top of page

Arama Sonuçları

"" için 198 öge bulundu

  • Sherlock Holmes 3 Ne Zaman Çıkacak?

    Sherlock Holmes (2009) ve Sherlock Holmes: Gölge Oyunları (2011) filmleri, eleştirmenler ve izleyiciler tarafından genel olarak beğenilmişti. Her iki film de gişede de başarılı olmuştu. İlk film, Arthur Conan Doyle'un klasik hikayelerine modern bir yorum getirmişti. Robert Downey Jr.'ın canlandırdığı Sherlock Holmes, daha genç ve daha hareketli bir karakter olarak sunulmuştu. Jude Law'ın canlandırdığı Dr. Watson ise Holmes'un en yakın arkadaşı ve ortağı olarak filmin önemli bir karakteriydi. İkinci film, ilk filmden daha karanlık ve gizemli bir havaya sahipti. Film, Holmes ve Watson'ın 19. yüzyılın sonlarında Avrupa'da yaşanan bir komployu çözmeye çalışmalarını konu alıyordu. Her iki film de izleyiciler tarafından da beğenilmişti. İzleyiciler, özellikle Robert Downey Jr. ve Jude Law'ın performanslarını övmüşlerdi. Filmlerin aksiyon sahneleri de izleyicilerden tam not almıştı. Sherlock Holmes 3'ün konusu henüz açıklanmadı. Ancak, filmin yapımcısı Lionel Wigram, filmin daha da karanlık ve aksiyon dolu olacağını belirtmişti. Filmin, Holmes ve Watson'ın daha önce karşı karşıya geldikleri bir düşmanla yeniden karşı karşıya gelmelerini konu alabileceği tahmin ediliyor. Filmin 2024 yılının sonbaharında vizyona girmesi bekleniyor.

  • John Doe: Vigilante

    Tarihsel anlamda ceza hukuku, kurumsallaşma öncesi dönemde, kısas ve kan davasına dayalıydı. Bu, feodalleşmenin hız kazanmasıyla büyük bir şiddet seviyesine ulaştı. Kimin haklı, kimin haksız olduğu belirlenmeksizin, herkesin kendi adaletini uygulamaya çalıştığı bir yapı oluştu. Rus romanlarındaki düelloya davetler abartı veya çarpıtma değil yani, tarihsel gerçeğin ve "hukuksuzluğun" ta kendisi. İlerleyen süreçteki kanunlaştırma çalışmaları ise adaleti sağlamak adına şiddeti, bireylerin elinden alarak, devletin eline verdi. Son tahlilde şiddet azalmadığı gibi, devlet eliyle gerçekleştiği için kurumsallaştı ve gerçek adalet de sağlanamadı. Aydınlanma çağı ve hümanizm düşüncesiyle birlikte suçlar ve cezalar arasında orantılılık bulunması; cezaların, insani olması gerektiği gibi ilkeler kabul edilmeye başlandı. Giderek, sanık hakları önem kazandı. Bedensel cezalar, yerini parasal cezalara ve hapis cezasına bıraktı. Ödettirici ceza adaleti, yerini, önleyici ve ıslah edici ceza adaletine bırakmaya başladı. Tüm bunlar, failin iyileştirilip topluma yeniden kazandırılması üzerine kurulu anlayışlar olduğu için, koşullu salıverme, denetimli serbestlik ve cezaların kısa tutulması gibi sonuçları gerektirdi. Günümüzde varılan nokta, John Doe filminin ana temasında görüleceği üzere, faile ödettirme anlayışından tamamen çıkılmasına yol açtı. Cezaların yetersizliğinden şikayetçi olan halk ve suçun mağduru, ödettirme konusunda hiçbir tatmine uğramadığı için, filmde adeta geçmişteki kısas dönemine geri dönüş yaşandığını görüyoruz. Özellikle konu, cinsel suçlar olunca, toplumun hassasiyeti zirve yaptığı için, verilen kısa süreli cezalar ve yeniden topluma kazandırılması amacıyla adalet sisteminin faile sunduğu şanslar kişilerde haksızlık hissine neden oluyor. Tek bir kişinin harekete geçmesiyle, sessiz çoğunluk, linç kültürüne başlıyor. Muhabir Sam Foley’den görebileceğimiz gibi insanlar, onunla özdeşim kurarak başkaları üzerinden intikam duygularını tatmin etmeyi amaçlıyor. Bütün bir ülke; halkıyla, polisiyle, basınıyla, suç işleyen bir kişiye destek oluyor. Polisin, John Doe’yu yakalamakta gecikmesine, isteksiz olmasına rağmen, John Doe’nun yeni bir suç işlememesi için alınan büyük çapta önlemler görüyoruz. Film boyunca, şehrin her yerinde kameralar ve helikopterler görüyoruz. Bu da aslında, suçluluğu ortadan kaldırmaktan ziyade, kontrol edebilmeyi sağlamaya çalışan bir neoliberal devlet politikası olarak değerlendirilebilir. Filmin devamında, adaletin bu şekilde de sağlanamadığını görüyoruz. Çünkü, “gereken” adaleti sağladıkları iddiasında olanlar, adalet sağlamada kantarın topuzunu kaçırıyorlar ve suçlu olduklarını düşündükleri insanlar yanında, bunları savunan avukatlara da, suçu onlar işlemedikleri halde saldırmaya başlıyorlar. Uygulamaya çalıştıkları kısasın da gerçek bir göze göz, dişe diş olmaktan çıkarak, orantısızlığa ve işkenceye vardığını görüyoruz. Bunun yanında, filmde John Doe’nun ve Ken Rutherford’un diyalogları aracılığıyla adaletin, asla tek bir kişi yönünden değerlendirilemediğini de anlıyoruz. Bir kişinin öldürülmesinde, meşru müdafaa, üçüncü kişi lehine meşru müdafaa veya bunun dışında bir başka hukuka uygunluk sebebi ya da ceza sorumluluğunu azaltan başka bir sebep olabilir. Bu diyaloglar sayesinde, John’u dinlerken John’a; Ken’i dinerken Ken’e hak veriyoruz. Bu da esas itibariyle olayın taraflarının gerçek adaleti sağlama konusunda büyük yanılgılar içine düşebileceğini ve mutlaka bir üçüncü kişinin -bağımsız ve tarafsız hakimin- olaya dahil olması gerektiği sonucuna götürüyor bizleri. Örneğin, Ken ve John’un diyaloglarından birinde John, Ken’e, eğer biri, boğazına bıçak dayasa ve bu olayın 10 saniye öncesinde olayın yaşanacağını bilecek olsa, olay yaşanmadan bu adamı öldürüp öldürmeyeceğini soruyor. Buradan, John Doe’nun, kendisinin bir tür, üçüncü kişi lehine önleyici meşru müdafaa gerçekleştirdiğini düşündüğünü anlıyoruz. Ayrıca suç işlemiş insanların, yeniden suç işleyeceklerine olan inancı da ortaya çıkmakta. Ken ve polis memurunun konuşma sahnelerinden birinde, polis memuru, çocuk istismarcısını öldüren bir kişidense, genç ve masum bir kadını öldüren bir kişiye öncelik verdiğini söylüyor. Görevi, failleri yargılamak olmayan, maddi gerçeğe ulaşmak için delil toplamak olan bir kolluk görevlisinin, önüne gelen olayda kendi değerlerine göre faili yargıladığını, adeta bir engizisyon soruşturmacısı gibi hem soruşturma hem de kendi içinde bir yargılama yaptığını görüyoruz. John Doe’nun etkisiyle ortaya çıkan toplulukların, suçluları hedef almasına rağmen, toplumda suç işlemeyen insanları da korkuttuğunu, sonuçta, adalet sağlama görevini üstlenen bu topluluğun, adalet tanımaz bir küçük yapıya döndüğünü görüyoruz. Benzer şekilde, John Doe’nun suçları işlediği bölgede gece vakti iş yerleri kapatılıyor ve bu bölgenin ekonomisinin bundan fazlasıyla zarar gördüğü belirtiliyor. İş yerlerinin, işlerini kapatmalarını da, toplumun, suça uğramamak için aldıkları önlem olarak değerlendirebiliriz. Çünkü bunu yapmayıp zarar gördüklerinde, neoliberal devlet, işlenen suçları bilmelerine rağmen önlem almadıkları için zararlarını karşılamayacaktır. Filmin bir noktasında muhabir Sam ve Ken arasında geçen bir diyalogda Sam, John Doe’nun fiillerini, devlet tarafından savaşa gönderilen bir askerin fiillerine benzetiyor. Devlet adına benzer fiiller işlendiğinde, masum insanlar ölmüş olsa dahi ahlak çerçevesinde bunların tartışılmadığını; ancak sıradan bir vatandaş, devletin askerinin gerçekleştirdiği fiilleri gerçekleştirdiğinde devletin, bunun hesabını sorduğunu ifade ediyor. Neoliberal devletin, kararları sorgulanamazken, bireyler sorgulanabiliyor. Filmde dikkat çekici bir nokta, John Doe’nun, en başında aslında genel adaleti sağlamak gibi bir amacı olduğu düşünülmesine rağmen, film sonunda aslında kendi kızına işlenen suç sonucu böyle bir adalet yaratma girişiminde bulunduğu anlaşılıyor. Ayrıca, John Doe’nun en büyük destekçilerinden biri olan muhabir Sam’in de annesinin, daha önce bir suç sonucu öldürülmüş olduğunu öğreniyoruz. Bu, bir miktar da olsa, kendine dokunmayan suçlar konusunda bireylerin sessiz kalma taraftarı olduğu şeklinde düşünülebilir.

