top of page

Arama Sonuçları

"" için 198 öge bulundu

  • Bir Tarz Egzersizi: KIMI

    Büyük bir teknoloji şirketi için çalışan ve covid sonrası dışarı çıkma fobisi yaşayan genç bir kadının gerilimli hikayesini anlatıyor KIMI. Amerika’da yaygın olan ‘’şarkı aç, arkadaşımı ara, ışıkları kapa’’ gibi komutları verebildiğiniz akıllı hoparlörleri bilirsiniz. Bilgisayar bir komutu anlamadığında, insanın bu komutu ileride nasıl cevaplaması gerektiğini işlemesi gerekiyor. Karakterimizin hatalı bir komut dinlerken şiddete uğrayan birini duymasıyla başlıyor gerilim. Karakterimiz, çalıştığı şirkete bunu bildirse de şirket bir şey yapamayacağını ve olayı unutmasını söylüyor. Karakterimiz şiddete uğrayan kişiyi kurtarmak adına şirketine karşı gelmesini anlatan Steven Soderbergh’in değişik ve havalı bir stille çektiği düz gerilimli ve tempolu bir film izliyoruz. Filmin düz olması bir eksi değil, artı. Son dönemde bu kadar düz ve basit bir film izlemek insanı garip şekilde mutlu ediyor. Sınırlı bir bakış açısıyla hiper odaklı bir egzersiz olarak başlayan, Angela'yla (Zoë Kravitz) birlikte o çatı katında sıkışıp kaldığımız için artan gerginliğini hissettiğimiz şey, son yarım saatte daha geleneksel bir gerilime dönüşüyor. Soderbergh'in kariyerini takip eden herkes için “KIMI”nin bu tür bir film olabileceği kadar incelikli bir şekilde işlendiğini ortaya koyması sürpriz olmamalı. Soderbergh kamerasıyla asla stiline dikkat çekmeyen fakat sanatsal temellerini bize bu filmde de hissettirirken aynı zamanda karakter ile birlikte o çatı katında süzülüyoruz. 89 dakika ile dijital Hitchcock dışa vurumunu çok iyi şekilde anlatan Soderbergh, düz ve basit bir filmi bile resmen baştan yaratmış. Soderbergh, Kimi ile resmen bir tarz egzersizi yapmış. Soderbergh özellikle klasik kara film ve paranoyak gerilimden, kimsenin inanmadığı (genellikle) erkek kahramanı, paranoyası olduğu kadar haklı bir kadına dönüştürmesine bayıldım. Bu film ile kariyerinin en iyi işini yapan Kravitz gibi kendini tamamen işine adamış bir oyuncuya sahip olmak da çok yardımcı oluyor. Angela'nın travmasını ve çoklu fobilerini, koltuk değneği gibi onlara yaslanmadan aktarıyor. Agorafobik insanların sadece evlerinin bir köşesinde ağlamakla yetinmediğini, filmin ilk yarısında Angela rutinlerinde güç bulduğunu anlıyor; bu da ikinci yarıda rutine bağlılığını daha güçlü kılıyor. Hepsinden önemlisi, çok soğuk ve mesafeli olabilecek bir filme izlenecek bir tat veriyor. Nesiller boyu gözetleme ve röntgencilikle ilgili filmler izledik. Günümüzde teknoloji, Alfred Hitchcock'un asla hayal edemeyeceği şekilde diğer insanlara erişmemize izin verdiği için yeni milenyumda bu kavramlar değişti. (Alfred Hitchcock) Yapsaydı, “KIMI” gibi bir şey yapacağına oldukça eminim.

