerle gelmiş, akşam yemeği hazırlayan bir erkek hayal etmeyelim; filmin geçtiği dönem bazında bir aşk ve merhamet buradaki. Ama adamın sırtına yüklenen ataerki, onun yerine kararlar veriyor; babamız, toplumsal baskının bir piyonu. Aslında içten içe zayıfça da olsa direnmeye çalışıyor, zavallı düzeydeki içsel çatışmasını film boyunca gözlemliyoruz ama nafile; testosteron ve eril hegemonya bir olup onu alaşağı ediyorlar. Bu baskının en kötü yanı, onun gazıyla aldığımız kararların sonuçlarına tek başımıza katlanmak zorunda oluşumuz. Bu yükle omuzları çökmüş, filmin sonunda vicdan azabıyla yerle yeksan olmuş bir adam görüyoruz. Filmdeki ataerkiyi ayan beyan izlediğimiz bir diğer nokta, annesini evde yabancı bir erkeğin yanında salya sümük ağlarken gören el kadar oğlan çocuğunun, annesinin neden ağladığını değil, adamın orada ne aradığını sorgulaması ve bunun hesabını açıkça sormaktan da çekinmemesi. Tıpkı bizdeki namus cinayetlerini hazırlayan zeminler gibi; hatta öyle çok da uzaklara gitmeye gerek yok; orta doğuda nefes almış her kadının babasından, abisinden, eşinden, flörtünden duyduğu yerli yersiz sorgulamalar gibi. Filmin ilk yarısı oldukça durağan, neler döndüğünü anlama çabasıyla geçiyor. Mutsuz bir kadın var, ince derdi kısa süre içerisinde ortaya çıkıyor. Evlilik içi mutsuzluk hapishanesini anlayabilmek kolay bir meziyet değil; bunu sindirip, çiftlerin yaptığı abes davranışlara hak vermeye çalışmak içinse böyle bir hapishanede bir müddet bulunmuş olmak gerekiyor. Bu nedenle, mutsuz kadınımızın, kocasına neden böyle büyük bir ihanet ettiği yalanını söyleyip dertsiz başına dert açtığını anlamlandırabilmek her izleyicinin harcı değil; ama o anlayanlar ki onlar hayatın sırrının bir kısmına vakıf olabilenlerdir. Andrey Zvyagintsev, erkek tarafı olmakla birlikte o insanlardan biri olduğunu böylelikle göstermiş. Filmi oluşturan mükemmel fotoğraf karelerinden bahsetmeye korkuyorum, insanın bu kadar güzel görüntüleri betimleyebilmesi için Yaşar Kemal olması gerekiyor. Sanki yönetmenin elinde halihazırda eşsiz manzaralar varmış da sırf bunları gösterebilmek adına bir kurgulama yapılmış, bazı oyuncularla anlaşılmış gibi. Kendisi, Tarkovsky’nin ardılı olarak görülse de ben bu filmdeki capcanlı renkler itibariyle Bergman’dan da esintiler sezmiş bulundum naçizane… O kadar aydınlık bir film ki aslında karanlık depresyondaki bir Rus filmi içinde olduğumuzu ve o biçim ruhsal hezeyanlar barındırdığını unutuyoruz. Tüm bu anlamlılık çabasına rağmen, yönetmenin çıkış filmi Vozvrashchenie/Dönüş’ün çarpıcı akıcılığı karşısında temposunun biraz düşük kaldığını kabul etmeliyiz. Öyle bir şaheserle beklentiyi arşa çıkardıktan sonra herkesin işi bu kadar zor olurdu tabii; neyse ki sonradan, Elena, Leviathan ve Nelyubov/Sevgisiz gibi filmlerle kendisiyle birlikte tekrar arşı görüyoruz. Belirtmeden edemeyeceğim, filmin son sahnesinde şarkı söyleyen çiftçi kadınların olayını tam olarak anlamak için muhtemelen yedi göbek Rus olmak gerekiyor. Şahsen ben, bunca kasavetin üstüne kendimi bir anda Şoray Uzun Yolda izliyormuşum gibi hissedip hafifçe dumur oldum.

  • Vahşi Batıda Ölmenin Milyonlarca Yolu

    Kara mizah ve komedi denince en iyi yapımlar arasında Family Guy dizisi ilk akla gelen isimlerden biri. Family Guy, Ted serisi ve birçok yapım gibi bu film de Seth MacFarlane’nin bir ürünüdür. Kara mizahın ve abartılı anlatının Western ile buluştuğu noktadayız. Birazcık spoiler var yazıda, bilginiz olsun! Ben filmi izlemenizi öneririm. İzlemeden sakın okumayın yazımı. Sakın! A Million Ways To Die In The West filmi benim izlediğim en iyi filmler arasında. Bu filmi nasıl açıklayacağımı bilmiyorum ama garip bir şekilde sizleri eğlendiriyor. Family Guy dizisi gibi akla gelen her unsurun gösterilme çabası bazen sıkıyormuş gibi hissettirse de sahnenin sonuna koydukları nokta atışı bir mizansen izleyicide aptalca bir tebessüm bırakıyor. Bu film, Batıda zar zor hayatta kalmaya çalışan Albert Stark’ın aşk hikayesini anlatıyor. Köye gelen yabancı bir kadının, ona hayatta kalması için nasıl ilham kaynağı olduğuna tanık oluyoruz. Albert’ı izlerken film boyu dedim ki, “Aynı Peter Griffin”. Evet! Aynı o. Zaten kendi yazıp kendisi yönetiyor, kendisi seslendiriyor Seth MacFarlane. Uyuz oluyorsunuz, utanıyorsunuz izlerken. Bu his çok acayip etki bırakıyor izleyicide. Karakterlerin bu etkileri harika ama sadece bu değil. Film dolu dolu gönderme içeriyor. Hatta farklı filmlerden, gerçek dünyadan, gerçek oyunculara kadar her şey var. Yine birçok dine karşı kara mizahı da yer alıyor Seth abimizin. En sevdiğim ve duyunca haykırdığım göndermelerden bahsetmek istiyorum. İlki, Kızılderili dilindeki “Tamam, Bir Dakika” anlamına gelen kavram; Mila Kunis! (Family Guy'ın umursanmayan aile üyesinin sesi) Bunu duyunca çok çok gülmüştüm ilk izleyişimde (3 kere izledim filmi). Ahırdan çıkan parlamaları merak edip kontrol etmeye gidince karakterimiz Albert, Christopher Lloyd’un canlandırdığı profesörü ve arabasını görüyoruz filmde. Bu filmin en iyi yanı bu. Beklenmedik bir anda sizleri mutlu edebilecek, tahmin edemeyeceğiniz bir sürpriz çıkartıyor. Aynı Family Guy dizisi gibi. Yine filmin sonunda Tarantino’nun Zincirsiz filmindeki Django da geliyor. Arada bir sahnede sadece ölmesi için getirilen Ryan Reynolds da var. Ölmek demişken, film boyu her sahnede beklemediğiniz anlarda sürekli ölümler gerçekleşiyor. O kadar komik ve iğrenç oluyorlar ki. Ben bayılıyorum bu filme. Bu ölümler zaten filmin asıl anlamı. İsmini de buradan alıyor. Bu filmin adı “A million ways to die in the west”, ama Türkçe'ye “yeni başlayanlar için vahşi batı” olarak çevirmişler. Bu ismi beğenmediğim için ben “Vahşi Batıda Ölmenin Milyonlarca Yolu” diye sizlere anlattım. Hem içeriğe de uygun oldu :D Ölümle alakalı son bir şey. Bilirsiniz her zaman, izlediğimiz filmlerde kötü karakter ölürken acı çeker, konuşmalar olur, son bir vaat olur… Fakat bu filmin sonunda Albert kötü karakteri öldürürken direkt ölür, aynı gerçek hayat gibi. Bu da beklenmedik bir olay ve yine güldürüyor. Film saçma ve komedisi olan bir film. İzlenince pişman olunmayan, hatta herkesin herkese önerebileceği türden bir film. (+18 herkes tabi) İzlediğim filmleri ve dizileri, önerilerimi kaçırmak istemeyenler buraya tıklayabilir! 🙂

  • Filmekimi'nde Bu Filmleri Kaçırmayın! (Filmekimi 2023)