  • Community Filmi Geliyor!

    Geniş bir kitlenin severek izlediği Community dizisi, 6 sezonun ardından izleyicilere veda etmişti. Özgün biçimiyle öne çıkan Community, popüler kültür ve özellikle film kültürü konularıyla büyük ilgi toplamayı başarmıştı. Geçtiğimiz günlerde Jeff Vinger karakterini canlandıran oyuncu Joel McHale'in paylaştığı bir tweet gündeme oturdu. Tweet "...AND A MOVIE" sözcükleriyle "Six Seasons and A Movie" cümlesini tamamlıyor. Bu da dizinin devamı olan bir filmin geleceğini bizlere bildirmiş oldu. Tweet'e göre Alison Brie (Annie), Danny Pudi (Abed), Donald Glover (Troy), Gillian Jacobs (Britta), Yvette Nicole Brown (Shirley), Joel McHale (Jeff) ve Ken Jeong (Chang) filmle geri dönüyorlar. Commuity dizisi film popüler kültürü pastişlerden oluşan bir dizidir. Bu durum film ve dizi severlerin çok ilgisini çekiyor. The Godfather, Apocalypse Now, The Walking Dead, Sesame Street ve çok daha fazla içerikten ilham alınarak Dan Harmon tarafından kaleme alınmıştır. Yönetmen koltuğunda çeşitli yönetmenler otururken, dizinin çoğu bölümlerinin yönetimi Russo Brothers tarafından yapıldı. İzlediğim filmleri ve dizileri, önerilerimi kaçırmak istemeyenler buraya tıklayabilir! 🙂

  • Bize Çıkan Yollar: DASH & LILY

    ‘Bize Çıkan Yollar’ 2020 yılında Joe Tracz tarafından yapılan, 1 sezon, 8 bölümden oluşan bir romantik, gençlik dizisi. Dizinin bölümleri 20-30 dakika aralığında. Dizi aslında, David Levithan ve Rachel Cohn’un yazdığı bir kitap serisinden uyarlanıyor. Yani dizinin 2. sezonu olabilecek iken, Netflix’in istememesi üzerinde dizinin yeni sezonu çekilmiyor. Christmas ve romantik içeriğini bir arada görünce muhtemelen aklınıza nefretle başlayan aşk, şımarık zengin şirket çocuğu, sakar güzel kız vs geliyor. Evet Christmas içeriklerinin çoğunun klişe bir hikayesi olduğu konusunda hepimiz hemfikiriz. Bu diziye baktığımızda aslında diğerlerinin aksine, ütopik olmayan bir konuyla masalsı bir aşk hikayesi işleniyor. Gerçek hayatta karşımıza böyle bir şansın çıkacağını düşünmesem de en azından yapılabilecek en gerçekçi şekilde önümüze sunuluyor. Dizi, kitapları ve yazmayı çok seven iki liselinin, kırmızı bir defter sayesinde birbirlerini görmeden tanışmasını anlatıyor. Kitapları çok seven Dash, kitapçıda gezerken raflar arasında kırmızı bir defter bulur ve içerisinde isimsiz bir not görmesinin ardından Lily’nin notuna cevap verir. Lily ve Dash, kırmızı bir defter üzerinden birbirlerini tanımaya çalışırlar ve cesaret oyunları oynarlar. Birbirlerini görmedikleri halde, yavaş yavaş birbirlerine âşık olmaya başlarlar. Annesi ve babası boşanmış olan Dash, annesinin ve babasının Noel’de yurt dışı planları olduğunu öğrenince annesine babasında, babasına da annesinde kalacağını söyleyerek hiç sevmediği Noel’i yalnız geçirmeye karar verir. Lily ise Dash’ın tam tersine, Noel’i ailesiyle geçirmeyi çok seven bir karakter; fakat o da ailesinin şehir dışında olacağını öğrenir, abisi de sevgilisiyle olacağı için Noel’i yalnız geçireceğini düşünür. Diziye dair en güzel detaylardan birisi de uyarlandığı romanın yazarları, kitabı yazdıkları sırada aynı Lily ve Dash gibi sırayla birbirlerine gönderip yazmaya devam etmişler. Birisi Dash tarafından bakarken diğeri de Lily tarafından hikâyeye bakmış. Kitabın, bu kadar güzel bir şekilde diziye uyarlanma sebebi belki de bu yüzdendir. İzlerken seyirciye sıkıcı bir şekilde her şeyi aynı anda veya arka arkaya çekimler ile göstermek yerine yavaş yavaş anlatılması daha yerinde olmuş. Çoğunlukla paralel kurgunun kullanıldığı çekimler yapılmış olsaydı bence dizi bu kadar beğenilmezdi. Dizinin sonlarına doğru partide birbirleriyle karşılaşsalar da ikisinin de deftere yazan kişiler olduklarından haberleri olmuyor. Bilmeden ikisi de birbirinden etkileniyor ve defterde yazıştıkları kişiye karşı kötü hissediyorlar. Artık yavaş yavaş kendileri hakkında ipuçları veriyorlar. Birbirlerini öğrendikleri kısma gelecek olursam, açıkçası dizinin en önemli sahnesi Dash ve Lily’nin, defterde birbirlerine yazdıklarını öğrendikleri sahne olması gerekiyordu; fakat bu sahne bana çok geçiştirilmiş gibi geldi. Daha güzel bir şekilde anlatılabilirdi diye düşünüyorum. Dizi hakkındaki tek olumsuz düşüncem bu sahne; çünkü gerçekten seyircilerin hepsi, birbirlerini öğrenecekleri sahneyi bekliyor ve o yüzden çok güzel bir şekilde işlemişlerdir diye düşünüyordum. Lily ve Dash her şeyi öğrendikten sonra yaşanılan olaylar yüzünden kırgın gibi gözükseler de yılbaşı gecesi Dash, Lily’yi tüm bu olayların başlangıç yeri olan kitapçıda bekliyor ve Lily de onu yalnız bırakmıyor.

  • JAULA - 'Kafestekiler'