  • La Planète Sauvage: İnsan Irkına Bir de Bu Gezegenden Bakın

    ‘’İma etmek, göstermekten üstündür. Günümüzde filmler giderek daha fazlasını gösteriyor. Bu paranoid diktatör sinemasıdır. İhtiyacımız olansa şizofrenik sinema.’’ – René Laloux Fotoğraflanamaz olanı fotoğrafik biçimde sunmak, bilimkurgu ve fantezi sineması için her zaman temel zorluklardan biri ve aynı zamanda zevklerinden biri olmuştur. René Laloux’un 1973 yapımı ilk uzun metrajlı filmi ‘’La Planète Sauvage’’ (Fantastic Planet/ Fantastik Gezegen), Stefan Wul mahlasıyla yazan bilimkurgu yazarı Pierre Pairault’un ‘’Oms en Sèrie’’ adlı romanından ilham alınarak yaratılmıştır. 70’lerin ilk animasyonlarından olan ve ismi tüm zamanların en iyi animasyonları arasında geçen (benim içinse en iyisi) La Planète Sauvage, bizi Ygam gezegeninde akıllardan silinmeyecek bir yolculuğa çıkarıyor. Renè Laloux tarafından yönetilen ve Roland Topor tarafından tasarlanan film, sürrealist bir tablonun içine girmişçesine büyülü atmosferiyle sizi alıp götürürken bu yolculuğa bir de Alain Goraguer’in eşsiz müzikleri de eklenince gerçek anlamda şahane bir görsel ve işitsel deneyim yaşıyorsunuz. (Alain Goraguer’in muhteşem saykodelik eserlerini mutlak surette dinlemenizi tavsiye ederim) Bu görkemli eserin derinlerine inmeden önce temellerinden başlayalım; yönetmen Rène Laloux filmin çekimlerine 1968 yılında Prag’da başlamış ancak aynı yılların sonlarına doğru Rusya Çekoslovakya’yı işgal ettiği için filmin tamamlanması, Fransa’dan alınan maddi destekle birlikte ancak 1972 yılını bulmuştur ve 1973 yılında da Cannes Film Festivali’nde Özel Jüri Ödülü’ne layık görülmüştür. La Planète Sauvage için bir çeşit alegori de diyebiliriz çünkü film boyunca elbette Rus işgalinin ve dönemin karanlık havasının etkileri görülüyor. Film aynı zamanda ırkçılığa, kölelik sistemine, tür ayrımcılığına, faşist yönetim biçimlerine ve tek tipçiliğe de eleştiriler getiriyor. Film Traag isminde mavi renkli ve alışılagelmedik anatomik özelliklere sahip dev ırkı ve Fransızca homme yani insan sözcüğünden uyarlanan Om ırkı arasındaki olaylar etrafında şekillenmektedir. Om ırkı bu devlerin tam aksi biyolojik özelliklere sahip ve neredeyse görülmeyecek kadar küçük şekilde tasvir edilmişlerdir. Traag’lar kendileri tarafından hükmettikleri Ygam gezegenine getirdikleri Omlara adeta birer evcil hayvan muamelesi yapmakta, onları aşağılamakta ve çoğalmaya başladıklarında ise onları öldürmektedirler. Omları kendileri için köle olarak gören, onları birer eğlence aracı yapan Traaglar, zaman zaman hayvan dövüştürür gibi insanları birbirleriyle dövüştürüp bunu bir şov ve eğlence malzemesi haline getirip bundan keyif almaktadırlar. Kendilerini üstün ırk olarak gören Traaglar, Omlara göre daha uzun süre yaşayabilen, bazı özel güçleri olan, daha yüksek teknolojiye ve gelişmişliğe sahip, kuvvetli ve zeki canlılardır. Başlangıç sahnesinde, çocuğuyla birlikte mavi ve gizemli dev bir elden çaresizce kaçmaya çalışan kadın bir Om’u ve kucağında ise bebeğini görüyoruz. Bu kovalamaca sahnesi sırasında, yabancı bir gezegenin açık sahne gösterisini izliyormuşsunuz gibi hissediyorsunuz. Dişi Om’un kovalamacayı kaybetmesiyle beraber dev elin kendisini yakaladığını ancak sonra yere düştüğünü ve bu düşüşle kendisinin öldüğünü bebeğinin ise hayatta kaldığını görüyoruz. O esnada açının değişmesiyle beraber dev mavi elin Om ile bir böcek gibi oynayan bir Traag çocuğa ait olduğunu görüyoruz. Bu sayede, artık yetim kalan bebek Om’u ev hayvanı olarak almaya karar veren ve ona Terr adını veren genç Traag Tiwa ile tanışıyoruz. Bu etkileşim sayesinde aslında filmin tamamının izleyicinin algısını tersine çevirmeye çalıştığını ve insanlığın konumunun ne kadar kırılgan olabileceğini göstermeye çalıştığını görüyoruz. Filmin devamında, Terr’in bir evcil hayvan olarak büyüdüğü hayatını takip ediyoruz ve Terr’in gözünden Traag Uygarlığında yolculuğa çıkıyoruz. Traagların meditasyonu bir hayatta kalma aracı olarak kullandığını, ruhlarının bedenlerinden bağımsız olarak devam etmesini sağlamak için meditasyon yoluyla uzayda seyahat ettiklerini öğreniyoruz. Traag liderlerinin, hükümette tam şeffaflığı teşvik etmek için tüm Traag topluluğuna yayınlanan konuşmalar yaptıklarını, belki de en önemlisi Traagların çocuklarının bilgileri kalıcı olarak kafalarına kazıyan özel bir kulaklıkla eğitim aldıklarını öğreniyoruz. Bu bilgi başta önemli gibi gelmese de Terr, Tiwa’nın eğitimini ozmos yoluyla almaya başladıkça, gün geçtikçe daha akıllı ve daha özerk hale geldikçe çok geçmeden kaçma girişimlerine başlar ve Terr’in Tiwa’nın mülkiyetinden çıkmasına ve kulaklıkla vahşi doğaya kaçmasına izin veren bu eğitimdir. Orada vahşi bir Om kabilesi ile tanışır ve kulaklığı kullanarak onları Traag uygarlığı hakkında eğitmeye başlar. Kabile lideri Om, bu fikri güvensiz bulduğu için kabilesini Traag Uygarlığı hakkında eğitme fikrine karşı çıkarak Terr’i Omlarla ölümüne savaştırır. Terr’in kazanmasıyla birlikte Omlar eğitime başlar… Edindikleri yeni bilgiler sayesinde Omlar, Traagların onları yok etmeyi planladıklarını öğrenirler ve hızlıca hazırlanmaya başlayarak yaklaşan kıyameti beklerler. Çok sayıda Om bu saldırıda öldükten sonra Terr kurtulmayı başarır ve diğer hayatta kalanlarla beraber ter edilmiş bir Traag yapısına sığınırlar. Burada roket yaparlar ve Om yaşamını sürdürüp sürdürmeyeceğini öğrenmek için Traagların meditatif seyahatlerinde kullandıkları La Planète Sauvage (Fantastik Gezegen)’e doğru bir rota çizerler. Buraya vardıklarında Traagların ruhları tarafından ele geçirilen ve birlikte dans eden dev başsız figürlerden oluşan Traagların ritüellerinin diğer ucuna tanık olurlar. Omlar bu figürleri yok etmek için ateş gücünü kullanırlar ve bunun üzerine Traaglar panikleyerek mağlubiyeti kabullenip Omlarla barış imzalamak isterler ve film, birlikte yaşamanın, hayatta kalmanın tek yolu olduğunu iddia eden bir kulaklık bilgilendirme anonsuyla sona erer. Bana kalırsa insan tahribatının benzersiz analizini sunan bu film, insanların kendilerini evrenin merkezinde görmelerinin eşitsizliğe ve kültürel uyumsuzluğa neden olduğunu ortaya koyuyor. İltihaplı şekilde bırakıldığında, bu eşitsizlik insanların belirli demografik özelliklerine karşı köklü bir nefrete dönüşüyor ve bu da marjinalleştirilmiş demografiye karşı işlenen, tarihimize damgasını vuranlar gibi (!), ağza alınmayacak eylemlere yol açıyor. Film aynı zamanda biraz şaşırtıcı sonuyla etik açıdan başka bir olayı da yansıtıyor; Traagların nihayet Omların özerkliğini kabul etme ve kendi topraklarını ve haklarını sağlama kararı, köle ticareti sırasında ABD’de serbest bırakılan siyahi bireylerin artmasını izleyen Afrika’ya Dönüş Hareketi’ni. (Afrika’ya Dönüş Hareketi, özgürleştirilmiş siyahileri Afrika’ya geri dönmeye ikna etmeyi amaçlayan ancak başarısız olan harekettir) Fantastik Gezegen bize, hemcinslerimizle farklılıklarımızı uzlaştırmak istiyorsak, önce gezegenimizde bizimle birlikte yaşayan diğer canlılarla farklılıklarımızı uzlaştırarak bunu sağlayabileceğimizi söyler. Bu film, çevremizin veya birbirimizin yok edilmesine bağlı olmadan daha iyi bir toplumun nasıl yeniden inşa edileceğini gösteren bir haritadır. Bize, kendi Gezegen Sauvage’imizi nasıl yaratacağımızı öğreten bir kılavuzdur. Ve hiç vakit kaybetmeden izlemeniz gereken eşsiz bir filmdir…