    Cannes, Venedik, Toronto gibi uluslararası festivallerde dünya prömiyerini yapan ödüllü filmleri Türkiye'yle buluşturan Filmekimi, bu sene 13-22 Ekim’de İstanbul’da, 20-22 Ekim’de İzmir’de gerçekleşecek. İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından 22’nci kez düzenlenecek Filmekimi’nin biletleri 4 Ekim Çarşamba günü 10.30’da başlayacak Lale Kart üyeleri için indirimli ön satışların ardından, 7 Ekim Cumartesi günü 10:30’da genel satışa açılacak. Ben İzledim ekibi olarak Filmekimi'nde kaçırmak istemediğimiz, merak ettiğimiz birçok film var. Sizin için bu filmleri listeledik :) Filmekimi'nden sonra, bu filmleri yorumladığımız yazılarımızı da kaçırmayın! * Biletler passo.com.tr'de. Detaylı bilgi için: http://filmekimi.iksv.org/tr/bilet-bilgileri **Görme engelli festival takipçileri, bu yıl Filmekimi’nde yer alan 7 filmin sesli betimlemesine Turkcell’in Hayal Ortağım uygulaması üzerinden operatör fark etmeksizin ücretsiz ulaşabilecekler. 1. Poor Things Kapanış Filmi Yönetmen: Yorgos Lanthimos Oyuncular: Emma Stone, Mark Ruffalo, Willem Dafoe, Ramy Youssef, Jerrod Carmichael, Margaret Qualley, Christopher Abbott, Damien Bonnard Ülke: ABD, İngiltere, İrlanda Süre: 141 Dk. Ödüller: Venedik Altın Aslan En İyi Film Yorgos Lanthimos, The Favourite'ten beş yıl sonra Poor Things ile karşımızda. Emma Stone Victoria döneminde, ölüyken diriltilen Bella Baxter rolünü üstleniyor. Sıradışı yöntemleriyle dikkat çeken dahi doktor Godwin Baxter, ölen Bella’yı tıpkı Dr. Frankenstein gibi diriltir. Dünyayı kendi gözleriyle görmeye aç Bella, havalı bir avukatla kaçıp birlikte kıtaları aştıkları bir maceraya atılır; döneminin ön yargılarından ve baskıcı kafasından azade yeniden doğduğu için eşitlik ve özgürlüğün savunucusu olur. Yıldız dolu oyuncu kadrosuyla da öne çıkan Poor Things, The Favourite ve Cruella’nın da senaryolarını yazan Tony McNamara tarafından Alasdair Gray’in 1992 tarihli romanından sinemaya uyarlandı. 2. Priscilla Açılış Filmi Yönetmen: Sofia Coppola Oyuncular: Cailee Spaeny, Jacob Elordi, Dagmara Dominczyk, Raine Monroe Boland, Emily Mitchell, Luke Humphrey Ülke: ABD, İtalya Süre: 113 Dk. Ödüller: Venedik En İyi Kadın Oyuncu (Cailee Spaeny) Marie Antoinette’te masalsı dünyalarda geçen karakter merkezli gerçek hayat hikâyelerini başarıyla sinemaya aktardığını gösteren Sofia Coppola yine gözler önünde olan ikonik bir karakteri ele alıyor. Film, daha yeni yetme yaşlardaki Priscilla Beaulieu’nun bir partide Rock’n’Roll dünyasının dev yıldızı Elvis Presley’yle tanışmasıyla başlıyor. Elvis kısa zamanda Priscilla’ya heyecan aşılayan bir âşık, yalnızlığını paylaşacağı bir yoldaş, hassas bir dost oluyor. Çizdiği son derece duygu yüklü, olağanüstü ayrıntılı bu aşk ve şöhret portresinde Sofia Coppola, dünyayı sallamış bir efsaneyi, eşinin bakış açısıyla gözlemlerken bir yandan çalkantılı bir evliliğin karanlıkta kalan noktalarını aydınlığa kavuşturuyor. Eylülde Venedik Film Festivali’nde Altın Aslan için yarışan Priscilla, Priscilla Presley’nin 1985 tarihli Elvis ve Ben adlı anı kitabından esinleniyor. Presley aynı zamanda filmin idari yapımcılarından. Filmin senaryosunu yazan, yapımcılığını ve yönetmenliğini de üstlenen Coppola “Böyle abartılı, yüksek bir ortamda genç kadınlığını geçirdi Priscilla, biraz Marie Antoinette gibi” diyor. 3. Strange Way of Life Yönetmen: Pedro Almodóvar Oyuncular: Pedro Pascal, Ethan Hawke, Jason Fernández, Manu Ríos, José Condessa, George Steane, Pedro Casablanc, Sara Salámo Ülke: İspanya, Fransa Süre: 31 Dk. (Bu film Almodóvar’ın The Human Voice / İnsan Sesi adlı kısa filmiyle birlikte gösterilecektir. Toplam süre : 62 Dk) Silahlı kovboyları, tozlu çölü ve parlak renkleriyle Almodóvar usulü kuir bir western, gözalıcı bir kısa sürpriz… 1910 yılında geçen filmde bir adam çölü aşarak yirmi beş yıldır görmediği eski dostunu ziyaret eder. Geceyi birlikte geçirseler de ikisinin de asıl amacı farklıdır. Cannes’da özel bir gösterimde dünya prömiyerini yapan Strange Way of Life’ın ortak yapımcılarından biri Saint Laurent ve renkli kostüm tasarımlarının esin kaynakları da James Stewart’tan Kirk Douglas’a erkek oyuncuların Hollywood filmlerinde giydikleri. Amalia Rodrigues’in filmle aynı adı taşıyan fadosundan esinlenen Almodóvar’ın yıldız oyuncu kadrosuyla da ayrıca parlayan yeni filminin çekimleri, Sergio Leone’nin meşhur spagetti western’lerini çektiği İspanya’daki Tabernas de Almería çölünde yapıldı. 4. Anatomy of a Fall Yönetmen: Justine Triet Oyuncular: Sandra Hüller, Swann Arlaud, Milo Machado Graner, Antoine Reinartz, Samuel Theis, Jehnny Beth, Saadia Bentaieb Ülke: Fransa Süre: 150 Dk. Ödüller: Cannes Altın Palmiye - En İyi Film, Palm Dog 2023 Sydney İzleyici Ödülü 2023 Brüksel İzleyici Ödülü Dünya prömiyerini yaptığı Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye’nin sahibi olan bu “Hitchcockvari mahkeme filmi” bir evliliğin dinamiklerini mercek altına yatıran bir psikolojik gerilim. “Birinin özel hayatı başkasının cehennemidir” fikrinden yola çıkan Bir Düşüşün Anatomisi, Fransız Alpleri’nde bir kulübede kocası Samuel ve görme engelli oğluyla izole bir yaşam süren Alman yazar Sandra’yı izliyor. Samuel yüksekten düşerek ölür fakat soruşturma sonucunda ölüm nedeninin kaza mı intihar mı olduğu kesinleşmeyince Sandra cinayet suçlamasıyla tutuklanır. Samuel’in ölümünü sorgulayan mahkeme süreci, çiftin çalkantılı ilişkilerinin de derinine inen rahatsız edici ve tatsız bir psikolojik yolculuğa dönüşür. Bir Düşüşün Anatomisi’nin senaryosu, daha önce Victoria ve Sibyl’de de işbirliği yapan yönetmen Justine Triet ile eşi Arthur Harari tarafından yazıldı. 5. All of Us Strangers Yönetmen: Andrew Haigh Oyuncular: Andrew Scott, Paul Mescal, Jamie Bell, Claire Foy Ülke: İngiltere Süre: 105 Dk. Weekend ve 45 Years ile büyük başarı kazanan Andrew Haigh’in başrolünü Paul Mescal’in üstlendiği yeni filmi kalbinizi önce ısıtacak, ardından da binbir parçaya bölecek. Londra’da oturduğu neredeyse bomboş binada Adam bir gece tesadüfen gizemli komşusu Harry ile karşılaşır. Adam’ın tekdüze yaşamı bu karşılaşma sonrası alt üst olur. Aralarında bir birliktelik filizlenir, fakat anılarının hayaletleri Adam’ın peşini hiç bırakmaz; Adam kendini annesiyle babasının 30 yıl önce öldüklerinden beri yaşar gibi göründükleri, çocukluğunu geçirdiği eve geri döner. Hüzün ve aşkı derinlemesine işleyen bu dokunaklı hayalet hikâyesi eleştirmenler tarafından “zamansız bir başyapıt; yılın en iyi filmlerinden biri” sözleriyle övülüyor. 6. Hayat Yönetmen: Zeki Demirkubuz Oyuncular: Miray Daner, Burak Dakak, Cem Davran, Umut Kurt, Melis Birkan, Osman Alkaş, Ozan Dağara, Doğu Demirkol Ülke: Türkiye, Bulgaristan Süre: 193 Dk. Hayat gösterimi, film ekibinin katılımıyla yapılacak. Zeki Demirkubuz’un yeni filminin İstanbul prömiyeri, Filmekimi’nde yapılıyor. Babasının zoruyla nişanlanmak zorunda kalan Hicran evden kaçar. Hicran’ın zaten onu istemediğini düşünen Rıza, bu durumu önceleri pek umursamasa da durum giderek zoruna gitmeye başlar ve Hicran’la yüzleşmeye karar verir. Sadece bir kere gördüğü nişanlısının peşinden İstanbul’a gidip uzun sürecek büyük bir arayışa başlar. Hayat, İstanbul Film Festivali’nde Masumiyet ile 1998’de Altın Lale kazanan Zeki Demirkubuz’un 2016 tarihli Kor’un ardından yönettiği ilk film. “Hayat 34 yıl sonra (bir) anıdan, sonrasında yaşadığım, tanık olduğum, dinlediğim benzer hikâyeler ve gözlemlerden yola çıkarak yazdığım; bir grup insan arasında geçen bir gençlik ve aile draması gibi görünse de temelde insanın yazgısı ve bu yazgı karşısındaki çaresizliği ile ilgilenen, ne yapılırsa yapılsın bir türlü geçmeyen ve geçmeyecek olan ‘imkansızlık duygusuna’ dair eski bir hikayedir." Zeki Demirkubuz 7. The Boy and the Heron Yönetmen: Hayao Miyazaki Ülke: Japonya Süre: 124 Dk. Yılın en çok beklenen animasyon filmi, büyük usta Hayao Miyazaki’nin on yıl aradan sonra sinemaya muhteşem dönüşü… Toronto Film Festivali’nin açılış filmi olarak gösterilen Çocuk ve Balıkçıl, İkinci Dünya Savaşı sırasında geçiyor ve küçük Mahito’yu izliyor. Annesini kaybeden Mahito, alelacele babasının yanına taşraya taşınmak zorunda kalır. Burada terk edilmiş bir kulenin civarında oynar, gri bir balıkçıl kuşu sürekli karşısına çıkar. Kısa süre sonra hiçbir şeyin aslında göründüğü gibi olmadığını anlar. Büyümek ve yas tutmak hakkında derinlikli bu fantezi, Miyazaki’den beklediğimiz üzere muhteşem bir görsel dünya, olağanüstü renkler ve sürekli canlı tutulan gizemler içeriyor. Yedi yılda tamamlanan filmin tamamı 60 kişilik bir ekip tarafından elle çizildi. 