    Reçel, çizgiler, penguen ve biraz kahve. Bunlar bize ne anlatabilir? Netflix'te 'Kafestekiler' ismiyle 2022 yılında yayımlanan, yönetmen koltuğunda Ignacio Tatan'ın olduğu ve senaryosunu Isabel Pena ile Ignacıo Tatan'ın kaleme aldığı gizem dolu filmi inceleyelim. İspanyol yapımı olan Kafestekiler filmi, birçok gizemi ve soru işaretlerini beraberinde getiriyor. Suç, gizem, gerilim ve psikoloji türlerini muntazam şekilde işleyen İspanyol sineması bu sefer de bizleri merakta bırakmayı başarıyor. Film başlarken, jenerikte özgün bir tarzda tebeşir çizimlerine rastlıyoruz. İlk olarak 'jenerik işte' dedirtip ilgimizi çekmese de bu tebeşir detayını şimdiden aklınızda tutun derim. Görünürde bir ön hikayesi bulunmuyor ve anlık olarak kendimizi olayların içinde buluyoruz. Bir çift arabayla seyir halindeyken önlerine gizemli bir kız çocuğu çıkıyor. Bu karşılaşma, film evreninde daha önce denk geldiğimiz 'senaryolar'. Eğer ortada kayıp birisi varsa, klasik olarak terminaller, ormanlar, otobanlar bu tarz konular için biçilmiş kaftan gibi görünüyor. Klasik dediğime bakmayın, bunu iyimser bir görüşle söylüyorum. Bu saydığım seçenekler ne kadar çürümeye yüz tutmuş olsa da korku filmlerindeki asıl kızın her daim beyaz uzun elbise giymesi kadar dehşet verici değil. Kayıp kız, yani Clara, hastanenin ardından Paula ve Simon'un evinde kalmaya başlıyor. Tamamen bir gizemden oluşan Clara'nın derinlerde yaralayıcı şeyler yaşadığı çok belli oluyor. Hal ve hareketlerini çözmeye çalışan çift, Clara'ya çok kuvvetli bir anlayış sergiliyor. Bu noktada film bizlere travma sahibi çocuklara nasıl yaklaşıp, bağ kurmamız gerektiğini de aktarmış. Anne olmak için her gün kasığından kendine iğne yapan Paula'nın, anne olmasa bile, anaçlığı ile hiç tanımadığı Clara'ya büyük bir sabır, empati ve sevgi ile yaklaşması ise gözden kaçmıyor. Clara'yı tanımaya çalışırlarken bizler de bu vesileyle olayları kafamızda oturtmaya çalışıyoruz. Çünkü filmde hiçbir şekilde Clara hakkında flashback sahnelerine tanık olmadık. Flashback kullanmamalarının sebebi, merakı zinde tutmak ve daha sürükleyici bir pozisyona sürüklemek istemeleri olabilir. Fena fikir de sayılmaz. Clara'nın içine kapanıklığı dışında kendisini sınır içinde daha güvende hissettiğini görüyoruz. Hatırlıyor musunuz tebeşir ismini unutmayın demiştim. Clara, tebeşir ile çizilmiş sınırlarda kalabiliyor; buradan da geçmişinde bir itaatkar olabilme durumunun olduğu çıkarımını yapabiliriz. Söz dinlemek ve verilen sınırlara, emirlere itaat etmek... Sonrasında devam eden olayların bize yansıttığı merak, filmin sonuna kadar devamlı bir şekilde taze kalmaya devam ediyor. Paula'nın yaşadığı sıkıntılara rağmen çabaları bir dedektif gözünden daha yararlı görünüyor. Evde gerçekleşen reçelin içinden cam kırıklarının çıkması ve kişilerin bundan zarar görmesi Clara'yı bize masum oluşu kadar tehdit edici de gösteriyor. Ve böylece Simon'un gözünde evden gitmesi gerektiği kanısına varılıyor. Filmin başlangıcında her ne kadar doğaüstü, paranormal tadını alsak da, izledikçe işin daha ciddi ve karmaşık olduğunu anlıyor ve olayı mistik yönlere çekmediği için İspanyollara buradan teşekkür ediyoruz. Kurgu devamlılığı hakkında ufak tefek ve birkaç mantık hatası olsa da film hala kendini izletmeye devam ediyor. Clara'nın çizmiş olduğu resim ilk başta tuhaf gözükse de hikayenin düğümünü çözmek için en büyük kanıtlardan bir tanesi. Filmde en hoş olan kısımlardan biri, anlamsız gözüken şeylerin filmin bir noktasında gizeminin çözülüp anlamını yakalaması. Clara'nın resminden söz etmişken, karaktere can veren Eva Tennear yaşından büyük bir performans ile izleyiciyi kendine hayran bırakıyor. Çünkü böylesine travmatik bir beyni ve ağırlaşmış bir ruhu canlandırmak yetenek ister, bunu da söylemiş olalım. Paula kendisine yanlış gelen ve şüpheli durumları çözmeye başlarken adli tıpta çalışan bir kadınla konuşuyor. Artık çok sık denk geldiğim, tamamen ikna kabiliyeti olarak bu repliği kullanan film ve dizileri görüyoruz. Birini hemen ikna mı etmek istiyorsunuz? Ona hemen sesinizi titreterek şu soruyu sorun: 'senin hiç çocuğun var mı?' veya 'siz anne-baba mısınız?' İşte tam o an karşınızdaki kişi susacak, gözleri dolacak ve anında ikna olacaktır... cidden bunu yapmayın artık, yeterli... Filmin sonlarına doğru yavaş yavaş doğru ya da emin olduğumuz şeylerin boyutunun çok farklı olduğuna tanık oluyoruz, mesela reçel olayı. Gizemin ve Clara'nın geçmişine açıklık getirmek isteyen Paula, en son, soluğu karşı evde yaşayan misafirinde alıyor ve olaylar daha karmaşık bir hale geliyor. Şimdi de açık bir şekilde olması gerekenleri söyleyelim. Filmi bitirmek için bu kadar aceleci davranmaya gerek var mıydı? Çözümleme konusunda eksikleri var. Film bir anda bitiyor ve olaylar hakkında neyin nasıl olduğunun cevabını alamıyoruz. Oyuncuların replikle anlatılmasından değil, göze görülür bir olay bile yok ortada. Birçok soru havada bırakılmış. Clara ve biyolojik annesinin asıl hikayesi neydi? Neden bu hale geldi, seçilmişler miydi? Güzel bir gizemle başlayan ama birkaç mantık hatası barındıran; konuyu ortadan ikiye bölen, olayların aslını, geçmişini anlatma taraftarı olmayan bir film, değişik bir kapanış ile bitiyor. İzlenmeyecek bir film değil; ortamda, bu havada kalmış konuları konuşabileceğiniz bir 'İspanyol yapım' klasiği.

  • Quantumania | Ant-Man İnceleme