  • Yapısal Filmlerin Babası : Wavelength

    Avangard sinemanın bir dönüm noktası olarak kabul edilen Wavelength, 1967 yılında Michael Snow tarafından yapıldı. Bu film 45 dakikalık bir deneysel filmdir. 2001 Village Voice eleştirmenlerinin 20. yüzyılın en iyi filmler listesine girmiştir. Kanada’da çeşitli vakıflarda başyapıt olarak seçilmiş ve korunmuştur. Wavelength, bir hafta boyunca çeşitli zaman dilimlerinde çekilmiş görüntülerden oluşuyor. Filmin başından sonuna doğru bir zoom hareketi görüyor, planın değiştiğini hissediyoruz. Bu 45 dakikalık süreçte, daireye giren çeşitli insanları görüyoruz. Değişen zamanlarda, farklı ışıkları görüyoruz. Aynı zamanda filmin başından sonuna doğru alçaktan yükseğe frekans sesi duyuyoruz. Bu filmin neden bu kadar önemli olduğunu anlamak için ben de 45 dakika boyunca izledim. (Bu arada sonradan öğrendim ki bu filmin 15 dakilalık kısa versiyonu da varmış.) Filmin bana bir şeyler katıp katmadığı konusunda kararsızım. Aydınlanma yaşadığım bir an oldu. Kamera açısı, filmin sonunda çok dar bir açıyla duvardaki resme odaklanıyor. Duyduğumuz frekans o kadar yükseliyor ki, artık insan kulağı o frekansı yakalayamıyor. İşitsel bir dalgayı algılamak yerine bizlere görsel olarak bir dalga resmi gösteriliyor. Daralan görüntü ve frekansı yükselen bir ses... Bu arada frekansın değiştiğini de sonradan anladım. Filmin başına dönünce anlaşıldı. 45 dakika boyunca yavaşça değişen frekans kolay anlaşılmıyor. Bu film için benim yorumlarım bu kadar. Her izleyicinin bakış açısını merak ediyorum. Filmin yapısallığı dışında konuşmak isteyenleri, film hakkındaki yorumlarınızı aşağıya bırakmayı unutmayın! Wavelength is a 45-minute film by Canadian experimental filmmaker and artist Michael Snow. Considered a landmark of avant-garde cinema,[1] it was filmed over one week in December 1966 and edited in 1967,[2] and is an example of what film theorist P. Adams Sitney describes as "structural film",[3] calling Snow "the dean of structural filmmakers."[4] Wavelength is often listed as one of the greatest underground, art house and Canadian films ever made. It was named #85 in the 2001 Village Voice critics' list of the 100 Best Films of the 20th Century.[5] The film has been designated and preserved as a masterwork by the Audio-Visual Preservation Trust of Canada.[6] In a 1969 review of the film published in Artforum, Manny Farber describes Wavelength as "a pure, tough 45 minutes that may become The Birth of a Nation in Underground films, is a straightforward document of a room in which a dozen businesses have lived and gone bankrupt. For all of the film's sophistication (and it is overpowering for its time-space-sound inventions) it is a singularly unpadded, uncomplicated, deadly realistic way to film three walls, a ceiling and a floor... it is probably the most rigorously composed movie in existence."[7] İzlediğim filmleri ve dizileri, önerilerimi kaçırmak istemeyenler buraya tıklayabilir! 🙂

  • Oslo Üçlemesi: Oslo, August 31st

    Joachim Trier’in Oslo üçlemesinin 2011 tarihli ikinci filmi, çaresizliğin filmi. Anders Danielsen Lie’yi bu defa bir başka karakterin hüznü içerisinde buluyoruz. Sanki yıllar geçmiş, Reprise’ın Philip’i paralel evrende düştüğü bunalım sonucunda uyuşturucu batağına saplanmış ve sevgili arkadaşı Erik bir başka yüzde yine ona destek olmaya çalışıyor. Burada da bağlanma sorunları olan bir erkeğin tükettiği ama unutamadığı bir kadın karakter görüyoruz. Daha doğrusu sadece Anders’in onu görme çabasını görüyoruz. Müthiş bir depresyon tarifi… O bomboşluk hissi, evde durmak istememek ama dışarı çıkmak da istememek; yeniden başlamak istemek ama o halsizlik, çaresizlik, geç kalmışlık duygusu. Herkes nasıl böyle mutlu olabiliyor, neden hiç kimsem yok, ben neden varım, neden şu an ölüp gitmiyorum ki hissi. İnsanların, diğer herkese göre çok iyi durumda olduğunu, her şeye sahip olduğunu ima neden bakışları, neden hala mutlu değilsin suçlamaları. Senin bu soruyu kendine defalarca kez sormuş olman, bir cevap verememen ve bu sorunun seni daha çok üzmek dışında hiçbir işe yaramaması. Sahi Oslo gibi medeniyetin başkentinde yaşayan, kadınlar arasında ün salmış, bu kadar yakışıklı ve entelektüel, daha 34’ünde Norveçli bir yazar, nasıl olur da mutsuz olur? Wirginia Woolf gibi ceplerine taş doldurarak dereye atlayıp intihar edecek çaresizlikte; ölmek istemesine ayrı, ölemediğine ayrı ağlayan mutsuzluk seviyesinde bir Anders görüyoruz. Biri kendini yok etmek istiyorsa toplum buna izin vermeli mi? Filmin, detaylarda cevabını aradığı soru bu. Film, Anders’in geçmişinden gelen birinin acımasız sözlerine, ben yaşamaktan vazgeçmişim sen hala ne anlatıyorsun, alt metniyle çaktığı Turist Ömer selamıyla aslında son buluyor. Sonrasında Anders'li izlediğimiz mekanların Anders'siz hallerini görüyoruz hüzün içinde.