8. Monster (Kaibutsu) Yönetmen: Hirokazu Kore-eda Oyuncular: Ando Sakura, Nagayama Eita, Tanaka Yuko, Kurokawa Soya, Takahata Mitsuki, Kukuta Akihiro, Nakamura Shido, Hiiragi Hinata Ülke: Japonya Süre: 126 Dk. Ödüller: 2023 Cannes En İyi Senaryo, Queer Palm Kim doğru söylüyor: okulda sorun çıkaran çocuk mu, durumu ele alan öğretmen mi, yoksa olaya müdahil olan anne mi? Sıradışı aileleri filmlerine konu eden Japon usta Kore-eda, bu kez bir kasaba okulunda çıkan olayları, kendi deyimiyle “devasa bir uçurum yaratarak toplumu bölen küçük kıvılcımları” anlatıyor. Oğlu Minato’nun davranışlarından şüphelenen annesi, bu değişimden çocuğun öğretmeninin sorumlu olduğunu öğrenir ve hemen okul yönetiminden hesap sorar. Anne, çocuk ve öğretmenin gözünden hikâyeyi ayrı ayrı izlediğimiz filmin Cannes’da ödül kazanan senaryosunu Yuji Sakamoto yazdı; filmin müzikleri ise Mart 2023’te hayatını kaybeden efsanevi müzisyen Ryuichi Sakamoto imzasını taşıyor. Kore-eda, filmdeki uçurum “dünya çapında insanlar, ülkeler ve etnik gruplar arasındaki ayrımı yansıtıyor” diyor. 9. How to Have Sex Yönetmen: Molly Manning Walker Oyuncular: Mia McKenna-Bruce, Lara Peake, Shaun Thomas, Samuel Bottomley, Enva Lewis, Laura Ambler Ülke: İngiltere Süre: 98 Dk. Ödüller: 2023 Cannes En İyi Film - Belirli Bir Bakış Deneyimli görüntü yönetmeni Molly Manning Walker’ın yönetmen koltuğuna ilk kez oturduğu Nasıl Seks Yapacağız güneş altında, kumlu plajlardaki çılgın partilerle dolu, hüzünlü, acı-tatlı bir büyüme öyküsü anlatıyor; tıpkı Güneş Sonrası’nın görünmeyen yüzü gibi. Film, yetişkinler dünyasına adım atmadan bolca içip partileyip birileriyle takılacakları bir yaz tatiline çıkan Britanyalı üç genç kızı izliyor. Cannes’da prömiyerini yaptığı Belirli Bir Bakış bölümünün en iyisi seçilen Nasıl Seks Yapacağız, gençlerin cinsel hayatlarına hınzırca, düşünceli ve mesafeli bir bakış atıyor; yetişkinliğe geçiş klişelerinin tuzağına düşmüyor. Yönetmen Molly Manning Walker şöyle diyor: “Lise arkadaşlarımla buluşup kız kıza çıktığımız tatilleri andığımızda anlatılanların seks hakkındaki düşüncelerimizi nasıl da etkilediğini fark ettim. Bu film hayatlarımızın hem en iyi hem de en kötü zamanlarını yakalıyor.” 10. The Zone of Interest Yönetmen: Jonathan Glazer Oyuncular: Sandra Hüller, Christian Friedel, Ralph Herforth Ülke: İngiltere, Polonya, ABD Süre: 106 Dk. Ödüller: 2023 Cannes Büyük Ödül, FIPRESCI Ödülü, Soundtrack (Besteci), Teknik Sanatçı Auschwitz kumandanı Rudolf Höss, eşi Hedwig, çocukları ve hizmetkârlarıyla rüya gibi bir hayat sürmektedir. Öyle ki, ölüm kampının duvarına bakan muhteşem evleri tam da tren raylarıyla gaz odaları arasındadır. Martin Amis’in aynı adlı romanından uyarlanan bu çarpıcı film çiçekli, geniş bahçeleri, seraları ve havuzlarında keyif süren Höss ailesinin başlarına ölüm külleri serpilirken süregiden sıradan gündelik yaşamını gözlemliyor. Jonathan Glazer’in on yıl önce çektiği huzursuzluk şahikası Under the Skin’in ardından sinemaya bu etkileyici dönüşü, kötülüğün sıradanlığına ve kendiyle çelişen insan doğasına dair alışılmadık ve kan dondurucu bir bakış sunuyor. The Zone of Interest İngiltere'nin Oscar adayı oldu. Zamanınız Var İse May December Yönetmen: Todd Haynes Oyuncular: Natalie Portman, Julianne Moore, Charles Melton, Cory Michael Smith, Elizabeth Yu, Gabriel Chung, Piper Curda, D.W. Moffett, Lawrence Arancio Ülke: ABD Süre: 113 Dk. Carol ve Cennetten Çok Uzakta filmlerinin yönetmeni Todd Haynes’in yeni filmi Cannes’da Altın Palmiye için yarıştıktan sonra New York Film Festivali’nin açılış filmi olarak gösterildi. Bir Skandalın Peşinde iki kadını izliyor: popüler TV oyuncusu Elizabeth (Natalie Portman) ile onun filmde canlandıracağı Gracie (Julianne Moore). Elizabeth’in, hayatını gözlemlemek için binlerce kilometre aşarak Georgia eyaletine geldiği Gracie ve genç eşi, zamanında tüm ülkeyi ayağa kaldıran bir skandala yol açmışlardır. Şimdiyse, aradan yirmi yıl geçtikten sonra, evlilikleri Elizabeth’in ısrarlı sorularıyla sarsılır. Gerçek olaylara dayanan bu camp kara komedi, Amerika’nın skandallara olan takıntılı zaafını su yüzüne çıkaran eğlenceli bir psikolojik dram. Animal Kingdom Yönetmen: Thomas Cailley Oyuncular: Romain Duris, Adèle Exarchopoulos, Paul Kircher, Jean Boronat Ülke: Fransa, Belçika Süre: 130 Dk. Love at First Fight / İlk Dövüşte Aşk ile tanıdığımız Thomas Cailley’nin bilimkurguyla aksiyon arasında gezinen duygusal filmi Cannes Film Festivali’nde Belirli Bir Bakış bölümünün açılış filmi olarak gösterildi. Anlaşılamayan bir mutasyon sonucu bazı insanlar hayvana dönüşmektedir. Bu “yaratık”lardan bazıları yetkililer tarafından ele geçirilmeden kaçmayı başarır. François oğluyla birlikte, dönüşerek ormana kaçan karısının peşine düşer. “Bu film sayesinde bedenler ve arzular, dürtüler ve bozukluklar, vahşi yanımız, çocuklarımıza nasıl bir dünya bırakmak istediğimiz, aidiyet hissi ve hatta hâlâ etrafımızda olan ortak atalarımız hakkında düşünüp kendimi ifade etme fırsatı buldum” diyor yönetmen Thomas Cailley. Memelilerden eklembacaklılara kadar filmde yer alan tüm hayvan türlerinin tasarımını İsviçreli çizgi romancı Frédérik Peeters üstlendi. Dream Scenario Yönetmen: Kristoffer Borgli Oyuncular: Nicolas Cage, Julianne Nicholson, Michael Cera, Dylan Gelula, Kate Berlant, Dylan Baker, Tim Meadows Ülke: ABD Süre: 100 Dk. Sick of Myself / İlgi Manyağı ile herkesin dikkatini çeken yönetmen Kristoffer Borgli, Ari Aster ile Nicholas Cage’in yapımcılığını üstlendiği gayet tuhaf olduğu kadar komik, karanlık, ve çılgın ikinci filmiyle Filmekimi’nde. Cage basiretsiz aile babası ve öğretim üyesi Paul Matthews’u canlandırıyor. Orta yaş bunalımının pençesinde kıvranan Paul, birden tüm dünyada herkesin rüyasına girdiğini fark ediyor. Bu olağanüstü durum elbette önce kendisine devasa bir şöhret getirirken sonrası her şey tersine dönüyor. Dünya prömiyerini eylülde Toronto Film Festivali’nde yapan film, şöhret kültürünü ve grup psikolojisini eleştirirken Alacakaranlık Kuşağı’nı anımsıyor; korku, komedi, fantezi ve bilimkurgudan geri kalmıyor, Nicholas Cage’in performansıyla da göz kamaştırıyor. Fallen Leaves Yönetmen: Aki Kaurismäki Oyuncular: Alma Pöysti, Jussi Vatanen, Janne Hyytiäinen, Nuppu Koivu Ülke: Finlandiya, Almanya Süre: 81 Dk. Ödüller: 2023 Cannes Jüri Ödülü 2023 FIPRESCI Büyük Ödülü - Yılın En İyi Filmi 2023 Münih İzleyici Ödülü Usta yönetmen Aki Kaurismäki’nin Cannes’da herkesin yüreğini ısıtan son filmi, dünyanın halini dert edinen tatlı ve hüzünlü bir romantik komedi. İki yabancı Helsinki’de bir gece tesadüfen karşılaşır. Hayatlarının ilk, tek ve son aşkının arayışındadır ikisi de. Ne var ki adamın alkolik oluşu, kaybedilen telefon numaraları, birbirlerinin adlarını bilmemeleri ve hayatın genelde mutluluk arayanların yoluna taş koyması gibi nedenlerle işler yolunda gitmez. Trajediyle komediyi şahane bir ustalıkla dengeleyen Sararmış Yapraklar Kaurismäki’ye has sessiz kopukluklar, Nordik mizah, melankoli ve şarkılarla dolu. Sararmış Yapraklar Finlandiya’nın Oscar adayı oldu. The Teachers' Lounge Yönetmen: İlker Çatak Oyuncular: Leonie Benesch, Leonard Stettnisch, Eva Löbau, Michael Klammer, Anne-Kathrin Gummich, Kathrin Wehlisch, Sarah Bauerett, Rafael Stachowiak, Uygar Tamer, Özgür Karadeniz Ülke:Almanya Süre: 94 Dk. Ödüller: 2023 Berlin CICAE Sanat Sinemaları Ödülü, Europa Cinemas Etiketi 2023 Alman Sinema Ödülleri En İyi Film, En İyi Yönetmen, En İyi Kadın Oyuncu, En İyi Senaryo, En İyi Kurgu İlker Çatak’ın Almanya’nın Oscar adayı olan bu son filmi dünya prömiyerini Berlin Film Festivali’nin Panorama bölümünde yaptı. Film, kendini işine adamış idealist bir öğretmen olan Carla Nowak’ın bir lisede ilk işine başlamasını konu alıyor. Okulda arka arkaya hırsızlıklar meydana geldiğinde Carla meseleyi kendi başına çözmeye karar verir ve bir gizli kamera yerleştirir. Ortaya çıkan gerçeklerle Carla öfkeli veliler, çokbilmiş meslektaşları ve saldırgan öğrenciler arasında kalır, katı eğitim sisteminin duvarlarına toslar. Umutsuzca doğru bir şeyler yapmaya çalıştıkça, genç öğretmen için her şey daha da kötüleşir. İlker Çatak’ın önceki filmleri Bir Zamanlar Kızılderili Ülkesinde, Söz Senettir ve İstanbul Bahçesi İstanbul Film Festivali kapsamında gösterilmişti. Kaynak: İKSV http://filmekimi.iksv.org/tr