    Küçük Adamdan korkun. Ant-Man geri döndü! Marvel Studios’un yeni filmi olan Quantumania sonunda beyaz perdede. MCU’nun köprü filmlerinden olan bu film, gelecek büyük filmlerin habercisi oldu. Peki ya bu film ne kadar başarılıydı gelin ayrıntılı konuşalım. Ant-Man karakterini hem solo filmlerinde hem Avengers filmlerinde sıklıkla izledik. Quantumania filminde ilk kez büyük bir savaşın habercisi oldu bizlere. Biliyorsunuz Ant-Man yani Scott Lang sayesinde Endgame filminde, quantum aleminden sıçrayıp paralel evrenlere geçişin yolu bulunmuştu. Yani paralel evrenlerin ortaya çıkışı Ant-Man sayesinde olmuştu. Bu filmde de aynı şekilde paralel evrenleri fetheden Fatih’i tanıyoruz. Yani Ant-Man’in sevdiği bir konuyla sınandığını izliyoruz. Filmin kötüsünü tanıtayım. Kang! Kang, çizgi romanlardan, Contest of Champions oyunundan ya da Loki dizisinden aşina olduğumuz bir karakter. Her evrende olan varyantları, bulunduğu evrenlerde zamanın ötesinde kurdukları birlikleri ve imparatorluklarıyla evrenleri yok ediyorlar. Quantumania filmindeki varyant ise sürgüne gönderilmiş bir varyant. Herhangi bir evrene müdahalede bulunamaması için zamanın ve mekânın olmadığı yerde, yani atom altı quantum aleminde kısılıp kalmıştır. Quantum alemine inmek zorunda kalan Janet, onunla dost olup yıllar boyu onun çıkmasına yardım ederken, onun paralel evrenlerde dolaşan koltuğuna dokunduğunda Kang’in hatıralarını görür ve hisseder. Onu orada bırakır ve gider. Onun kötü ve çok güçlü olduğunu bilmektedir. Kang gerçekten güçlü olduğunu filmde hissettirdi. Tabii yine filmin sonunda Scott kazanıyor savaşı. Fakat buna bir sebep vermişler. Tüm evrenlerin en güçlüsü, fiziği ve ne kadar yasa varsa hepsini çiğnemiş, zamanı bükmüş bu kötü bilim adamının tek zayıf noktası, 616 evreninde çoklu evrenleri tanıması ve kontrol edebilmesidir. Kang ölür… Tabii ki ölümü birçok dış etkene bağlı olarak gerçekleşir. Quantum alemine düşen karıncalar, yanlışlıkla zaman kayması yaşayıp kendi teknolojilerini geliştirir. (Mükemmel tesadüf). Kang ile olan savaşa karıncalar da girer ve üzerindeki Kang teknolojisinden onu arındırarak saf bir hale getirirler. Karıncalardan nasıl kaçtı bilemiyoruz ama gelip Scott ile tekme tokat dövüşüyorlar. Sonra Kang, PYM enerji kapsülünün enerjisine karışarak yok oluyor. Elektrik çarptı diyebiliriz, ama Kang elektriğe çarptı gibi gördük. Filmdeki amaçtan bahsetmem gerekirse 616 evreninde Kang’i yenebilecek bir güç var. Film, Kang’in doğru yollarla yenilenebileceğini gösteriyor. Ama akıl alacak bir durum değil. Kang’in yeniliş haberi, tüm Kanglerin bulunduğu bir senatoya gidiyor. Her türlü Kang Varyantı var orada… İşte! Şimdi Kangler kızarak 616 evrenine savaş açacak gibi görünüyor. Avengers onları kızdırmış gibi görünüyor. Bundan sonrasını “Avengers: The Kang Dynasty” filminde izleyeceğiz. Hemen o film için de bir tahminde bulunayım. Filmde birçok evrenin bir noktada birleştiğini ve yüzlerce aynı karakterin olduğu savaşlar izleyeceğiz. Yetti Kang’den bahsettiğimiz. Şimdi harcanan bir kötü karakterden bahsetme vakti. Mechanized Oganism Designed Only for Killing yani M.O.D.O.K. Çizgi romanlarında veya dizilerinde her zaman biraz huysuz biraz da komik karakter olarak tanıdık onu. Fakat bu filmde bu karakteri Ant-Man’in ilk filmindeki Darren olarak görüyoruz. Evet, ilk filmde ölmemiş. Sadece quantum alemine düşmüş. Bu bana saçma geldi. Tabii, 616 evrenindeki ölmüş Iron-Man’e düşman edemezlerdi onu, buraya koymuşlar. Darren’ı… Pardon M.O.D.O.K.’u en başta Scott’tan intikam alırken görüyoruz. Daha sonra Cassie gidip ona “pislik olma” diyor. Bu sözcükler onu öyle bir büyülüyor ki Scott’ın tarafına geçip Kang’e saldırıyor. Tabii ölüyor en sonunda. En azından iyi bir şekilde öldü. Tamam, karakterin quantum aleminde delirip bu tür duygu değişimlerine girdiğini savunabiliriz fakat karakter böyle harcanmamalıydı. Çok kızgınım Marvel’a. Aynı şeyi Mandarin’e de yaptılar. Ben bu ikiliyi görmek isterdim. Bunların dışında, aynı uzayda olduğu gibi atom altında da bilinçli canlıların olduğunu öğrendik. Evrenin ne kadar büyük olduğu ve ne kadar küçük de olduğunu bu filmde anlıyoruz. Bu, izleyicinin kendini ve yaratılışını sorgulaması için iyi bir unsurdu. Film, öylesine izlenen gişe filmlerinden biriydi diyebilirim. En iyi Marvel filmlerinden olan Eternals kadar dolu bir film olmasa da bazı sahneleri çok sevdim. Gösterge bilimsel olarak prodüksiyona çok iyi dökülmüş. Scott’ın olasılıklarının fiziksel yansımalarının üst üste gelip Scott’ı en yukarı çekirdeğe ulaştırdıkları sahne… Bu sahne sıradan bir sahne değildi. Filmde asıl anlatılmak istenen buydu. Kendini yüceltme, birlik ol! Aynı karıncalar gibi. Karıncaların doğadaki hareketi gibi, üst üste binen Scott’lar alfayı yukarıya ulaştırmayı başardı. Aynı anlatıyı filmin ilk perdesi ve son perdesinde de görüyoruz. Scott evreni kurtaran bir Avenger ama tanınmıyor, bunun bir önemi yok. Son sahnede ise benzer planlar ve mekânlarla, onun yine evreni kurtardığı ama bundan insanların yine haberi olmaması gösteriliyor. (Çünkü savaş quantum aleminde oldu.) Bunu insanların bilmesine gerek yok. Kang gibi kendini yüceltme, bak patladı. Oyuncular hakkında büyük eleştirim yok. Yeni Cassie de oturmuş bence, yardımcı oyuncular da gayet iyiydi. Bill Murray’ı kısa bir sahnede gördük, hoştu. Hatta Loki’yi de… Aaa evet! Loki de var filmde. Hemen onu da anlatayım. Loki, After Credits sahnesinde karşımıza geliyor. Bence 1890’lı yıllarda geçiyordu. Kang halkın önünde zamandan bahsederken Mobius, Loki’ye “Onu bize korkunçmuş gibi anlattın” der. Mobius da onunla tanışır. Loki’nin gözünde gerçekten korku görürüz. Thanos’tan, hatta babası Odin’den bile korkmamıştı düşünün. Loki 2. Sezona bir bakıştı bu. Mid Credits sahnesi, yukarıda bahsettiğim gibi Kanglerin olduğu bir senato. On binlerce belki de daha fazla Kang’in olduğu bir yer orası. 616’da ölen Kang’in haberini alıp sinirleniyorlar. Yeni Avengers filminde veya sonraki filmlerden birinde Kang’i yine göreceğimize bir işaretti bu. İzlediğim filmleri ve dizileri, önerilerimi kaçırmak istemeyenler buraya tıklayabilir! 🙂