  • SİL BAŞTAN: AŞK, YÜZLEŞMEK VE KAFA KARIŞIKLIĞI

    Sil baştan diğer izlediğimiz hiçbir aşk hikayesine benzemiyor bu kesin. Filmin yönetmen koltuğunda Michel Gondry otururken senaristliğini Charlie Kaufman yapıyor film ismini İngiliz şair Alexander Pope’un “Eloisa to Abelard” şiirinin “lekesiz zihnin sonsuz gün ışığı” dizesinden alıyor. Filmin içinde şairin dizelerine göndermeler oldukça mevcut, insanın gündelik hayattaki acıdan kaçıp sonsuz mutluluk arayışına sağlam bir darbe indiriyor bu film. Joel oldukça içine kapanık sessiz sakin monoton bir hayat yaşayan sıradan birisidir, daha filmin ilk sahnelerinden bunu anlayabiliriz; kıyafetleri bile siyah ve gri rengin hâkim olduğu tek tip kıyafetlerdir. Film, Joel’in uyanması ve işe gitmek için evden çıkması ile başlar, yolda sürekli Joel’in iç sesine şahit oluruz; bu da karakteri bize daha iyi yansıtır. Joel işe gitmek için evden çıkmış olsa da bütün prensiplerine ve karakterine ters bir hareket yaparak, tamamen iç güdüsüyle Montauk trenine atlar ve işini asarak Montauk’a gider, onu oraya çağıran bir şeylerin olduğunu hisseder. İlk başta bunu uykusuzluğuna yorar ama içinde derin bir merak duygusu vardır. Montauk’da, daha önce buraya gelmiştim duygusu ve kafa karışıklığıyla gezinmeye başlar. Bir kafeye oturur ve orada, sonradan tanışacağı Clemantine ile karşılaşır. Onu ilk gördüğünde içinden şöyle geçirir: “Neden bana azıcık ilgi gösteren her kadına âşık olmak zorundayım?” Bu replikle Joel’in oldukça yalnız ve ilgiye ihtiyacı olduğunu anlarız. Geri dönüş treninde nihayet Clemantine ile tanışır ve konuşmaya başlarlar. Clemantine, Joel’in aksine, hayatı eksik yaşıyorum hissiyle her günü dolu yaşamaya çalışan, saçları gibi karakteri de oldukça renkli, tavuğunuzdan almak isterse size sormadan uzanıp alan özgür bir kişiliktir. İlk bakışta güven vermeyen bir karakterdir; çünkü konfor alanını kolayca terk edebilen bir havası vardır. Joel bunun farkında olarak, oldukça temkinli yaklaşmaya başlar. Karakterlere oturtulan bu zıtlık benim çok hoşuma gitmişti. Şöyle bir alıntı okumuştum: "İnsan, sevdiği kişide kendi eksik yanlarını görür ve bunu sever; o yüzden sevdiği kişiyi her hatırladığında biraz da olsa hüzünlenir." Benim açımdan filmde oluşturulan bu zıtlık tam da bu alıntıyı destekler nitelikteydi. Film biraz daha ilerledikçe iki karakterin birbirini tanımaya başladığını ve yavaş yavaş bir ilişkiye doğru gittiklerini kısaca görürüz; ancak yönetmen bizlere bu ilişkiye dair daha fazla şey göstermez ve bir anda kararıp açılan ekran ile Joel’in acı çektiğini görürüz. Kamera bu noktada Joel’in etrafında gezinmeye başlar. Hoppala, ne ara beraber oldular da ayrıldılar, diye düşünürken Joel, Clemantine’in, kendisini hafızasından sildirdiğini öğrenir. Bu durum karşısında sinirlenen Joel de aynı işlemi uygulamaya karar verir ve bu işlemi uygulayan kliniğin yolunu tutar. FİLMİN KURGUSU VE ANILARIN AKTARIMI Filmin mükemmel kurgusu Valdís Óskarsdóttir’e ait. Filmde sondan başa doğru ters ve hikâyenin film içinde eritildiği bir kurgu kullanılmış. Yani Joel ve Clemantine’in ilişkilerini düz bir şekilde gözlemlemiyoruz. Joel’in, anılarını sildirirken bu anılarını tekrar görmesi ve yüzleşmesiyle ikilinin ilişkilerine dair bir fikir sahibi oluyoruz. Kullanılan bu teknik oldukça kafa karıştırıcı ve hikâyeyi takip etmeyi zorlaştırsa da merak unsurunu sürekli zirvede tutan bir anlatım olmuş. Yönetmenin, Joel’in hafızasını yansıtmak için kullandığı ışık oyunları, yer yer başvurduğu hareketli kamera ve hafızanın silinmesi hissiyatını izleyiciye geçirmek için mekanların silinip, yıkılıp, bozulmaya uğraması da oldukça güzeldi. Bunun yanında filmde kullanılan ilkel bir teknik de var. Joel’in mutfakta yetişkin bedeninde bir çocuk gibi gözüktüğü sahne aslında özel efektlere başvurulmadan tamamen büyük mobilyalarla ve belirli bir perspektifin üzerine kurulan setle oluşturulmuş. YÜZLEŞMEK Mİ YOKSA KURTULMAYA ÇALIŞMAK MI? Filmde sorulan soru basit, canımızı acıtan anılardan kurtulmayı ister miyiz? Muhtemelen çevremizde birçok kişiye sorsak, bu soruya, evet, cevabı alırız. Yönetmen ve senarist sormuş olacak ki böyle bir film çekme zorunluluğu hissetmişler kendilerinde. Joel silinen anılarının içinde dolaşırken, aslında anılarının hiç de kötü olmadığını, hatta karakter anlamında anılarının ve yaşadıklarının onu beslediğini görür. Hal böyle olunca anılarını sildirmekten vazgeçer; ancak işlem başlamıştır ve durdurmak neredeyse imkansızdır. Clemantine ile anılarında oradan oraya fink atarken Clemantine’in aklına zekice bir fikir gelir, Joel’e bilinçaltındaki en karanlık yerlere saklanmayı teklif eder ve Joel, Clemantine ile birlikte çocukluğunda yaşadığı utanç verici anlara, herkesten gizlediği kimseyle paylaşmadığı ve şimdiki içine kapanık sessiz karakterini oluşturan çocukluktaki anılarına doğru yola çıkarlar. (Sürekli, çocukluğuna inmemiz gerek diyen psikologlar haklı çıktı. Ne kadar ya bir çocukluğa inmek? Neyse parası verelim, biz de inelim. Aslında şöyle çocukluğa inen bir dolmuş hattı falan kurulsa fena olmaz, sürekli iner iner dururuz, neymiş mesele çözeriz. Bunları yapmıyoruz işte abi ya, neyse…) Clemantine bir sahnede Joel’e tam da şöyle der: “Ben bir kitap gibiyim Joel, her şeyim çok açık. Sana sürekli anlatıyorum. Oysa ben senin hakkında hiçbir şey bilmiyorum.” Tam bu noktada, Clemantine ile birlikte bizler de Joel’in çocukluk anılarındaki kötü anılara şahit oluyoruz. İkisi beraber, sürekli sistemde kaybolmaya başlıyorlar. Tam kayboluyorlar, hafızayı silen doktorlar tekrar anılarda bulup silmeye kaldıkları yerden devam ediyorlar. Bu olay birkaç kere film içinde tekrar ediyor; ancak Joel ve Clemantine sonunda direnmeyi bırakıp, silinmeden eski anıları tekrar yaşamaya devam ediyorlar. KADER, BİRBİRİNE ÇEKİLMEK VE KAFA KARIŞIKLIĞI Filmin bu noktasında şöyle bir benzetme yapsam sanırım göze batmaz. Duygular ne kadar unutulmaya çalışılsa da hatta bunun için bir programa başvurulsa da tıpkı kayayı delen ve akmaya devam eden bir su gibi her defasında gün yüzüne çıkar. Joel, anılarında gezedursun; bu noktada artık hikâye, Joel’den biraz uzaklaşıp Joel’i hafızasından sildiren ve hayatına devam eden Clemantine’a odaklanıyor. Clemantine’ı yeni bir ilişkinin içinde izliyoruz. Peki kim bu adam? Joel ve Clemantine’ın hafızasını silen şirkette çalışan Patrick adında bir stajyer -iş etiğine hiç uymayan bir hareket- Clemantine, Patrick ile olan ilişkisinde mutsuz bir şekilde karşımıza çıkıyor. İçinde bir aitsizlik duygusu var. Joel’i hafızasından sildirmiş olsa da daha önce Joel ile gittiği yerlere içgüdüsel olarak gitmek istiyor ve gidiyor. Sivri zekalı Patrick karakterimiz, Joel’in anılarını tuttuğu defteri evinden yürütüyor ve daha önce Joel’in Clemantine’a söylediği sözleri söylemeye başlıyor. Clemantine’ın kafa karışıklığı git gide artıyor, bir çıkmaza giriyor, bilmediği bir şeyi kovalıyormuş gibi hissediyor. Bulunduğu durumdan rahatsız olduğu her halinden belli. Bir şeylere çekiliyor ama neye çekildiğini kendisi de bilmiyor. Aynı durumda olan bir başka kadın karakterimiz ise Mary adında, aynı klinikte çalışan asistan; kendisi de bu durumdan oldukça habersiz. Mary, klinikte beraber çalıştığı Dr. Howard’a aşık; ancak filmin bu yarısına kadar bunu bilmiyoruz. Dr. Howard ve Mary, Joel’in hafızasını sildikleri sırada Mary, Dr. Howard’a durumunu belli ediyor ve yakınlaşıyorlar. Öpüştükleri sırada Dr. Howard ve Mary, Dr. Howard’ın eşine yakalanıyorlar ve Mary kendini açıklamaya çalıştığında Dr. Howard’ın eşinden şu sözleri duyuyor “Senin olsun, zaten hep öyleydi." Bu noktada artık taşlar yerine oturmaya başlıyor ve ikilinin, bir aralar ilişkisinin olduğunu ancak Mary’nin hafızasının silindiğini anlıyoruz. FİNAL: TADINI ÇIKARMAK Film sona geldiğinde Joel ve Clemantine, Joel’in son anısında geziniyorlardır. Clemantine, şimdi ne yapacağız, diye sorduğunda Joel: “Tadını çıkaracağız.” der. Ve son anı da böylece silinir. Clemantine, silinmeden önce son bir şey söyler: “Benimle Montauk'da buluş." İşte film buradan sonra artık başa dönüyor ve Joel’in neden filmin başında Montauk’a gittiğini öğreniyoruz. Film, bir soruyla başlıyor; bizi de bu soruya ortak ediyor ve beraber cevap arayışına çıkıyoruz. Sorulan soru, film içinde yavaş yavaş eritiliyor ve bize sunulan bu cevapları bir noktadan sonra doğru kabul ediyoruz. Filmi izlemeden önce, yukarıda bahsettiğim gibi, canınızı acıtan anılardan kurtulmak ister misiniz, sorusu sorulsa muhtemelen evet derdik; ancak filmi izledikten sonra bu soru yavaş yavaş, hayır, oluyor. Hikâyenin sonunda Mary kızgınlıkla daha önce hafızasını sildiren bütün kişilere dosyalarını ve ses kayıtlarını gönderiyor. Clemantine ve Joel birbirlerini anlattıkları bu ses kayıtlarını dinledikten sonra kafaları karışık bir şekilde birbirlerine bakıyorlar. İşte burada yine bir soruyla karşı karşıyayız: birbirinizi bir zamanlar sevdiniz ama sonra en ufak özelliklerinizden bile nefret ettiniz, şimdi yeniden beraber olmak ister misiniz? İki karakterin de ağzından duyduğumuz tek şey, evet, anlamında “Tamam” oluyor. Şu müzik oldukça iyiydi.