  • Pixar Filmlerindeki A113 Nedir?

    Pixar filmlerinde görülen A113 yazısı, California Sanat Enstitüsü'nde (CalArts) karakter animasyonu öğrencilerinin kullandığı sınıfın numarası olan "A-One-Thirteen"in kısaltmasıdır. Pixar'ın kurucuları ve çalışanlarının çoğu CalArts'ta eğitim görmüş ve bu nedenle bu sayı, stüdyo için bir tür iç şaka ve saygı duruşu olarak kabul edilir. A113, Pixar filmlerinde genellikle küçük bir ayrıntı olarak görünse de, oldukça yaygın bir şekilde kullanılmaktadır. Örneğin, Oyuncak Hikayesi'nde Andy'nin annesinin arabasının plakasında, Yukarı'da mahkeme salonunun numarasında, Bir Böceğin Yaşamı'nda bir kutunun üzerinde ve Nemo'nun Peşinde'de dalgıcın kamerasında A113 görülebilir. A113, Pixar filmleri dışında da bazı animasyonlarda ve hatta video oyunlarında görülmüştür. Bu, CalArts'ta eğitim görmüş animatörlerin geniş bir ağ oluşturmuş olmasından kaynaklanmaktadır. İşte Pixar filmlerinde görülen bazı A113 örnekleri:

  • Şeker Henry'nin İnanılmaz Dünyası

    Şeker Henry’nin İnanılmaz öyküsü, Ronald Dahl’ın 1977’de yazdığı bir eserdir. Bu kısa öyküler öyle bir imgelemeye ve hikaye anlatımına sahip ki, filmi yapılabilir bir öykü. Yapıldı, geç de kalınmadı, erken de yapılmadı. Bence Netflix çok doğru bir zamanda bu öyküyü ekranlara taşıdı. Çünkü geçmişte çekilecek imkanların olmayacağını ve Wes Anderson’ın da kendini pekiştirmesi önemliydi. Wes Anderson evet! Hikaye anlatımı en iyi olan yönetmen ve yazardır benim gözümde. Şeker Henry’nin İnanılmaz öyküsü diğer filmlerden farksız. Hikayelerin anlatıldığı bu film iç içe anlatı sunan bir film. Yine bir diegetic sesin filme dahil olduğunu görüyoruz. Ama bu sefer tamamen bir canlandırma. Hikayedeki karakterlerin dünyası yerine tamamen bizlere sunulan bir oyun bu. Bu yüzden bir kısa filme çevrilmiş. Kısa olması için hızlı anlatım ve bir sürü imge bizleri karşılıyor zaten. Filmi özetlemek istemiyorum fakat hızlıca anlatmak gerekirse, kitabın yazarı bizlerle konuşarak başlıyor ve bulduğu bir hikayenin Sugar Henry’den nasıl geldiği, onun Imdad Khan’ın gözlerini kullanmadan görebilmesi, bu durumu araştıran doktor Chatterjee’nin hâlâ inanamaması ve bu gücün kaynağı olan insandan da bahsediliyor (adını unuttum.) Şimdi size önemli üç karakterden bahsedeceğim. İlk olarak Imdad Khan, ikinci olarak Dr. Chatterjee ve son olarak Henry Sugar. Imdad Khan, bu güç ona öğretildikten sonra, garip özellikleri olan her insan gibi sirklere katılıyor. İnsanlar onun bu gücüne inanmadığı için, kendisi bunu doktorların kanıtlamasını istiyor. Dr. Chatterjee bir bilim insanıdır ve fiziken kanıtlanabilir bulgulara inanır bu tip insanlar. Bu açıklanamaz meta fiziksel duyunun nereden geldiğini çok merak eder ve sadece dinler, Imdad Khan ise ona anlatır. Henry Sugar, açgözlü ve bencil bir karakterdir. Gözün göremediğini görmek denince aklına hemen black jack oynarken kartın altını görmek gelir. Hile yapıp para kazanmak için yıllar boyu kendini eğitir ve her geçen gün çok daha hızlı bir şekilde gözlerini kullanmadan görmeye başlar. Çok para kazanıp parasını sokağa atar ve bir memur onu uyarır. İnsanlara savurmak yerine bağış yap, şımarma, diye. Bir muhasebecisini görevlendirir ve bundan sonra kumardan kazandığı tüm paraları ihtiyacı olan kurumlara bağışlamaya başlar. Üç karakter ve gücü biliyorlar. Imdad burada insanlara 3. Gözlerini açmaları gerektiğini ve aslında görmeleri gereken şeyleri göremediklerini anlatmak ister. Dr. Chatterjee ise inanmaktan çok dokunabilmeyi tercih ettiği için sadece 2 gözünü dinler. Henry Sugar ise dediğim gibi çıkarcı bir pisliktir. Ama bu güce o kadar inanır ki para kazanmak için daha fazlasını ister ve kendini geliştirir. Daha fazlasını görmeye başlar. Artık daha duru bir görüşe sahiptir. Bunun sebebi kendi içini görebilmesidir. İki anlamda da. Kalbine giden bir pıhtı görür. Öleceğini anlar. Elindekileri tüm insanlıkla paylaşabileceğini anlar. Aşağıdaki bu kare bence en iyi göstergelerden biriydi filmde. Bu gösterge, kalbe giden bir pıhtıdan çok kişinin kendini de keşfedebilmesini, iç dünyasını görebilmesini simgeliyor. İnsanın bir olaya nasıl baktığı çok önemlidir. Sadece sağ ve sol gözümüz değil, görünmeyen gözümüzü de kullanmamız her şeyi değiştirebilir. İzlediğim filmleri ve dizileri, önerilerimi kaçırmak istemeyenler buraya tıklayabilir! 🙂