  • Barbie Projesi

    Selam Barbieler ve Kenler! Barbie’yi izleyip daha fazla yorum ve analiz duymak için buraya geldiniz… İyi ettiniz. Çünkü konuşulacak çok şey var. “Barbie Projesi” biz insanlara ne sundu ya da ne sunmaya çalıştı mı desem? Büyük bir varoluş felsefesini bizlere salata gibi karışık bir şekilde anlatmışlar... Öncelikle bahsetmek istediğim konu, bu filmin neden bu kadar izleniyor olduğu. Filmden çıkanlar gerçekten memnun kalıyorlar, çünkü muazzam bir film. Ama çoğu insan, bu filmi daha önceki Barbie filmleri gibi 'Barbieland' veya 'Dreamhouse' tarzı bir masal zannederek izlemeye gelmiş olabilir. “Barbie” isminin burada da harika bir satış oyunu olduğu ortada. İsmi “Barbie” diye, kadınlara ve kız çocuklarına hitap eden bir film değil bu. Herkes izleyebilir. Ama bence yaş sınırı +16 olmalı. Eğer çocuğunuzla gidecekseniz bu filme, çocuğunuz zeki olmalı bence; yoksa anlayamaz. Eğer çocuğunuzu götürürseniz filme, emin olun arabada ya da daha kötüsü metroda, sizlere çok değişik sorular soracak ve delireceksiniz. Demedi demeyin. Ben bu filmi, kapitalizmin örtbas edilmeye çalışıldığı, komediyle doldurulmuş bir SJW filmi olarak görüyorum. Tabii feminizm ve diğer hakların savunulmaya çalışılması sadece, filmi doldurmak için konulmuş. Bu yüzden örtbas dedim. Senaryoya iyi işlenememiş. Ama var mı, var. Sanki arkadaşlar arasında espriyle anlatılıyor gibi, af diliyorum sizlerden “aptala anlatır gibi” anlatılmış. Bence filmde bu önemli değil. Barbie izlerken bir anlam arıyorsunuz. Fakat Barbieland’in ve karakterlerin büyüsüne, “MÜKEMMELLİĞİNE” o kadar odaklanıyoruz ki düşünmeyi bırakıp özdeşleşiyor ve kendimizi birer Barbie ve Ken olarak görüyoruz. Filme dalmazsak eğer bazı anlatılar, izlerken yaşadığımız olayı aslında anlatıyor bize. Özellikle ilk perdede yer alan şarkılar… Size özetlemem gerekirse diyor ki “GÜZEL OLMAK İÇİN FAZLA DÜŞÜNMEMEK LAZIM” yani “GÜZEL OLMAK İÇİN APTAL OLMAK LAZIM” demek istemişler. Filmde, insanın kendini, amacını, sebebini, ruhunu anlamadan çevresindekileri benimsemesi veya üçüncü kişiler tarafından yönetilmesi, kişinin tek tipleştiği bir kapitalist dünyaya sürüklendiğini gösteren ana tartışma konusudur. Barbie bebekler 1959 yılında, porselen bebekleri raftan indirdiğinden beri insanların aklında tek bir düşünce var. Oyuncak firmalarının ürettiği kusursuz bebeklerin, geleceğin insanlarını yönlendirdiği, özendirdiği bir teori. Buna ben teori demiyorum. Çünkü yaşıyoruz. Barbie, geçmişte moda olmuş bir yüz filtresi gibi. Nasıl günümüzde medya sayesinde herkes aynı şeyi yapıyorsa, sosyal medyada OPPENHEIMER ve BARBIE aynı gün çıkacak diye, Oppenheimer’ı tanımayan 8 yaşındaki çocuk bile aynı gün Barbie ve Oppenheimer izlemeyi düşünüyor. (İkisine de yaşın tutmuyor evlat!) Demek istediğim insanların çevresinden/Barbie'den etkilenip kendini yeniden tasarlaması. Barbie’nin Barbieland hayatını sorgulaması ve herkesin birer amacı varken Klasik Barbie’nin bir amacı olmaması onu varoluşsal bir düşünceye sokuyor. Aynı biz insanların elimizdekilerle yetinmeyip fazlasını istememiz gibi. Zaten en mükemmel Barbie’sin sen. Güzelsin, her şeye sahipsin, yaşlanmıyorsun ve ölmüyorsun. Ama bilmiyorsun Barbie… Sana özenen insanlar var. İnce bacaklar ve kırışıkları olmayan kusursuz beden için… Filmde Barbie’nin bağı olan bir gerçek insan var. Bu kişi kendini kusursuzlaştırmak yerine Barbie’ye kusurlar veriyor. Böylece Barbie gerçek yaşamın farkına varıyor. Artık her şeyin anlamlaşması ona iyi geliyor. Kendini kabullenmen… Barbie bebeklerin aslında insanlara yön vermesi bir gerçektir. Ne kadar inkâr etsek de doğrudur. Filmin içinde de bu açıkça anlatılıyor zaten. Barbie’nin yaratıcısı Ruth’un ağzından da bunu duyuyoruz. Anlatmak istediği şudur: “Barbie senin hayatını seçmesin, sen kendi hayatını seç.” (inanmayın kendi BARBIE projelerinin kötü yanını örtbas ediyorlar burada) Topukları yere basmayan Barbie'nin ayak ikonundan bahsedelim. Filmin başında topuklularını çıkarıp, yere değmeyen topuklarıyla yürüyen Barbie bir süre sonra basmaya başlıyor. Bu gerçek dünyadaki kızın ona verdiği bir yetenek aslında. Neden güzel olmak için yüksek topuklularla kendimize acı çektiriyoruz ki? Kendimiz olalım ve rahat olalım. "Boş verin insanları. Sizleri nasıl görüyorlarsa görsünler." diyor, o uçan topuklu ayaklar. Filmin sonunda rahat bir sandalet bize özgür bir kadının kendi hayatına yön vermesini anlatmakta. Filmde erkek kadın üstünlüğü yanı sıra erkeğin de kadının da olması gerektiği gibi olması ve kendi kararlarını verebilmeleri ön plandaydı. Tabii bu düşünceye ulaşmadan önce birçok olay yaşandı. Bu durum komedi tabii. Gerçek dünyaya gelen Ken, dünyanın erkekler tarafından yönetildiğini düşünüyor. (Kısmen haklı. Geçmişte birçok haksızlık yapılsa da günümüzde farklı “Barbie Projeleri” sayesinde eşitlik farklı yorumlanıyor.) Ken gerçek dünyada öğrendiği her ataerkil düşünceyi Barbieland’e taşıyarak “siyahi başkan” Barbie’ye darbe yapıyor. Barbieland’in yıkılmasıyla “Kendom” kuruluyor. Ken’in ve Kenlerin bu davranışı aslında erkeklerin aklının nasıl çalıştığı konusu hakkında bir genellemedir. Düşünmeden aptalca verilen kararlar simgesidir. Kadınların birlik olup Barbieland’i geri alması da feminist düşünceye veya davranışlara örnektir. Erkeklerin ayaklanması, gerektiği zaman kadınların da günümüzde yaptığı gibi eylemlerle farkındalık oluşturabilecek toplumun cinsiyet eşitliğini gösteriyor. Ken'in filmin sonundaki tişörtü de propagandaya katkıdır. "IamKenaough", "Ben Kendime Yeterim". Barbieland'deki erkeklerin kadınlar kadar güçlü olduğunu, ne kadar eşitlik olursa olsun unutturmayacağını yansıtmaktadır. Aynı zamanda “Allan” karakteri Barbielerin tarafında olup, cinsel ayrımcılığın olmadığını gösteren bir karakterdi. Özgür düşüncelerin bir göstergesidir. Film boyunca farklı Barbie ve Ken tiplemeleri gördük. O oyuncakların canlandırılmasında olmazsa olmaz eşcinsel göndermeleri vardı. Bence yerinde kullanılmış. Homoseksüelliği sadece cinsellik anlatmaz. Bunu jest ve mimikler ya da birkaç söz de belirleyebilir. Bu konuda bunu başarılı buldum. Stranger Things de iyi vermişti bunu. Evet Barbie Projesi hakkında bayağı konuştuk. Şimdi gelin Barbie konuşalım. Filme en başta 5 yıldız yerine 17 yıldız vermek istemiştim fakat senaryosunda bazı eksikler var ve kafamı gerçekten karıştırdı. Bir filmde mesaj vermek zorunda değilsin ama niye zorluyorsun. Her şeyi koyacağım diye filmde bazı konular bir yere varamıyor. Üstünden geçip bırakıyorsun. Özellikle şu küçük kız Sasha… Bir “Bratz” bebeği gibi ortaya çıktı ve kötüydü. Barbieland’e giden yolda neyle yüzleşti ki birden annesini ve kendini bir şey zanneden Barbie tarafına geçti? Birdenbire Barbie-Bratz Kadın Kolları kuruldu sanki. Bu yardımcı oyuncu, evet günümüzdeki kızları temsilen o filmdeydi. Fakat Barbieland’de yeri yoktu. Bunun dışında ofis çalışanı olan erkekler. Çok garip değiller miydi? Ya onlar da birer oyuncak gibi varlıklar ve yönetiliyorlar ya da erkekler gerçekten aptal. Siz ne dersiniz? NOT: Ben bir Barbie hayranı değilim bu yüzden sizlere Barbie göndermelerini ayrıntılı açıklayamam. Ayrıntılı Barbie odaklı yazıyı Ben İzledim Barbieland şubemizdeki "Su Evci" yazacak. Yazıyı yazdıysa buraya link bırakırım. Benim filmde hayran olduğum sahnelerin başında müzikal sahneler var. Bayılıyorum müzikallere ve danslara. O kadar harikaydılar ki. Parti gecesindeki dans muazzamdı. O kadar heyecanlandım ki Apple Watch’um bana uyarı verdi “Hareketsizken yüksek kalp atışı algılandı”. Renkli karakterler, havalı danslar, matematiğiyle uyuştuğum müziği… Özellikle en iyi müzikal sahnesi Kenlerin şarkı söyleyip dans etmesiydi. Ben en büyük Ryan Gosling hayranı olarak ağzım açık kaldı. Herkes çok iyiydi. Acayip iyiydi (Tabii ben Ken bebeklere özenip saçımı sarı yapmayacağım merak etmeyin. Ama pembe limonata içtim.) Dua Lipa’ya ön yargıyla yaklaştığım doğrudur. Gerçekten itici karakterinden dolayı müziklerine bile bakmazken. “Dance The Night” şarkısını metroda yolculuk yaparken dinliyorum artık. Hatta bu yazının taslağını yazarken de şu an açık. Bu arada Dua Lipa’ya da bir deniz kızı Barbie rolü verilmişti. Harika cameolar yer alıyordu filmde. John Cena da deniz kızıydı. Her yerden çıkıyor bu herif. Onun dışında Barbie’nin geçmişine göndermeler, cameolar yer alıyordu. (Fazla ayrıntı vermiyorum, Barbie’nin yaratıcısı ve kızı Barbara hakkında bilgileri araştırmak bana sıkıcı geliyor. Onları sizlere Su Evci yazıp yayımlayacak.) Oyuncular iyiydi. Oyunlar iyiydi. İyi yönetilmişti. Fakat teknik olarak kurguda bazı devamlılık hataları gördüm. O da önemli değil. Eğlenmek için harika bir filmdi. Biçimsel olarak incelemeye değmez bu film. Senaryo bir tık karışık ve hatalıydı sanki diyebilirim, o kadar. Barbie'nin kardeşlerinden de bahsetmek istiyorum. Ben bu Roberts ailesine bayılırdım. Keşke kardeşlerini de görseydik dedim. Skipper'ın ismi geçti ama daha fazla görmedik. Film bir Barbie masalı yerine bir "SİLAH" gibisinden kullanıldığı için sadece KEN ve BARBIE yani Erkek ve Kadın karakterleri göstermek istemişler bence. Zaten aile filmi olsaydı Roberts ailesini görürdük. Wizard of Oz, Clueless, 2001: A Space Odyssey, Rocky, Bratz” pastişleriyle donatılmıştı film. Bir de “Matrix” göndermesi vardı! Bayıldım o sahneye! Garip Barbie aslında hikâye anlatımının önemli adımlarından birini temsilen ordaydı. “Yol Gösteren Bir Büyücü” gibi… Morpheus gibi… Bir eline Barbieland’de kalıp giyebileceği topuklu ayakkabıları, diğer eline de gerçek dünyada insanların giydiği parmak arası sandaletleri alıyor Tuhaf Barbie. Barbara gerçek dünyaya yol alıyor bu sahnede. Bu arada.. Arkadaki sinemaya bakın. Wizard of Oz var. Gerçek dünya demişken filmde anlam veremediğim bir diğer şey… Gerçek Dünya ve Barbieland arasında nasıl bir bağ var? Nasıl bir fiziksel güçle oraya geldi? Büyü falan yok ortada. Portal da açılmadı. Oppenheimer bunu da açıklasın! Roket, karavan, tekne, bisiklet derken LA’da buldular kendilerini. Filmde anlaşılmayan akılda soru bırakan konular vardı. Ama akışına bıraktım. Ana akım filminde eğlenmeye bakın! Benim gibi fazla düşünmeyin. Düşünürseniz güzel olamazsınız, eğlenemezsiniz. Ben filmin şarkısına bile takıldım. Şarkı tamamen bir propaganda. Nasıl da eziyor biz insanları. Ama fazla düşünmeyin dediğim gibi. Siz, siz olun, aldırmayın. Bakın Allen’a ne kadar da mutlu. Neden "Allan" karakteri için seçilen oyuncu tanınıp ama ismi bilinmeyen biri? Neden bu oyuncu hep ezilen karakter oluyor :D O, Michael Cera! #IamAllan İzlediğim filmleri ve dizileri, önerilerimi kaçırmak istemeyenler buraya tıklayabilir! 🙂