  • Sound Of Metal: Sessizliğin Nüansları

    Amazon Original filmi olan Sound Of Metal ''Metalin Sesi'' site içindeki en iyi filmlerden olabilir. Bunu ben demiyorum akademi diyor. Oscar’da En İyi Erkek Oyuncu ödülüne aday gösterenler diyor. Film bir metal grubu üyesi olan baterist Ruben’in (Riz Ahmed) sağırlaşma öyküsünü ve sevdiği her şeyden vazgeçmek zorunda kalmasını anlatıyor. Film sadece bize Ruben’in sağırlığını yaşatmakla kalmıyor aynı zamanda durumun şokunu ve duygusal çöküşünü de bize yaşatıyor. İnsanlar bu tip durumları ilk başlarda çok umursamazlar ancak hayat öyle bir yol çiziyor ki size bir zaman sonra kontrol sizden çıkıyor. Ruben aslında tam hayatını yola koymuşken bu sağırlık onu geçmişe götürmesine neden oluyor. Geçmişte uyuşturucu bağımlılığından dolayı yaşadığı olayları tam aşkı ile müzik yaparak silecekken hayat ona beklemediği bir darbe vuruyor. Vücudundaki ‘’LÜTFEN ÖLDÜR BEN!’' dövmesi de geçmişi ile alakalı. Artık hayatının büyük bir bölümünü bu engel ile devam etmesi gereken Ruben buna alışmak için sevdiği çoğu şeyi ilk başta da müzik olmak üzere bırakmak zorunda kalıyor. İyileşmenin birçok yolunu arayan Ruben sonunda bir tedavi yöntemi buluyor. Bu yöntem aslında kendin ile barışık olmanı hedeflese de ilk başta uygulamak çok zor. Ruben de aynı şekilde bu tedavi şekline dayanamıyor ve eski hayatına dönmeye çalışıyor ancak fayda etmiyor. Filmin büyük bölümünü, Ruben'in, diğer sağır yetişkinlerle bir tür kırsal barınakta, Amerikan İşaret Dili öğrendiği ve harika bir şekilde tasvir edilen guru tipi bir figürün vesayeti altına girdiği, hayatının yeni parametreleriyle yavaş yavaş uzlaşmasını izleyerek geçiriyoruz. Dönme çabaları ona yarardan çok zarar veriyor hem fiziksel hem de ruhsal yönden. Yaptıklarınızın bedelini sadece siz değil sizinle beraber etrafınızdakiler de öder. Ruben de bunu yaşıyor. Sadece kendine değil, sevdiği insana ve hayatını kazandığı müziğine de zarar veriyor normalleşme çabaları. Ruben sağır olduktan sonra her iletişime geçtiğinde film de bizle o iletişimi müzik ile kurmaya başlıyor. Müzik bizi kolayca onun ruhuna taşıyan ikinci bir dil gibi kullanılmış filmde. Endişelendiği her sahnede bacağını görünmez bir bateri çalar gibi sallaması, yakınlarında hissettiği huzursuzluklarda kulağındaki tiz sesler karakterin bizimle iletişime geçmesini sağlıyor. Kısacası Sound Of Metal (Metalin Sesi) bir kabul yolculuğunu anlatıyor. Ruben oraya kolay kolay gelemedi, sürekli bir şeyler feda etmek zorunda kaldı; gelseydi film olmazdı. İşitme duyusu kaybolur kaybolmaz, işlerin değiştiğini elbette fark eder; örneğin bir grupta davul çalmak artık sona erer. Ancak sağırlığı nedeniyle tüm yaşamının, kelimenin tam anlamıyla değiştiği ve kendisinin asla aynı olmayacağı gerçeğini kabul etmesi çok daha uzun sürer. Ruben'in yanı sıra bir izleyici olarak bizim için sessiz bir vahiy oldu bu film. Onun sadece bir film karakteri olduğunu biliyorum, ama umarım ileride iyi olur.