  • Kim Bu Thrawn? Kim Bu Ezra Bridger?

    Bir Star Wars hayranı olmak, bu evrenin bize sunduğu her hikâyenin doğruluğunu kabul etmektir. Farklı hikayelerin sürekli yaratılıp evrene dahil edilmesi birçok hayran tarafından kabul edilmese de tüm filmler ve diziler bu evrenin bir parçasıdır. (Ben evrenin gidişatından kesinlikle mutluyum.) Star Wars evreni özellikle Clone Wars ile genişleyerek çok daha iyi bir hale geldi. Bu animasyon dizinin yanında bir de “Rebels” dizisi hayranlara sunuldu. Bırakıyorum artık tanıtıcı yazıyı… Eğer bu yazıyı okuyorsanız Star Wars filmlerini izleyip Ahsoka’ya başlamışsınız demektir. Değil mi, kafanız çok karıştı. Kim bu Thrawn, kim bu Ezra Bridger? İşte! İzlemezseniz önceden o dizileri böyle olur. Neyse ki ben buradayım. Size iki seçenek sunuyorum. Ya bu yazıyı okuyun ya da gidip hemen Rebels izleyin. (Ben ikinci seçeneği öneririm. Çünkü bu dizi ile gücü ve ötesini tanıyacaksınız. İlk sezon biçimsel olarak biraz dandik ama daha sonrası sizleri ağlatacaktır.) Kim Bu Thrawn denilen mavi suratlı? Hızlıca açıklamam gerekirse savaş stratejisi çok iyi olan, üstün zekalı bir galaktik komutandır kendisi. İmparatorluğa çalışan biridir. Rebels dizisinde sonra da görünüyor. Ama öyle bir girişi var ki… Bomba gibi giriyor. Gerçekten, yetenekleriyle izleyiciyi ekrana bağlıyor bence. Çok iyi bir komutandır. İlgi alanları da ölmemiş jediları bulup yok etmektir. Lothal’da bir imparatorluk kurmak isteyen Thrawn, Kanan Jarrus ve padawanı Ezra Bridger ile karşılaşır. Yaşayan jediları görünce duramaz mavi suratlımız ve birçok mücadele verir. Bu mücadelenin sonunda Thrawn, purrgillerin kendisine yardım ettiği Ezra tarafından esir alınarak çoooook uzaklara sürülür. Tabii, Ezra da o sürgünün bir parçası olur. Thrawn hakkında bu bilgiler size yeter. Fazlası için Rebels’i izlemelisiniz. Anlatılmaz, yaşanır! Ezra Bridger Kim? Ezra Bridger bir yetim olarak Lothal’da büyümüştür. Hırsızlık yaparak cesur ve harika yeteneklerini sergiler. Tabii bu gücü Kanan fark eder. Aralarında tatsız bir tanışma olsa da çok hızlı bir şekilde Ezra, Kanan ve ekibi Ghost’a katılır. Hem Kanan Jarrus tarafından eğitilir hem de imparatorluğa karşı savaşma şansı bulur genç asi. Ezra, macerası boyunca birçok mücadele veriyor. (Hepsi de harika cidden) Gücü ve ötesini, jedi tapınaklarını ve fazlasını, güçle bir olan hayvanlar ve diğer yaşam formları… Özellikle purrgiller. Evrenin çok daha geniş ve akılalmaz yanını bizlere gösteriyor, tanıtıyor bu karakter. Aynı zamanda, zamanın ve mekânın önemsiz olduğu bir boyuta geçip, Ahsoka’yı kurtarmış ve yeni bir umudu hatırlatmıştır. İşte Ahsoka dizindeki Ahsoka, o kahraman. Ezra’nın etkisi çok büyük. Dostlar! Rebels izleyin ve Star Wars’un sunduğu yapımları kabul edin. Harikalar! Özellike Dave Filoni yapıyorsa bence çok daha harikalar. Size sunulandan şikayetçi olabilirsiniz ama izlemek zorundasınız (eğer star wars hayranıysanız) Star Wars’ın KADER’i böyleymiş. Gerçek hayatta da her şey yolunda gitmiyor zaten değil mi :D İzlediğim filmleri ve dizileri, önerilerimi kaçırmak istemeyenler buraya tıklayabilir! 🙂

  • Sit-Com'lar komik midir? Bir Sit-Com neden izlenilir?