  • Samsara Belgeseli Üzerine

    Beş yıldızlı otelde mi kalmak istersiniz, bir çadırda milyarlarca yıldızın altında mı kalmak ? Samsara belgeselini izlediğimde aklıma sosyal medyada karşılaştığım ve kendime bu soruyu sorduğum bir fotoğraf geldi. Beton yığınları içinde toprakla, bitkiyle hatta gökyüzünden bile mahrum olup adının da beş yıldızlı otel olan öğretilmiş güzelliğe sahip insan yapması bir odada mı kalmak istersin, yoksa doyasıya oksijenle, bitkiyle, doğanın dingin sesiyle ve uçsuz bucaksız size ait olan ve hiç para ödemek zorunda kalmadığınız bir çadırın kenarında, ateşin dibinde oturup çayını mı yudumlamak istersin. İşte bu noktada maalesef kafamız karışık kalmıştır. İnsan, doğaya hükmetmeye çalıştıkça dibe vurmuştur; üstelik öyle dibe vurmuştur ki asıl benliğini, asıl doğasını göremez duruma gelmiştir. İnsan, yarattıklarının esiri olmuştur. Öyle ki dünyadan uzak kalışımızın asıl sebebini dünya ile bağlantı sanır duruma gelmiş ve bedenimizin bir parçası haline gelen telefonlarımızdan ayrılamaz duruma gelmişizdir. Belgeseli izlerken insanın asıl doğasının ne olduğu, insanın gerçeğinin ne olduğunu sorguluyorsunuz; sunulanların ne kadar bizim olduğu, bize ne verdiğini sorguluyorsunuz ve asıl soru, neleri götürdüğünü... İnsan, doğayı istediği gibi evirip çevirmiş ve dünyanın yegane sahibi gibi önüne gelen canlıyı yok etmiş; doğada kendiliğinden var olan canlıyı alıp, doğasına aykırı suni bir şekilde yetiştirip sonra onu yiyip kendi bünyesine de zarar vermiştir. Öyle ki hayvansever grupların doğduğu o ‘’muhteşem medeni uygarlıklar’’, civcivleri canlı canlı ezip, inekleri ve tavukları güneş görmez ve hareket edemeyecek kadar dar yerlerde ve her türlü eziyeti ederek ilaçlarla şişirip tüketime sunup birçok hastalığın asıl kaynağı olmuştur. Daha sonra da bu hastalıkları giderecek, dünyaya hükmedenlere kaynak sağlayacak ilaç endüstrisini doğurmuşlardır. Tek amaç, birilerinin daha çok kazanmasıdır. Bu uğurda insan, katledilen tavuklardan farksız görülmüştür. Artık, yapay olan, salt yediklerimiz, içtiklerimiz değil; yapaylık, hayatımızı çepeçevre sarmıştır. Modern dünya, yapay insan yaratmıştır. Sistem, modern köleler doğurmuş; hız, düşünmeyi yok etmiştir. Sonuç; düşünemez, sorgulayamaz, robotlaşmış, mekanik insandır. Dinginliğe ve yavaşa ulaşamayan insan, duygularını kaybetmiştir. Bunu, uzun süredir sevgi kelimesini duymayışımızdan anlayabiliriz; öyle ki sevgi, aşk kavramları tamamıyla cinselliğe indirgenmiş ve cinsellik dahi endüstrinin bir ürünü haline gelmiştir. Kadın, Doğuda da Batıda da seks objesi durumundadır; fakat bu, yine öğretilmiş bir durumdur. Çoğu, sözde ilkel, geri denilen kabilelerde insanlar çıplaklardır; kadın çıplaktır fakat kimse ona salt bir seks objesi olarak bakmaz, o orada bir bireydir. Memesi, kalçası insan bedeninin normal bölümleridir. Bedeni, erkek bedeninden farklıdır ve bu doğal karşılanır; fakat modern dünyada, sözde ileri olan dünyada, kadının memesinin açıkta olması onun tecavüze uğramasına yeterli bir sebeptir. Bu durumun, dünyanın Doğusunda da Batısında da aynı olduğunu söyleyebiliriz . Biri, kadını soyarak objeleştirir; diğeri ise kadını çarşafa sokarak birey olmaktan yoksun kılar. Doğu da Batı da kadının akletmesi, düşünmesi, bilmesi ve bir insan olarak var olabilmesinden bahsetmez. Biri özgürlük adı altında onu soyup metalaştırır ve diğeri meta gördüğü kadını kapatır, çarşafa bürür. Nihayetinde kadın, modern dünyada tüketilendir. Modern insan, tüm güzellikleri yok edip yerine sıradan ve insan doğasına aykırı ürünler koymuştur. Lüks, şatafat, bizleri birilerinden sözde farklı ve üstün gösteren metal ve beton yığınları içinde kayboluyoruz; bu kayboluş benliğimizden, fıtratımızdan kopuştur. Yerden yükseldikçe yücelen ve Tanrılaşan insan, beşeri olduğunu hatırladığı topraktan uzaklaştıkça başka bir varlığa dönüşmüştür. O kadar ki hiçbir varlığa, hiçbir canlıya acımadığı gibi başka insanların acısını, sefaletini görüp bilip bir de üstüne basarak yükselir. Modern insan, bencildir; insani duygulardan yoksun, mekaniktir ve öz benliğini ilkel, kötü, yoksun olarak görmektedir. İnsan, kendi ürettiği zaafları uğruna her şeyi harcamıştır; sahip olduğu tüm değerleri, tüketim ürünü olarak görür. Her şeyi harcar; insanı, sanatı, doğayı, geleceği kısacası her şeyi kendi uğruna bir hiçten ibaret etmiştir. Milyonlarca insan açlıkla savaşırken, dini mekanlar, altınlarla bezenmiştir. Sözde dindarlar, gösteriş, zenginlik içerisinde yaşayıp, gerçeğe gözü kapalı bir şekilde zevkleri uğruna yaşamaktadır. Gözlerini açmak istemezler; çünkü menfaatleri doğrultusunda değildir, işlerine gelmez. Kendisine bile yabancılaşan insan (inananlar için) Tanrıyı dahi kandırma peşindedir. Doğaya, insana kısacası varolan hiçbir şeye saygı duymayan insan, kendini fark etmekten aciz, cennet bekler durumdadır. Farklılıklar yok olmuştur, bir fabrika kalıbında her şey, herkes aynılaşmıştır; yerel olana, farklı olana, özgün olana yer kalmamıştır. Dinler, medeniyetler, farklı kültürler, diller kısacası her şey kurumuş bir ağaç gibidir. Yeşil kalmaya çalışan dalları ise, tahrip edilmiş doğa içerisinde yavaş yavaş kuruyup yok olmaktadır. Doğanın tahribi demişken, kirletilen ve çoğu yok olmuş su kaynakları kimsenin umurunda değildir. Artık o, mavi altındır ve şişelere doldurulup yine pazarın ürünü olmuştur. Mesela bir yerleri çölleştiren zihniyet, diğer bir yere suni kar ile kayak merkezi yapabilir. Doğaya istedikleri gibi müdahale edebilirler, denizleri doldurup üstüne bina yapabilirler; çünkü bu birilerinin dünyasıdır, geri kalanlar onların çöplüklerinde, eğer paraları yoksa sessizce ölebilirler. Ya da açlıktan birbirlerini öldürebilirler, sömürülen dünyaları gibi sömürülen beyinlerinin de sorumluları onlardır sonuçta ve bunlar kenar mahallelilerdir, orası kötülüğün, cahilliğin adresidir. Kolluk kuvvetleri ile itaat sağlanır, kimseye göz açtırılmaz ama eğer zenginler için bir savaş gerekiyorsa bunlar birden kahraman olurlar. Sonuç olarak, teknoloji tüm insanlığın yararına görünse de belli bir kesime hizmet eder ve hatta onları bile olumsuz etkiler. İnsanlar arasında uçurumlar yaratmış ve duyguyu, insan olma bilincini yok etmiştir. Seri üretim ile seri tüketim, insanı doyumsuzluğa götürmüştür. Bu doyumsuzluk, salt yemek ile sınırlı değil; her şeyi tüketme isteğidir. Sürekli tüketen insan, artık kendini de yok etme durumuna gelmiştir. İşin kötü kısmı, körelen beyinler bunu göremez, akledemez olmuştur. Ürettiği makineler içerisinde insan da boş ve anlamsız gözlerle bakıp sonunu getirmektedir. Bu yazı biraz manifesto gibi oldu ama eminim izledikten sonra beni anlayacaksınız. Şimdiden iyi seyirler...

  • Bir Fotoğrafla 'Dönüş'en Aile.