  • And Then We Danced: Gürcüleri Kızdıran Film

    Bir Gürcistan İsveç ortak yapımı olan And Then We Danced '' Ve Sonra Dans Ettik'' bir kendini bulma filmini geleneksel Gürcü dansı üzerinden işleyerek farklı bir perspektif kazandıran Levan Akin filmidir. Levan Akin'in Gürcüstanda ki Lgbt karşıtı yürüyüşlere ve baskıcı topluma karşı dikkat çekmek üzerine yaptığı film ülkedeki tutucu insanları kızdırmasına sebep olur. Filmin galasını basan kilise ve tutucu toplumlar yüzünden film 92. Akademi Ödülleri'nin En İyi Uluslararası Film Akademi Ödülü kategorisinde yarışmak üzere İsveç'in aday adayı olarak gösterilir. Film, ailesi gibi bir Kafkas dansçısı olmak isteyen Merab'ın ''Levan Gelbakhian'' hikayesini anlatıyor. Merab, profesyonel bir Kafkas dansçısı olamaya çalışan aynı zamanda da bakmak zorunda olduğu ailesi dolayısıyla da bir restoranda garsonluk yapan bir gençtir. Merab'ın hayatı bir gün kursa gelen Iraklı ''Bachi Valishvili'' ile tanışmasıyla tamamen değişir. Merab, Iraklı ile tanıştıktan sonra kimseye karşı hissetmediği duyguları ona karşı hissetmeye başlar. Bunun üzerine yıllardır dans ettiği ve sevgilisi olan Mary'i terk eder. Alkolik abisi ve fakir ailesi ile sürekli kavga eder. Merab, bunların hepsini Iraklı ile istediği gibi yaşayamadığı ilişkisi ve sürekli eleştirildiği seçimleri yüzünden yapar. Bunun en büyük nedeni, Merab'ın kendi evinde kendi gibi olamayacağını anladığı an yediği manevi yumruk ve doğrulmak için tutunduğu dalın da kırılması olur. Filmde sürekli Gürcü dansında yumuşaklığa ve akışkanlığa yer yoktur vurgusu yapılmaktadır. Bunun nedeni ise Merab'ın, dansı denilenin aksine daha estetik ve yumuşak şekilde kabul görülenin dışında yapmasıdır. Film, Gürcü dansının gücünü kendi erkekliklerini zorla dayatan bir beden dışavurumculuğu ile yansıtır. Bu kadar erkeklik dışavurumculuğunun altında aynı zamanda dansa karşı bir şehvet ve tutku yatmaktadır. İşte bunların hepsini kendinde toplayan Merab'ın filmin sonunda ki dansı bu yüzden çok güçlüdür. Film içinde çok fazla klişe, melodram ve devamlılık hataları bulundursa da Levan ve Bachi o kadar iyi oyunculuk sergilemişler ki bir zaman sonra film izlediğinizi unutuyor ve sanki onları gizli kameradan izliyormuş hissine kapılıyorsunuz. Bir gençlik filminde göremeyeceğiniz kadar fazla melodram içermesine rağmen oyunculuklarla bunu çok iyi ört pas etmişler. Teknik açıdan bakacak olursak da filmde çok basit devamlılık hataları da göze çarpıyor. Normal bir izleyenin fark etmesi zor olsa da bazen filmden kopmanıza sebep olabiliyor bu devamlılık hataları. Filmde Merab'ın son dansını yaptığı sahnenin tek plan ile çekilmiş olduğunu fark ediyoruz. Tek plan sahne bence bu filme çok yakışmış. Çünkü danslı filmlerde daha çok sahneler kesilerek, farklı açılar kullanılarak bir kurgu oluşturulur ancak bu film onu tercih etmeyerek farklılığını göstermiş. İzlerken tüm duyularımla sarıldığım bu film bana insanların seçimlerini eleştirmemeyi daha da iyi öğretti. Kapalı toplumsal yapının içerisinde kendisini bulmaya dair gördüğüm en zarif alt metinlere sahip filmlerden birisidir. Burada ayrıca parantez açmamız gereken kişi ise kültürel kimlik meselesini cinsel kimlik meselesiyle eşleyip bundan sanat ve aşk dolu bir hikaye çıkartmayı başaran Levan Akin’dır. Film bittiğinde kendimi ayakta alkışlarken buldum. Ayrıca o ne güzel bir son sahneydi öyle. Merab dansını bitirdiği an '' Lütfen film burada bitsin.'' diye yalvardım içimden. Tam istediğim oldu ve film orada bitti. Ancak Merab'ın dansının yankısı hala kafamda devam ediyor.