    Cnn'in Sit-Com tarihi için yayımladığı belgesel dizisinin özel karikatüristik şekilde çizilmiş kapağı. Uzun süredir farklı farklı kişiler tarafından, ister bireysel olarak ister sosyal medyada çokça kez sit-com dizilerinin komik olmadığına ve insanlar tarafından haddinden fazlaca şişirildiği yönünde eleştiriler gördüm. Bu arada ben sit-com türünün iflah olmaz bir aşığıyımdır ama yine de bu gördüğüm bana düşündürdü ki, bugüne kadar sit-com izleyerek geçirdiğim vaktin tamamında gördüğüm şey; komik olduğu için gülümsediğimin sayısı 30'u, kıkırdadığımın sayısı 20'yi, kahkaha attığımın sayısı ise 10'u geçmezmiş; niye bu kadar seviyordum ki ben bu türü? Eminim ki bu yazının devamı sizin de bu tür hakkında olan fikrinize etkilerde bulunacaktır. Öncelikle netleştirmemiz gereken bir konu var ki standart bir Türk evladının herhangi bir sit-com'u komik bulmamasının bir numaralı sebebi kesinlikle Türkler ile Amerikalıların/İngilizlerin mizah anlayışının pek örtüşmüyor olması. Örn: Herhangi birinin attığı mektuptan pişmanlık duyup o mektubu geri almak istediği için posta kutusuna girmesi ve o sırada postacının gelip onu farkında olmadan kutuya kilitlemesi, herhalde yakın bir tanıdığınızın başına gelmediği sürece sizi güldürmez diye düşünüyorum. Sözünü ettiğim bu olay How I Met Your Mother dizisinin 28 Ekim 2013 çıkışlı ''No Questions Asked'' isimli 191. bölümünden bir sahne. Bu mizah ölçeğindeki bir sahneye Türk insanının gülüyor olduğu son vakitte beyaz perdede o sahneyi oynayan oyuncu Kemal Sunal, Halit Akçatepe, Şener Şen gibi isimlerdi (en geç 90'lar sonu). Yani on yıl önce bile bu mizah bizim için onlarca yıl geride kalmış bir mizahtı ve Amerika'da bu bölümü izlemiş insanlar bu sahneye doyasıya kahkaha attılar. Peki Türkler neye gülüyor? Türk insanı son 10 yılda 4 mizahın içinden (Ofansif/Saldırgan, Katılımcı, Kendini Geliştirici ve Kendini Yıkıcı olmak üzere 4 mizah çeşidi vardır.) hangisinin bugün webde, sinemada veya TV de izlediğimiz komedilere karşılık olduğunu anlatarak kafa şişirmeyeceğim. Kısaca şöyle anlatacağım; Recep İvedik talihsizlik yaşar ve küfür eder, gülen güler; Çok Güzel Hareketler Bunlar siyasal mizah yapar, gülen güler. Bu çeşitlerin içinden, hepsinden biraz biraz alıp ortaya karma bir mizah çıkartan komedyen ise Cem Yılmaz'dır; onun son yapımı Erşan Kuneri ise komedisindeki kalite açısından biraz kitleleri böldü. Sorgusuz sualsiz biçimde mizahına hayranlık duyulan ve herkesler tarafından beğenildiğini gördüğüm son zamanlardaki tek Türk komedisi ise Gibi. Gibi'nin sadece ilk üç bölümünü izledikten sonra benim fark ettiğim bir şey vardı ki o da bu senaryoların öyle kolay kolay bir anda gelen ilhamlarla yazılamayacak kadar zor ve sıradışı olmalarıydı. Asla bu dizinin bir kişi tarafından yazıldığını düşünmedim o yüzden, kimler yazıyorduysa uzun sürelerce bölümler üzerine kafa patlatıp beyin fırtınasıyla kafa patlatıyor olmaları gerekiyordu. Sonuç olarak da bu kadar olumlu dönüş alıyor olması uğraşlarına karşılık yerinde olmuş gibi duruyor. Gün sonunda sorulacak soru şu ki; TV'de top rating listelerinden düşmeyen ÇGHB, sinemada yayımlandığı vakitlerde zaten rekorlar kırmış Recep İvedik ve uzun yıllardır komedi jargonumuza sayısız katkısı olmuş Cem Yılmaz bile mizahında yeterince derinlik yok, kolaya kaçılmış denilerekten eleştirilirken neden biri açıp da Gibi kadar komedisine katmanlar katmamış sit-comları 9-10 sezon izlesin? Türkçesiyle durum komedisi dediğimiz bu tür, en nihayetinde bizi güldürmüyorsa, komedinin amacına hizmet etmiyorsa burada değinilmesi gerekilen en önemli konunun bu yapımların da uzun soluklu bazı hikayeler anlattığını hatırlatmaktır diye düşünüyorum. ''Ne alaka?'' diye sormayın, şu yüzden alakalı: (Burayı pür dikkat okumanızı istiyorum ana fikir burada.) Bu diziler genelde uzun soluklu olabilme hedefiyle yola çıkarlar ve ilk bölümlerde tanıtılan ortamlar ve atmosfer dizi boyunca aynı kalırken karakterler sürekli gelişir. Karakterler en başından psikolojik olarak zarar görmüş, kusurlu olarak yazılırlar ki onlarla kendimizi yakın ve benzer hissedebilelim. Buna dayanaraktan da zaten karakterin travmalarına foreshadowing yapılır ki izleyenler karakterin bu sorununu nasıl aşacağını merak edip izlemeye devam etsinler. Zaman geçtikçe dizinin geçtiği konumlarda bulunan irili ufaklı bazı detaylar da hikayeye dahil edilir. Bunun sebebi ise hem seyirci ile hem de karakterler ile o mekanlar arasında olan bağlantıları kuvvetlendirmektir. Zaten bu yüzden ismine durum komedisi denmiştir. Dizi, bölümleri boyunca karakterlerin hayatlarından sıradan durumların kesit alınmasıyla oluşur. Her bir durum karakterin benliğindeki boşluğa küçük küçük etki eder ve özellikle sezon finallerinde yaşanan olaylarla pekiştirilir; sonuç olarak da karakter büyümüş olur. Dizinin ilk bölümünden uzaklaştıkça karakterlerin ne ölçülerde büyüyüp geliştiğini, bulunduğu mekanlar hep sabit kalıp onun çevresine karşı bakış şeklindeki farklılıklarla vurgu yapılır. Eninde sonunda da o mekanlara alıştıktan sonra karakterlerin oralardan uzak kalacak olması hayatın kaçınılmazı olan olumsuzlukların varlığını hatırlatması içindir. Karakterler her ne zaman o olumsuzluklarla karşılaşsa, önce o darbeyi yiyip ardından da ayağa kalkana kadarki sancılı süreci göstermesi, yine bizim onların duygularına empati yapıp onlara yakınlaşabilmemiz içindir. Şimdi, bana ''Ne alaka?'' diye sorduğunuz yerin üzerinden bir dünya konuştum. Sonuca gelecek olursak, bir grup sıradan insanın yaşadığı hayatın normal gidişatını kısım kısım bize aktardılar; onların iyi gününü, kötü gününü, özel anını olmak üzere her şeylerini gördük. Artık onları aileleri gibi tanıyor, yaşadığı yerlere kadar gelmişlerini ve geçmişlerini biliyoruz. Bu yazının ilk basamaklarında bir noktaya değinmiştim hatırlıyor musunuz? ''Herhangi birinin attığı mektuptan pişmanlık duyup o mektubu geri almak istediği için posta kutusuna girmesi ve o sırada postacının gelip onu farkında olmadan kutuya kilitlemesi, herhalde yakın bir tanıdığınızın başına gelmediği sürece sizi güldürmez diye düşünüyorum.'' Bu türün dizileri zaman geçtikçe karakterlerini size birer aile veya arkadaş gibi hissetirmeyi amaçlar. Siz o karakterlerle bağınızı kurduktan sonra o karakterin dizinin belli noktalarında yapıp yapabileceği hareketler, olaylara verdiği tepkiler hep sizin öngörebileceğiniz hareketler olacaktır. Bu da dolayısıyla insan doğasında gülme, gülümseme veya daha genel tabirle komik bulma reaksiyonuna yol açacaktır. Dolayısıyla siz bir sit-comda geçen belli bir sahneyi arkadaşınıza komik olduğu için gösterecekseniz onun bu sahneyi komik bulmayacak olmasının sebebi yüksek ihtimalle budur (Sahne gerçekten komik değilse başka tabii). Size sit-com türünün komedik yanının aslen nereden geldiğini açıklamaya çalıştım. Kalıp artık iyice oturduktan sonra farklı farklı yapımcıların kendi hikayelerini bu türün kalıbına başarılı şekillerde uygulayabilmesi ve zamanla kahkaha sesini kaldırmak gibi sansasyonel bazı değişiklerin başarıyla yapılması da yapımcıların sadece uyarlayabilmesinin dışında geliştirebilmelerini de ileride daha güzel sit-com yapımlar izleyebilecek olmamızın işaretçisi olarak yorumlamıştım zamanında ki artık yeni çıkan sit-comların hiç eskileri kadar ses veya başarı getirememelerinin de sebebine değinmek istiyorum. Artık yazılan sit-com hikayelerinde her azınlıktan bir temsilci olması şartı varmış gibi oyuncu kadroları kurulmaya çalışılıyor. Bu kadrolar kurulduktan sonra ise dizi içerisinde azınlıklara yönelik ofansif mizah yapılmaktan çekiniliyor ya da belli kesimleri öfkelendirmemek için mizahın ofansif yönü törpülenerek senaryoya ekleniyor. Örneğin How I Met Your Mother'da sadece beyaz Amerikalı ana karakterler olmasına rağmen bunun ölçüsünün spin-off dizileri olan How I Met Your Father'a kıyasla daha başarılı olduğu görüşündeyim. Öte yandan sadece dil, din ve renk ayrımcılığını eleştirme amacıyla yapılmış dizilerden Community'nin ofansif mizahını en iyi kullanan ve en akıllıca eleştiren dizi olmasıyla Modern Family dizisinin de ofansif mizaha girmeden kültür çatışmasıyla komedik başarı elde etmesiyle son 5 yıl içinde pilot bölümünü yayımlamış sit-comlardaki kalite düşünün ana sebebinin bu olduğuna değinerek bu konuyu kapatmak istiyorum. Yazımı bitirmeden önce bu türün iflah olmaz bir aşığı olduğumu hatırlatarak herkesin ruhuna uygun bir sit-com olduğunu, o sit-comlarda hepimize hitap edecek, hepimize kendini yakın hissetirecek hatta hepimizi kendine aşık edebilecek karakterler olduğuna inanıyorum. Kısaca beni gülümsetmese de kıkırdatmasa da kahkaha attırmasa da ben bu türün komedik yanına hep saygı duyup savunacağım. Sizlerin görüşlerini değiştirebildiysem de ne mutlu bana. Okuduğunuz için teşekkür ederim, kendinize iyi bakın.