    Evet, bir fotoğraf... Her şeyi anlatmaya yeterdi. Anne ve anneanneleriyle beraber yaşayan iki kardeş birbirlerine derin bağlarla kenetlenmiş sadakatlerini, annelerinin şefkatiyle beslemişlerdir. Ivan ve Andrei her kardeş gibi itiştikten sonra evin yolunu tutarlar. E tabi kovalamadan olmaz. Evde onları bekleyen üç kişi vardır. Anne, anneanne ve 12 yıl sonra eve dönen babaları. Peki ya siz olsanız, nasıl karşılardınız? Ivan ve Andrei yıllar sonra gördükleri babalarını teyit etmek için fotoğraf arşivine bakarlar. O olduğuna ikna oldukları vakit, yarın sabah onları zorlu bir yolculuk bekliyor olacaktır. Babalarıyla 12 yıl sonra oturdukları akşam yemeğinde şarap yudumlamanın verdiği özgürlükle ona güvenmeye başlarlar, sanırım Ivan hariç. Neden mi? Andrei çıktıkları yolculukta her ilerledikleri vakit biraz daha babasına ısınırken, Ivan ise bir o kadar uzaklaşır. Onca yıl sonra çıkıp gelen babasının bir cevap vermemesi onu hırçın bir delikanlı yapar. Tabi bunlar cezasız kalmaz. Mistik anlatım diliyle zenginleşen hikaye, babalarının Andrei ve Ivan'a çantalarını verip otobüsle eve dönmelerini istemesiyle başlar. Otobüste atışan kardeşler, aralarına koydukları mesafe sonrasında cama vurup dışarı çıkmalarını isteyen babalarının sesiyle biter. Yer yer babanın hissettiği eksiklik, Ivan'ın çıkışlarıyla yüzüne yansır. Onca yılını nerede geçirdiğini, çocukları gibi bizler de öğrenemedik. Fakat, öğrendiğimiz güzel detaylar oldu. Baba şefkatinin ne kadar farklı bir his olduğunu, delikanlı gençlerin yaşları ilerledikçe hayatta görecekleri zorlukların babalarının desteğiyle kolaylaşması, kim bilir belki de yapayalnız bir yolda sırılsıklam ıslanmakla öğrenilir. Ama dediğim gibi, baba şefkatiyle. Çünkü Ivan'ın haklı çıkışlarına dayanamayıp bıraktığı yolda toza bürüyüp uzaklaşır. Yağmurun kızgınlaşmasıyla geri döner ve arabaya alır. Bu yolculukta 12 yılı telafi etmeye çalışan bir babayı da yer yer görmüyor değiliz. Karşılarına çıkan kötülüklerle nasıl baş etmeleri gerektiğini öğretmesi gibi. Tabii maalesef babanın bu şefkati, Ivan'ın hırçın bir delikanlı olmasını engelleyemez. Andrei, yavaş yavaş Ivan'ın sorgulayışına hak vermeye başladığı yerde babasının merhametiyle tanışır. Ta ki babasından yediği tokata kadar. Bir fotoğrafın 'Dönüş' türdüğü aile sımsıkı, derin bağlarla düğümlenmişken altüst olan bir aile tablosuna dönüşür. Ama yine de tüm bu olanların sebebi, babalarının merhametidir. Spoiler vermeden anlatmaya çalışmamın sebebi de yazıyı okuduktan sonra bir an önce izlemenizi istememdir. Vereceğim birkaç spoiler'ı, filmi izledikten sonra tartışalım. Babaları Otets'i gördüğümüz ilk yatak planında, Yönetmen Andrey Zvyagintsev'in kullandığı metaforik anlatım dilini anlamak zorlayıcı olabilir. Çünkü yukarıda da bahsi geçen, şarap içtikleri sofra, meşhur, İsa'nın 'Son Akşam Yemeği' uyarlaması olarak düşünülebilir. Sanırım, yönetmenlik koltuğuna ilk kez oturan Andrey Zvyagintsev'in, İsa'dan etkilendiğini söyleyebilirim. Neden mi? Anlaması çok da zor olmayan bir diğer sekans, babalarına kapıdan ilk baktıkları planda, ressam Andrea Mantegna'nın en ünlü eserlerinden olan 'Ölü Mesihin Ardından Ağıt' ın neredeyse yansımasını bilinçaltında seziyor gibiyiz. Bu güçlü anlatım dili, tabii ki böylesine mistik bir anlatımı ve bolca ödülleri de beraberinde getiriyor. Oyunculardan Ivan karakteriyle Ivan Dobronrahov, Andrei karakteriyle Vlademir Garin, gösterdikleri bu inanılmaz performansın karşılığında Gijon Uluslararası Film Festivalinde En İyi Aktörler olarak anıldılar. Otets (Baba) karakteriyle Konstantin Lavronenko'nun performansına yansıttığı gizemli karakteriyle, seyirciye çok da bilgi vermemesinin dramatik yapısını tutarlı buluyorum. Yalnız yer yer göreceğiniz, duygusuz ifadelerin biraz da Tarkovski havası kattığını söylemeden geçemeyeceğim. Sevenlerin mutlaka izlemesi gereken bir film olduğunu da ekledikten sonra, sinemografi ve mekanların da ne kadar özenle seçildiğini övüp; aslında yalnızlığa mahkum edilen bir aileyi bu kadar da uzaklaştırmanın, bir annenin büyüttüğü çocukların aslında yalnız olmadığının da altını çizmek gerekir.

  • Korku Sinemasının Auteur Filmi: The Lighthouse (2019)