  • Love Exposure Sion Sono'nun Başyapıtı

    Japon sineması dendiğinde aklımıza klasik sinemadan uzak bir sürü unsur gelir. Klasik korku sinemasının başlangıcı, aşk sinemasının köklerinin uzandığı Japon sineması aslında basit kurgulardan günümüz hikayelerine kadar uzanmıştır. Bu kökleri akıl almaz bir biçimde kullanan yönetmen Sion Sono’nun başyapıtı Love Exposure (Aşka Maruz) klasik olmayan bir aşk hikâyesine dayanıyor. Love Exposure filmini anlamak için öncelikle Netflix belgeseli olan Sex and Love Around The City’nin ilk bölümü olan Tokyo’yu izlemek lazım. Belgeselde Yoko, Yu ve Koike‘nin babalarını bulabilirsiniz. Filmde baba, ruh ve din kavramlarını iyice anlamak içinse nefret ve aşk duygularını anlamak gereklidir. Yu, günahsız ruhunu babası ile iletişime geçmek için günahlarla doldurmaya başlar. Filmde özellikle cinsellik, tanrı ve günah terimleri bolca bulunur ve özellikle günah ve cinsellik kavramlarına baskı yapılır. Ana karakterlerimizden biri olan Yu’nun babası saygın bir pederdir ve kilisede dua sırasında bir kadın gelir ve ondan Hristiyanlığı öğretmesini ister. Peder ona yardım eder ve kadına karşı ilgi duyduğunu fark eder. Fakat pederler inancında kimse ile evlenemez ve ilişki yaşayamazdı. Bütün kalbini ve ruhunu dine ve tanrıya adamak zorundaydı. Yunun annesi ölünce babası kederini atlatmak için bunda bulur. Yu’nun küçüklüğü ve Yoko ile karşılaştığı ve en son görüşüne kadar incelememiz lazım. Yu Yu küçük yaşta annesini kaybetti ve yunun ailesi din konusunda katı bir aileydi. Annesi bir gece dua ederken Yu yanına gelir ve annesi ona bir seyahate çıkıyorum ama bu Meryem ana heykelini kaybetme der ve beni Meryem’in ile tanıştır der. Yu bu sözlerden çok etkilenir ve heykeli alır ömür boyu saklar. Kısa süre sonra annesi o yolculuktan döner ve bir daha birbirlerini göremezler. Annesinin gidişinden sonra babası dediğim gibi acısını dindirmek için kendini din ve tanrıya adamaya başlar. Bir kilise de peder olarak işe başlar ve tamamen sessizlik içinde yaşarlar. En başta bir kilise yani peder evine taşınırlar orada mutlu olacaklarını zanneden Yu rahatlamıştır. En azından annesinin vefatından sonra yeni bir adım atarlar. Fakat beklediği gibi olmaz. Babası kendini dine adar ve Yu ile konuşmaz. Yu sık sık babasının vaat günlerine gelir ve vaatlerini dualarını dinler. Zaman geçtikçe babası bir kapalı kutu haline gelir. Kapalı kutu halinde ise kiliseye Hristiyan olmak isteyen kadın gelir. Bu kadın kiliseye gelince üstü başı kilisedeki insanlara göre farklı bir giyim tarzındadır. Pederin gözünden bu kaçmaz. Dua ve vaat saati bitince normalde Yu’nun babası Yu’nun yanına gelse de bu sefer gelmemiştir. Babası o kadının yanına gider ve kadın ona ağlayarak yalvararak bana din öğret der. Şimdi burada duralım. Koike Koike geçmişi yüzünden psikolojisi bozulmuş, şiddete maruz kalmış ve cani haline gelmiş bir kızdır. Küçük yaşta babasının şiddetine maruz kalmıştır. Her gün okuldan gelince onu kemer ile acımasızca döven babası bir de üstüne onu döverken bağırarak kendisini tekrar etmesini ister. Babası Koike’nin kuşuna da zarar vermiştir ve Koike için bu son noktadır. Bir gün okuldan eve gelince babasını yatakta uzanmış hareketsiz bir şekilde bulur. Koike ne kadar uğraşsa da babasını kaldıramaz ve sonrasında babasının cinsel organını kırar ve koparır. Sonrasında hemen polisi arar ve ağlayarak babasının uyanmadığını belirtir. Babasının aşırı doz ilaçtan orada öldüğünü öğrenir. Koike artık kendini özgür hissediyordur ve sokağa çıkıp rahatça dolaşmaktadır. Bir ara sokakta gezinirken bir adam ona yaklaşır ve bir kiliseden bahseder. O kilise için Koike’yi eğitir ve hastalıklı olan zihnini daha kötü hale getirir. İnsanları çıkar için, zihinlerini yıkamak için kurulan bu sahte kilise Koike’yi kolları altına alır ve ona bir ev olur. Koike ve Yu Koike Yu’yu yağmur altında dua ederken görünce ona yanaşıp adını ve neden dua ettiğini soruyor. Yu ağlayarak ona cevap veriyor. Koike onun dinine bu kadar bağlı kalmasını çok seviyor ona korkutucu bir şekilde şefkatli ve garip davranıyor. Yine elinde koz geçirmek maksadıyla onunla yakınlaşıyor. Koike için sadece Yu’nun adını öğrenmek bile yetiyor. Çünkü asıl istediği Yu, onun babası ve saygınlığı. Yu’nun hayatına geri dönersek. Yu babası ile iletişimini tamamen kaybediyor. Ve babası ile iletişime geçmek için bir yol bulmalı. Bu yol ise günah işlemek. Hayatında bir karıncaya bile basmamış olan Yu, günah işlemeye karar veriyor. Buna karar vermesi Koike ile tanışmasıyla oluyor. Günahsız ve Günahlı Koike ile konuştuktan sonra Yu babası ile konuşmanın tek çaresinin bu olacağını anlıyor ve sokakta bir grup gence takılıp devlet mallarını darp ediyorlar. İşte şimdi Koike günahlarını Yu’ya aktarabileceğini anlıyor. Yoko ise günahlardan nefret eden ve aşkı için her şeyi yapan kız. Hepsinin ortak noktası günah ve aşk oluyor. Tanrı ve Günah Başrolümüz Yû babası ile iletişime geçmek için günahsız ruhunu günahlar ile kirletmeye başlıyor. Peki papaz oğlu olarak ‘günah işlemesi bundan zevk alması ama Meryem’ini araması’ nasıl bir çelişki? Yû’nun tanrısı kim ve gerçek mi? Love Exposure bu sorulara odaklanıyor. Tanrı gerçek mi? Tanrı’nın varlığını kabul edenler: Herhangi bir Tanrı’nın varlığını kabul eden anlayış içinde de “Nasıl bir Tanrı? Yani Tanrı’nın mahiyeti nedir?” sorularının cevapları ekseninde birbirinden farklı Tanrı anlayışları ortaya çıkmıştır. Deizm, ateizm gibi. Yapacak çok şeyi olan insan inançlarını ve genel düşüncelerini hemen hemen hiç değiştirmeksizin korur. - Friedrich Wilhelm Nietzsche Sahne: Son Akşam Yemeği 1.Korintliler 13 Sevginin Üstünlüğü İnsanların ve meleklerin diliyle konuşsam, ama sevgim olmasa, ses çıkaran bakırdan ya da çınlayan zilden farkım kalmaz. Symphony No 7 in A Major Op 92 II allegretto Tanrıyı bulmak, ilerlediği yolu korumak ve aşk. SION SONO

  • Oslo Üçlemesi: Reprise

    Ortak noktaları, Anders Danielsen Lie’yi ve modern hayat depresyonunu üç eşit parçaya bölen 15 yıllık bir Joachim Trier üçlemesi. Aydınlık anlarında bile karanlık filmler serisi. İlki, 2006 yapımı, dostluğun filmi: Reprise. Tüm güzellemeler kötü gün dostlarına yapılsa da insanın başarılarına sevinecek eleştirel arkadaşlara da ihtiyacı vardır. Filmimizde hepsini karşılayan bir Erik karakteri görüyoruz. Filmin başında, kendisi kaybederken Philip’in başarmasına gözlerinin içi gülen Erik; aynı gözlerle, Philip yerle yeksan olduğunda merhamet ve sevgiyle bakıyor. Ama elbette hayatın olağan akışı olarak, tüm çabasına rağmen bir noktada Philip tarafından uzaklaştırılıyor. Dış sesin olduğu bir filmi, basit bir çocuk filminden farklı tutmak, bayağı kılmamak zordur; Trier bunu başarmış. Dış sese eşlik eden hızlı akan görüntüler sayesinde büyüklere masallar tadında bir filme imza atmış. Anders Danielsen Lie’nin oyunculuğu o kadar takdire şayan ki tüm üçlemeyi ama en çok da ilk iki filmi tamamen Philip’in gözlerinde izledik. Hangimiz eski anılarımızı, eski insanlarla yeniden yaşadığımızda ne hissedeceğimizi merak etmeyiz ki? Film, bunu da açığa kavuşturuyor. Elbette hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır, seks bile. Eski sevgiliyle yeniden çıkılan Paris turunda bunu gözlemledik. Filmin en kendine özgü tarafı ise bu kadar karanlık ilerledikten sonra, Philip ve Erik’in dargın kalmasına gönlü elvermemek, allem edip kallem edip muhtemelen eski güzel günlerine döndükleri izlenimini vermek, böylece tatlı bir bir finalle izleyicinin yüzünde bir tebessüm bırakmak.