  • Sib/Elma

    Samira Makhmalbaf'ın, 1998 yılında, henüz çocuk yaştayken çektiği bir film. Yasakların delinmesi noktasında elma metaforu güzel bir detay olmuş. Yaşlı babanın naif cahilliği, çaresizliği o kadar iç parçalayıcı ki kendisine kızmak pek de mümkün olmuyor; en azından uzun soluklu olamıyor. Çünkü baba, bambaşka bir boyutta yaşıyor, yaptıkları, kendi içinde fazlasıyla mantıklı; adeta mücbir sebep var. Aynı şekilde, görme engelli annenin, çok az ortaya çıkmasına rağmen, gerek kızlara yaklaşımı gerekse babaya tavrı bakımından hissedilir bir rahatsız ediciliği var; ancak öyle bir hayat süren, üstelik bir de kör olan bir kadına ne kadar öfke duyulabilir ki? Sosyal hizmetlere şikayet mektubu yazan komşuların da buna benzer bir ikilem içerisinde olduklarını; çocuklara çok üzüldüklerini ama anne ve babaya da üzüldükleri için, şikayetlerinden pişman da olduklarını görüyoruz. Her şeyi, içinde bulunulan şartlara göre değerlendirmemiz gerektiğini aşılıyor film; ama yanlış anlaşılmasın, bu değerlendirme bizleri doğru yere çıkaracak diye bir şey kesinlikle yok. Doğruya ulaşmak zor, kimi zaman da imkansız. Film, böyle bir imkansızlığın somutlaşmış hali. Film boyunca tek kızdığım kişi, sosyal hizmet görevlisi kadın oldu. Çünkü bir tek o "normal" bir hayat yaşıyor, işini yapıyor; ama o da işini çok fazla görev bilinciyle yapıyor. Hakkını da vermiyor üstelik. Kim, sırf öyle olması gerekiyor diye, hayatlarında hiç evden dışarı çıkmamış 11 yaşındaki çocukları pat diye sokağa salar ki? İkiz kızlar inanılmaz bir oyunculuk sergilemiş, mümkün olabilse gerçekten engelli olduklarını düşünecektim. Filmdeki dondurmacı oğlan çocuğu olsun, elmayla kızlara oyun yapan çocuk olsun, seksek oynayan kız çocukları olsun tüm çocuk oyuncuların performansları ve çocuklar arası iletişim mükemmeldi.

  • Asteriks! Üzme Beni.

    20 yılı aşkın süredir sürekli izleyip kahkahaya boğulduğum film serilerinden biridir Asteriks. Fransızların bu harika komedisi, ülkemizde özellikle dublajından dolayı seviliyor. Bu yıl da yeni bir filmi çıktı, “Asteriks ve Oburiks: Orta Krallık”. Ama bu sefer gerçekten kötü bir senaryo ve rezalet yönetilmiş bir filmle karşımıza çıkıyorlar. Dublajına bir şey diyemem, harikaydı. En iyi yapabildiğimiz iş bu. Dublajı olmasa inanın izleyemezdim. 2023 yapımı bu filmde, her zaman olduğu gibi Asteriks'i canlandıran oyuncu yine değişti. Ama bu sefer sadece o değil, Gérard Depardieu da rolünü bıraktı. Yerini tutamasa da gerçekten harika performansıyla Gillies Lellouche’u ekranlarda gördük. Lellouche hariç diğer oyuncuların oyunları kötüydü. Senaryo ve yönetmenin yanlış çalışmasından dolayı hepsi. Film kötüydü evet, fakat iyi şeyler de var. Asteriks filmlerine genel yorumumdur bu; filmin, eski çağda geçen bir film olmasına rağmen sanki günümüzdelermiş gibi espriler ve diğer filmlerden etkilenip pastişler içermesi bu filmi renklendiriyor. Komedi üstüne komedi, espri üstüne espri… Hiç yormuyor insanı. Bir de Türkçe dublaj izleyince çok keyifli. Bu yeni filmin hayal kırıklığı olmasının sebebi bir amacının olmaması. Gerçekten, eski filmlere göre daha iyi bir bütçe ve kaliteyle çalışılmış, fakat zorla. En azından kurgusunu yapan düzgün yapsaydı, dedim izlerken. Gerçekten inanılmaz bir şekilde ritmi yok. 🤮 Bir yerde “We Will Rock You” çaldı mesela. Kurguyu zaten artık anne karnından çıkan çocuklar biliyor da çıkıyor. Bu filme kurgu yapılmaması beni bitirdi. ( Ama en azından dublajı iyiydi😀) Gereksiz uzun diyaloglar, gereksiz uzun çekimler… Aslında yine her şey kurguda bitebilirdi. Kötü ve amaçsız hikayesi olsa da güldürüyordu. Film bitince dedim ki “İzledim de ne oldu?”. Önceki filmlerdeki gibi karakterlerin yan hikayeleri yoktu (var ama ya yarım kaldı ya da başka bir son verdiler). Durum budur dostlar. İzlemediyseniz bir şey kaybetmezsiniz. Ama izlemediyseniz önceki dört filmi mutlaka izleyin. Ben daha önceden sinemada izleme şansı da bulmuştum. Muazzam filmlerdi. Çok seviyorum ve öneriyorum herkese. İzlediğim filmleri ve dizileri, önerilerimi kaçırmak istemeyenler buraya tıklayabilir! 🙂

  • “Nitram” Gerçek Bir Suç Filmi.

    Yalnızlık ve dışlanma bir insana en fazla ne yaptırabilir? Daha fazla içine kapanmasına mı yol açar yoksa içinde bir canavar oluşturmasına davetiye mi çıkarır? Nitram, Justin Kumel’in yönettiği 16 Temmuz 2021 yılında vizyona giren ve Cannes Film Festivalinde adaylığını kabul ettiren bağımsız bir filmdir. Dram, psikoloji ve biyografi filmlerinden keyif alıyorsanız, bu film tam size göre! Bir taşla “üç” kuş. Filmin başlangıcında, eski bir arşiv video görüntüsü ile karşılaşıyorsunuz. Karşınızda 12 yaşındaki Nitram, havai fişekler yüzünden yaralanmış bir şekilde röportaj veriyor. Ve pişman olmadığını dile getiriyor, hem de muzip ve soğuk bir tavırla... Zarar almaktan çekinmeyen çocuğumuzun ileride genç yetişkin olmasına rağmen hâlâ çocuksu bir giyim tarzıyla, havai fişekleri zevkle patlattığını ve insanlara rahatsızlık verdiğini görüyoruz. Vurdumduymaz ve inatçı bir ifade ile hareketlerine, dışarıdan gelen uyarılara rağmen devam ediyor. Peki Avustralya‘nın Tazmanya kasabasında banliyöde yaşayan Nitram’ın havai fişekleri ile yaptığı yaramazlıklar nasıl olur da Avustralya tarihine damgasını vuracak olan Port Arthur katliamına sebep olabilir? Nitram filmi, aslında bize aile dinamikleri, sosyal ilişkiler, insan bağları ve insanların eylemlerini şekillendirecek motivasyonları hakkında pek çok değerli işaretler gösteriyor. Yani bir yerde etki-tepki meselesi. Aileye baktığımızda anneyi daha otoriter, sert mizaçlı görürken; babanın daha şefkatli, alttan alan ve empati gücü yüksek olduğunu anlayabiliyoruz. Her ne kadar aile içinde sert otorite ve baskıyı desteklemesek de bu iyi polis ve kötü polisi oynayan ebeveynler nasıl oluyor da Nitram üzerinde duygusal denge kuramıyorlar? Çocuksu hareketlere yatkın olan Nitram’ın hiç arkadaşı yok. Kiminle iletişim kurmak istese bir şekilde geri itiliyor ve Nitram iyi itibar vermek için imrendiği insanların özelliklerini, kendisi yapıyormuş gibi göstermeye çalışıyor. Böylece insanlar tarafından onaylanacağını düşünüyor. Takıntılı ruha sahip olan Nitram, bir gün Helen adında, kendinden yaşça büyük kadınla tanışıyor. İlk izlenim olarak Helen karakterinin de Nitram’dan farkının olmadığını anlayabiliriz. İkilinin iletişimi ilk başlarda çok net olmasa da Helen, onu gerçekten önemseyen ve kulak veren tek insan oluyor. Böylece Helen’in evine yeni bir misafir geliyor, köpeklere yeni bakıcı ‘Nitram’. Helen bir gece Nitram’ın ilaç aldığını fark ediyor ve sebebini merak ediyor: ”Hasta mısın?” Nitram’ın cevabı ise: “Yok, sadece bazen üzgün hissediyorum.” Kalbinizde ve aklınızda bir şeyleri sızlatmış gibi hissediyorum ama bu gerçek. Aşırı derece üzgünlük, yalnızlık bir insanın canavar olarak yargılanması için çok geçerli sebepler. Bedenimizin çevresinde fiziki olan şeyler ruhumuzun yalnız olmadığı anlamına gelmez. Ve aşırı yalnızlık, dışlanma, soyutlanma git gide kalbi acımasız bir hale çevirir. Her ne kadar psikopat gibi gözükse de içinde insanlara yardım etme arzusu, hayvan sevgisi ve arkadaş olma isteği var. Yani çoğumuzun yargıladığı insanların geldiği durumlar, bazen onların değil sadece çevrenin takındığı yanlış davranışlar sonucu oluyor. En başta ise anne… çünkü annesi bile her ne kadar oğlunu sevdiğini söylese de onun sevgiyi hak ettiğini düşünmüyor. Helen ile iyi bir arkadaşlığa sahip olan Nitram’ın ilk ve tek arkadaşı da trajik bir şekilde aramızdan ayrılıyor. Bunun üzerine adeta ruh sıkışması yaşayan Nitram, havai fişeklere benzeyen ama daha tehlikeli olan bir çocukluk aşkına düşüyor… Silahlar! Şakaları ve hareketleri şiddete yol açan Nitram, kendine kalan paralar ile teçhizat hazırlamaya başlıyor. Ama şurada dikkatinizi çekmek istediğim bir nokta var; kendisini yargılayan, dalga geçen, hor gören veya dışlayan insanlar kenarda dursun, Nitram’ın ilk işlediği suç, kendince tasarladığı bir intikamla başlıyor, hem de kendi için değil. Avustralya‘da toplu cinayet olarak adı geçen bu olayın baş kahramanın zihninin derinliklerine doğru bir yolculuk yapacak olmanız sizi kimi zaman rahatsız edecek, kimi zaman düşündürecek, kimi zaman da size çok tanıdık gelecek. Filmin içerisine işlenen duygusal detayları fark ettiğinizde de aynı zamanda Nitram’ın derin korumacı kişiliğine ve sevgisine tanık olacaksınız. Port Arthur kentinde halka açık bir mekanda gerçekleşen ve 35 kişinin ölümü, 25 kişinin de yaralanmasıyla sonuçlanan olayı “gerçek” gözüyle izlemek sizi daha da tuhaf hissettirecek. Caleb Landry Jones’ın gerçek zanlıya olan benzerliği ise dudak uçuklatıyor. Ha bu arada, gerçek katil kim?, dediğinizi duyar gibiyim; öyleyse “NİTRAM” ismini tersten okuyun :)