    The Lighthouse, 2019 A24 Films Yönetmen: Robbert Eggers Yazar: Robbert Eggers, Sam Eggers Oyuncular: Robert Pattinson ve Willem Dafoe Görüntü Yönetmeni: Jarin Blachke A24 yapım şirketi tarafından dağıtımı yapılan “The Lighthouse” (2019), Robbert Eggers’ın filmografisindeki ikinci uzun metraj filmdir. İlk filmi “The Witch” (2015), üçüncü filmi ise “The Northman” (2022)’dir. Yapım aşamasında olan dördüncü filmi ise korku klasiği haline gelen “Nosferatu, Bir Dehşet Senfonisi” (1922)’nin yeniden yapımıdır. Hikâye seçiminin tamamını, uyarlamalardan yapan Robert Eggers’ın tercihi; masallar, mitolojiler ve tarihi metinlerden oluşmaktadır. 2007’de ortaya koyduğu ilk kısa filmi, “Hansel and Gretel” aynı adlı Alman masalından uyarlanmış korku öyküsüdür. İkinci kısa filmi, “The Tell-Tale Heart” -ismiyle de öne çıkan- bir Edgar Allan Poe öyküsünden esinlenilmiştir. Üçüncü kısa film ise “The Witch” filmine bir hazırlık gibi görünen, tezimize karşı çıkabilecek tek örnek 2015 yılında ortaya çıkan “Brothers”dır. Bu film, diğer filmlerinden ayrılarak auteur okumasına daha açık olsa da bir tutarlılığı bozmakta ve Robbert Eggers filmografisinde, türü bakımından istisna olarak kalmaktadır. Çünkü Eggers, bu filminde iki erkek kardeş arasındaki otoriter yapıyı drama türünde ele alır. Bu otoriter yapıyı ve statüleri “The Witch” ve “The Lighthouse” filmlerinde de ele alan yönetmen için “Brothers”, sinema sanatını kişisel bir anlatı aracı olarak kullanmanın başlangıcı oluyor. Yönetmen, The Lighthouse’da, Yunan mitolojisinde bulunan Prometheus ve Proteus karakterlerini temele alarak hikayesini anlatmaktadır. Prometheus, ateş sembolünde gösterilen bilgiyi, Yunan tanrılarından çalarak insanlığa veren titandır. Prometheus bu eylemi sebebiyle Zeus tarafından ömür boyu, karaciğeri bir kartala yedirilmek üzere cezalandırılmıştır. Proteus ise Poseidon’un oğlu olmasının yanında, Odysseia kitabında Homer karakteri tarafından söylendiği üzere “Old Man of The Sea” yani “Denizin Yaşlı Adamı” olarak tanınmaktadır. Denizin Yaşlı Adamı’nın bazı zamanlar bir adada bulunduğu ve şekil değiştiren olduğu da bilinmektedir. Tüm bu bilgiler ışığında Thomas Wake’in (Willem Dafoe) Proteus, Thomas Howard’ın (Robert Pattinson) ise Prometheus olduğunu söyleyebiliriz. Filmin karelerinden birisinde, bu mitten hazırlanmış bir sahne vardır. Bu sahnede martılar Thomas Howard’ın karaciğerini yemektedir. (https://en.wikipedia.org/wiki/Proteus, https://en.wikipedia.org/wiki/Prometheus) Robert Eggers, Lighthouse’da önceki filmlerinde gördüğümüz otoriteyi ve statüyü ele alıyor. Kuzey Amerika’dan dört haftalığına, para kazanma amacıyla deniz fenerine işçi olarak gelen Ephraim Winslow (Robert Pattinson), uzun yıllar deniz fenerinde çalışmış olan Thomas Wake (Willem Dafoe)’in boyunduruğu altında çalışacaktır. Wake ilk günden, otoritesini ortaya koyar ve Winslow’a birikmiş işleri yapması gerektiğini söyler. Winslow herhangi bir karşı argüman olmaksızın zor işleri başarı ile yapar. Süreç içerisinde Winslow sürekli olarak Wake’i ve deniz fenerini izlemektedir. Wake, Winslow’u deniz fenerine yaklaştırmaz ve deniz fenerinin kendi işi olduğunu söyler. Winslow ve Wake akşam yemeğindeyken, Wake’in eski iş arkadaşının akıl sağlığını yitirdiği ortaya çıkar. Wake, Winslow’un martılar tarafından rahatsız edildiğini fark etmiş ve onlara asla ve asla zarar vermemesi gerektiğini sert bir söylemle vurgulamıştır. Winslow, deniz feneri ve işler hakkında eleştirildiğinde sinire kapılmakta ve Wake ile çatışmaktadır. Otoriteye karşı çıkmanın ilk adımları olarak görürüz bu sahneleri. Wake de sürekli olarak vurguladığı konumu ile Winslow’u statüsüyle ezer. Sahnenin mizanseni de bu otoriter yapıyı göstermek için Wake üst açıyla bakacak şekilde tasarlanmıştır. İlerleyen zamanda Winslow bir martıyı öldürecek ve bir ara görüntü ile rüzgâr tersine dönecektir. Bu dönüm noktası Robert Eggers’ın filmografisinde tekrar eden ve birçok korku filminin aksine, filmin orta noktasında meydana gelmektedir. Martının ölümü, karakterin bir şeylere karşı direniş gösterdiğini ifade etmekle beraber hikâyenin de karaktere karşı direniş göstereceğini belirtir. Çünkü Wake günler önce Winslow’u uyarmış, martının kutsal bir değeri olduğunu belirtmiştir. Winslow, karşı çıktığı zamanlar olsa da sinirini yatıştırmakta ve Wake’in sözlerine aldırış etmemektedir. Ona prosedürü anlatmış olsa da Wake’in bunu umursamadığını fark etmiş, dört haftalık zamanın geçmesini beklemeye çekilmiştir. Winslow zor şartlar altında bütün işlerini ve geçen zamanda Wake ile zararsız bir iş arkadaşı ilişkisi oturtmuştur. Dört haftalık süresi geçmiş, hazırlığını yapmış ve gemisine binmek için iskele tarafına gitmiştir. Ancak gemi gelmez. Rüzgâr tersine döneli çok olmuştur ve Winslow bahtsızlığa mahkumdur. Büyük bir fırtına çıkar ve bu fırtınada Winslow ve Wake, adadaki kulübede mahsur kalırlar. Geçen zamanda, birlikte şarkı söyler, tartışır ve kavga ederler. Bu sahnelerde bir adada mahsur kalan iki kişinin çatışması Willem Dafoe’nun tiratlarındaki performansı ile başarılı bir dramaya ulaşır. Diyaloglar; denize, tanrılara ve deniz fenerine ait kutsal sözlere benzer. Dafoe, İngilizce aksanı ve ses rengi ile şiirsel diyaloglarına kaotik bir ritim katar. Oyuncunun bu karakteristik özelliği, yönetmenin ilk filminden gördüğümüz William karakteri ve üçüncü filmindeki Amleth, King Aurvendil karakterleri ile uyum içerisindedir. Robert Eggers’ın filmografisindeki oyuncu ve ses karakteristiği göz önüne çıkmaktadır. Çünkü oyuncu performansına dayalı bir anlatı kurmakta, oyuncuyu öne çıkaran bir dramaturji hazırlamaktadır. Oyuncular yüksek ses tonlarına çıkar, bozuk tonlar oluşturur ve dramatik performans vermeye şans bulurlar. Winslow ve Wake, mahsur kaldıkları günlerde sarhoş olur ve sohbet etmeye başlarlar. Winslow’un gözünde Wake’in statüsünün bir önemi kalmamıştır. Arkadaş olarak görür ve ona hikayesini anlatır. Winslow’un ilk adı gerçekte tıpkı Thomas Wake gibi Thomas’dır. Ephraim Winslow adlı bir adamı öldürmüş ve onun adını alarak bu iş fırsatını değerlendirmiştir. Bu arka plan hikayesi Robert Eggers’ın gri karakterler ilkesi için oldukça iyi tasarlanmıştır. Hikayenin yapısıyla tutarlılık içinde olmasının yanında, karakterin tartışılmaz günahını göstermektedir. The Lighthouse dahil, Robbert Eggers’ın hiçbir filminde iyi, masum, temiz, beyaz bir karakter bulunmaz. Her karakter iyilikle kötülük arasındadır, kirlenmiştir. Thomas Howard (Robbert Pattinson) adada mahkûm kalmakla akıl sağlığı hakkında şüphe duymaya başlar. Sandalı alıp denize açılmak istese de sandalı çekerken Wake gelip sandalı parçalar. Howard, harap olmuş halde eve kaçar. Wake elinde balta ile gelir. Howard, martı öldürdüğünü itiraf eder ve delicesine hareketlerde bulunur. Wake, Howard’a aklını yitirdiğini söyler. Howard, Wake’in manipülasyonlarını anladığını, artık özgür olduğunu söyler. Wake, konuşmaları ile Howard’ın aklıyla oynar. Bu sahnelerin tamamı Wake’in Howard üzerinde kurmuş olduğu otorite ve Howard’ın gün geçtikçe ezilmekle aklını yitirmesini anlatıyor. Sahnelerin kurgusu da bu akıl yitirmesinde karakter ifadelerini göstererek hikaye anlatımına destek çıkıyor. Fırtına ardından, sular içindeki evde Howard, Wake’in çalışanlar hakkında yazdığı raporu görüyor. Bu raporda Howard için hiç çalışmadığı, geçimsiz olduğu ve parasının ödenmemesi gerektiğini söylüyor. Bunu gören Howard büyük bir patlama yaşayarak Wake ile çatışmaya başlıyor. Bu sahne Wake’in otoritesini yerle bir edecek sahnelerin başlangıcı oluyor. Wake’i bir köpek gibi gezdirip mezarın içine sokuyor, üstüne toprak atıyor. Bu sahnelerde filmin başlarında görmüş olduğumuz üst açı bakışı Howard’a geçiyor. Howard üzerine toprak attığı Wake’in toprağını kaldırıp boynundaki fener anahtarını alıyor. Anahtarlarla eve giren Howard’ın peşinden baltasıyla Wake geliyor ve onu omzundan vuruyor. Howard yanındaki demlik ile Wake’i deviriyor. Wake’in yere düşürdüğü baltayı alıp yerde yatan Wake’in başına vuruyor. Bu sahnede Howard'ın bütün iradesi ve otoritesi ile Wake’i alt ettiğini alt açıdan bakarak izliyoruz. Howard’ın üstünlüğünü gösteren bu çekimde, arkadaki pencereden vuran ışık sebebiyle gölgede kalan bütün vücudu ve sağdan vuran dolgu ışığı ile oldukça az aydınlanan yüzü dramatik etkiyi başarı ile sağlamış. Wake’ten kurtulan Howard, anahtarı alıp sendeleyerek deniz fenerine gidiyor. Deniz fenerinin kapağını açan Howard, ışık kaynağını görünce rahatlamaya başlıyor. Eliyle dokunuyor ve çığırtkan bir bağırış ile bilginin verdiği tatmini yaşıyor. Tatmin ile arkasına düşen Howard, deniz fenerinin merdivenlerinden yuvarlanıyor. Ve sahil kenarında yatan Howard’ın karaciğerini martılar yiyor. Bu sahne Prometheus öyküsünün bir uyarlaması olması yanında, karaciğerin yenmesi Yunan mitolojisinde insanın duygularının merkezinin yok edilmesi anlamına da gelir.

  • The Marvels Kaç After Credits Var?

    10 Kasım 2023'te The Marvels vizyona girdi. Birçok hayran şu anda sinema salonunda aynı soruyu düşünüyor. Kaç tane sürpriz sahne var? Filmin sonunda toplam iki muazzam sahne bulunuyor. İzlemenizi kesinlikle öneririm. O sahneler hakkında yazdığım yazıya da göz atın.

  • Deadpool 3 Ne Zaman Çıkacak?

    Deadpool 3 filminin çekimlerinin ne zaman yeniden başlayabileceği ve MCU üçlemesinin yayımlanma tarihi hakkında bazı önemli bilgiler ortaya çıktı. Ryan Reynolds'ın Marvel Sinematik Evreni'ndeki ilk filminin çekimleri, SAG-AFTRA grevleri nedeniyle durmuştu. Bu durum, film için planlanan 3 Mayıs vizyon tarihini tehlikeye attı ve bazı tahminlere göre Disney'in açıklamalarına göre ertelenebilir. Eğer SAG-AFTRA bir çözüme ulaşırsa, Deadpool 3 çekimleri birkaç ay içinde yeniden başlayabilir. Ancak Disney, MCU'nun devasa yapımını ocak 2024'te tekrar devreye sokmayı umuyor. Tabii, grevin devam ettiği her gün bu ihtimal düşüyor. Deadpool 3 yönetmeni Shawn Levy, Deadline'a verdiği röportajda filmin yarısını iki ayda çektiklerini söyledi. Buna göre diğer yarısı da iki ay içinde bitebilir. Eğer filmin çekimleri ocak ayında yeniden başlarsa, muhtemelen 2024 mart ayında tamamlanır. Ancak post prodüksiyon işlemi için gereken zaman göz önüne alındığında, mevcut vizyon tarihine yetişmesi pek olası görünmüyor. Bazılarının umudu, film eğer ertelenirse Captain America: Brave New World'un 26 Temmuz vizyon tarihine uyum sağlayabileceği yönünde, fakat zor. Marvel'ın Thunderbolts yapımını 20 Aralık 2024'te planladığı göz önüne alındığında, Deadpool 3'ün bu tarihe kaydırılması mümkün olabilir. Bu durumda, Thunderbolts'un vizyon tarihi 2025'e ertelenir. Sonuç olarak, Deadpool 3'ün vizyon tarihi muhtemelen 2024 kasım veya aralık aylarına ertelenecektir, böylece gerekli post prodüksiyon aşaması tamamlanabilir. Şu an için Deadpool 3'ün, 3 Mayıs 2024 tarihinde vizyona girmesi planlanıyor.

bottom of page