  • The Painted Bird

    Vaclav Marhoul imzalı, siyah beyaz olmasına rağmen gönül rahatlığıyla ismiyle müsemma denebilecek; kendi halinde yokluk içinde yaşayan halkın tepkileri ve umursamaz zalimlikleri bakımından Yaşar Kemal kitabı tadında bir film. İlk yarı mükemmel ilerliyor, görüntüler müthiş, ne göz kırpmaya ne kalkıp bir kap su içmeye müsaade ediyor. Zaten zeytin gözlü çocuk, safi yetenek; annesinin karnından bu filmin başrolü olmak için doğmuş. Neredeyse hiç diyalog yer almaması cuk oturmuş, çünkü pek fazla söylenecek şeyin olmadığı zamanlarda geçiyor film. Gelgelelim ikinci yarıda film bir anda holocaust temasına bürünerek tüm orijinalliğini ve kendine özgülüğünü kaybediyor. Sinema dünyası Yahudi soykırımı konusunu çoktan son damlasına kadar tüketip dibini bile sıyırmadı mı? Bu konuda çekilebilecek en güzel, en rahatsız edici, en acıklı, en duygusal filmler çoktan çekildi, artık bundan sonrası seyirci bıktırmaya girer. Hele ki bu filmde olduğu kadar göze sokulan sahneler varsa. Filmin ilk yarısındaki, yalnız kalmış küçük bir çocuğun çektikleri, ayrıntılarda yakalanan Yahudi ayrımcılığı teması gayet yerindeydi. İkinci yarıda, bir anda bu metaforik kullanım bıçak gibi kesildi ve yağmalanan köyleri, vurulan çocukları, tecavüzcü ve kalpsiz ikinci dünya savaşı insanlarını bilmem kaç milyonuncu kez izledik. Seksomanyak kadının olayını rahatlıkla anlayabilmiştik zaten, kendini keçiyle mastürbe etmesine gerek var mıydı gerçekten? Eşsiz görüntülerine, güzel senaryosuna, başroldeki ufaklığın mükemmel oyunculuğuna rağmen abartıların filmi. Bazen ne yaparsan yap olmuyor bazen.

  • TWD 11. Sezon-1. Kısım: KEPAZELİK

    Entel gönlüm şu güzide site için ilk yazımın Jarmusch filmlerinden birinin üzerine olmasını isterdi ama maalesef ilk yazım The Walking Dead (TWD) dizisi üzerine oluyor. Sinemada korku yapımlarının kalitelisi çok zor bulunangillerden bir tür, ancak şükür ki bazı diziler bu kıtlığı biraz olsun hafifletiyor. TWD? Yo, hayır o değil. Mike Flanagan'ın mini dizileri. Hatta bir diğeri de yolda ve dahası bir Edgar Allan Poe uyarlaması. Üşengeç okurlara adını da veriyorum: The Fall of the House of Usher. Beklentim büyük. Neyse şimdi konuya dönecek olursam, Arka Sokaklar'ın Amerika şubesi TWD 11. Sezonu yayınladı. Toplamda 24 bölüm ve 3 kısımda yayınlanması planlanmış. İlk kısım olan 8 bölümü ev işi yaparken izledim. Bu ayrıntıyı özellikle veriyorum. Ev işi yaparken izlenen bir zombi dizisi. Sanki birileri hadi ıkının son bir sezon daha demiş gibi yönetmeninden oyuncusuna, ışıkçısından kostümcüsüne kadar öyle baştan savma öyle zorlama bir sezon olmuş ki anlatamam. Kepazelik burada bitmiyor. Diyaloglar, bakışmalar uzun ve sıkıcı. Geleneksel Türk dramalarını aratmıyor. Hele bi sahneler arası cutlar var ki aman yarabbi. Ritim yok, her şey gelişine. Dediğim gibi bu türün edebiyatta da sinemada da kalitelisini bulmak zor. O yüzden yıllar yıllar önce bu diziye şans vermiştim. Başta fena değildi. Her türlü klişeye rağmen belli bir noktada seyirciyi-en azından beni tutuyordu. Kaçıncı sezondan itibaren sapıttığını hatırlamıyorum. Ancak bir korku türü ev işi eşliğinde izleniyorsa vakit kaybıdır, izlemeyin. Sizin için zombiler illa ağzı yüzü yamulmuş homurdayan tipler değilse alternatif zombi dizisi önerim Avusturalya yapımı Glitch olabilir. Ama söylemeden geçemeyeceğim. Jeffrey Dean Morgan gerçekten de Javier Bardemle Robert Downey Jr karışımı. Ne adamlar ama!

  • Babysitter

    Mizah, yapılması kolay bir şey değilken kara mizah çok daha zor. Bu nedenle gönül rahatlığıyla burun kıvırıp, peh olmamış film, diyemiyor; medeni cesaretinden ötürü Monia Chokri'yi kutluyorum. Aşırı zor ilerleyen bir film; bir ara kendimi bir elimde portakal diğer elimde yelpazeyle antik Yunan'da bir amfitiyatroda hissettim. Hani sanki sessiz sinema olsa daha çok şey anlardık, özümserdik gibi. Hem böylece filmin o güzel renkleri de daha anlamlı olurdu. Gerçi o zaman da en iyi sahne olan, kiminin fantezisi kiminin cehennemi temalı meşhur kalpli jakuzi sahnesini yakalayamayabilirdik. Saçma ve abartı feminizmiyle bir miktar 9 Kere Leyla'yı çağrıştırdığını da söylemeden geçemeyeceğim. Filmin başındaki yakın çekimlerde kesinlikle bir şeyler amaçlanmış olmalı ama biz pek anlayamadık. Neyse ki hemen akabinde, dövüşen adamların yarattığı kanlı tablo sahnesini hem yakın hem de uzak çekim doya doya gördük de bu da ne biçim bir filmmiş diye kapata basmadık. Velhasılı kelam, öyle bir film ki izleyenin, duygularını karşısındaki aktarmakta kelimeler kifayetsiz...

bottom of page