  • Çocuk süper kahraman Barbie / Invincible Presenting: Atom Eve

    Değerli okurlarımız, Invincible dizisinin bu özel bölümünü incelemeye başlamadan önce şunu belirteyim ki ben yeni olana pek açık birisi değilimdir doğrusu ve bu yeniye açık olmama durumu bugün, 2000 tane film izlememiş olmamın en büyük sebebidir. Süper kahraman janraları içinde de DC veya Marvel olmayanlar bende hep aşırı ön yargılara sebep olmuştur. Belli ki sadece bende olmayacak ki tüm üçüncü parti çizgi roman firmaları, okurları, kendilerine yabancı hissetmesinler diye kendi karakterlerini daha ünlü karakterlerin klonları yaparlar ki benim gibilerin de ilgisini çekip ürünlerini tüketmeye kendilerini ikna edebilsinler. Hatırlayacaksınızdır ki bunun bir benzeri klonlama işini The Boys, Seven için de yapmıştır. Invincible söz konusu olunca, dizi içerisindeki Guardians of the Globe ekibinin doğrudan bir Justice League kopyası olması bile beni bu diziye çekmezken başka bir şey, bir oyuncu ancak beni bu diziye çekebildi. Yıllar önce ilk defa Community izledikten sonra, dizinin kadrosunun iflah edilmez bir hayranı oldum; bu dizinin kadrosunda da Community'deki Britta'yı oynayan Gillian Jacobs'u gördüğümde biliyordum ki izlemem lazımdı. Daha sonra, bir animasyona göre fazla fazla zengin olan bu kadroda Gillian'ın biraz sönük kaldığından, karakterinin biraz geride kalacak olmasından korksam da diziyi izlemeye başlayınca gördüm ki çok yanılıyormuşum. Bu özel Atom Eve bölümünde ise her ne kadar karakter Gillian Jacobs'un seslendirdiği yaşlara kadar gelmemiş olsa da dizinin uzun süredir beklenen ikinci sezonundan önce karakterin özel bir içerik alması önümüzdeki sezonlardaki öneminin ne denli artacağını güzel bir şekilde açıklar diye düşünüyorum. Kişisel Atom Eve ve Gillan Jacobs hayranlığımı izah ettiğim kısmı bitirip bölümün kendisine gelecek olursak da karakterin bir orijin hikayesi almış olması, hikayenin devamında ciddi bazı psikolojik anlamda zorlayıcı olaylar yaşayacak olmasının ve o olayları yaşadıktan sonra vereceği tepkilerin altyapısını kuruyor demektir. Yani eğer bölümün sonunda hoşunuza gitmeyen ve eksik hissettiren kısımlar varsa o eksik kısımlar, dizinin ileri sezonlarında tamamlanacağı içindir (Eve'in üvey ailesinin resmini değiştirmesi onlarla hala çözümlenmemiş bazı sorunları olduğunu gösteriyor. İleri sezonlarda mutlaka çözümlenecektir). Atom Eve'in üvey ailesi ile yaşadığı sorunların ardından, üvey ailesinin resmini biyolojik ailesininkiyle değiştirerek onları yad ettiği sahne doğrudan çizgi romanlardan alınmıştır; orijinal hali de budur. Elbette Eve'in yaşadığı aile travması, gerçekte bazı ailelerin evlatlarına yaşattığı travmalara doğrudan gönderme yapmasıyla çocukların ne kadar sıradışı olsalar bile onları kendilerinden ne denli soğutabileceklerini sadece biraz özetliyor. Eve'in ailesinden ne kadar soğuduğunu kısa bir örnekle izah etmek gerekirse de kendisinin tam adının Samantha Eve Wilkins olup, ailesinin ona Sam demesine karşı, kendisinin kendine Eve demesi ve bu yüzden de süper kahraman ismini Atom Eve yapması da tesadüf değil tabii ki. Ayrıca ailesinin yanı sıra toplumun geri kalanının da onu ucubeleştirip kendilerinden ötekileştirmesine karşı mesaj verilmesi artık hem sinemada hem de TV'de alışılmış bir durum olsa da yine de demeden edemeyeceğim ki; toplum içinde kimseye zararı olmayan, kendi iç dünyalarında takılmalarına rağmen nazik ve cömertce davranmasını bilen kimselerin ucubeleştirilmesini aşamıyorum. Ki bu bölümde doğrudan ailenin de bu dışlanma sürecinde bulunması maalesef gerçek hayattan uzak bir durum da değil. Neyse ki Eve'in çocukluğundan itibaren bu kadar sosyal mücadele veriyor olmuş olması ki tesadüf müdür bilmem ama Barbie'nin sinema çıkışından kısa bir süre sonra pembe giyen başka bir popüler güçlü kadın figürünün, kişinin özündeki güce dair mesajlar veren yapımda olması ve bunu yaparken ''Ataerkil, Maskülenite'' gibi kavramlarla, özellikle birilerini hedef göstermeden, sadece ana karakterin cinsini (kostümünün logosuyla) ve doğrudan kendisini daha çocuk olduğu dönemden yüceltiyor olması bence yapılabilecek en doğru güçlendirme biçimidir. Açıkcası bu verilen mesajlar haricinde standart bir Invincible bölümü senaryosundan çok da farklı bir bölüm olduğunu düşünmüyorum. Özellikle giriş-gelişme-sonuç olarak değerlendirecek olursak, Invincible'ın ilk sezon bölümlerinden hiç farkı yok bile denebilir. Evet değerli okurlarımız, bu 55 dakikalık özel bölüm hakkında yapacağım eleştirilerin sonuna gelmiş bulunuyorum. Umuyorum Atom Eve karakteri, rolü ne ölçüde öneme sahip olursa olsun Invincible'ın ikinci sezonunda Mark Grayson'u bekleyen tüm tehditlere karşı onun yanında savaşırken temsil ettiği değerlerden ödün vermeyip, olduğu karakterle bize sağlam bazı aksiyon sahneleri izletirken ben ve benim gibi diğer Community seven Gillian Jacobs hayranlarını da mutlu etmeye devam eder. Bu bölümün ardından özellikle yeni sezon için hypemı katlayarak artırmış durumdayım. Umarım bu yazı sizi de ikinci sezon için heyecanlandırmış, yazdıklarım da size bazı güzel fikirler vermiştir. Okuduğunuz için teşekkürler.

bottom of page