top of page

Arama Sonuçları

"" için 198 öge bulundu

  • Oslo Üçlemesi: Dünyanın En Kötü İnsanı

    29 ve ardından 30 yaşında, hayatının en tatlı baharını yaşamaya hazırlanan, kendini bulma çabası içinde bir genç kadın ve kendi tabiriyle, bir sonraki adıma geçmeye hevesli, belki bir miktar da geç kalmış sayılabilecek, hayatını oturtmuş olgun bir erkek… Julie ve Aksel’in hikayesi, üçlememizin son filminin ilk kısmı, ana hatlarıyla böyle. Bu defa, ilk iki filmden farklı olarak, başrolde bir kadın var ve hisleriyle, düşünceleriyle, ifadeleriyle son derece kadın bakış açılı bir film izliyoruz. Sosyoekonomik konumuna göre çılgın sayılabilecek kararlar alarak büyüyen, hiçbir şeyin sonunu getirmeyen, Norveçli bir kızın yaşam öyküsüne, dertlerine dahi imrenerek bakıyoruz bu son filmde. Her azılı sosyal medya kullanıcısının, bol “like” almayı umacağı, sükseli bir kareyle başlıyor film. İlerleyen süreçte, bu kareyi kendi sahnesinde de görüyoruz; ama kızımızın, güzel poz çekilme gibi bir amacı yok, hatta gözlerinden, ben kimim ve şu an burada ne işim var bakışları okunuyor… Kafamızda birbirine bağlı ve çözümsüz sorular canlanıyor: O, Before serisinden fırlamış kadar romantik malum gece bir aldatma mıdır? Eğer bu hikâyenin, sonradan muhteşem bir devamı gelmese yine de aldatma sayılacak mıdır? Cevabımız evetse, bu kadar güzel bir aldatma hikayesi, kızımızı dünyanın en kötü insanı yapacak mıdır? Eğer öyleyse, için için keşke benim de başıma gelse diye imrendiğimiz bu romantik kısa hikâye, hepimizi dünyanın en kötü insanları mı yapacaktır? Peki hikayelerimizin Akselleri kimlerdir? Sonuçta bir yerde hepimiz bir Aksel aramıyor muyuz, onu bulduğu halde kıymetini bilmeyen bu şımarık kıza bir de hak mı vereceğiz canım? E Aksel’in yerine bulduğu, onun daha az entelektüel ama daha genç ve yakışıklı versiyonundan da sıkıldı işte. Ah biz insanlar… Kendimizi Julie yerine koyduğumuzda onu kötü kalpli bulamıyoruz; yaptıklarına, en azından hissettiklerine hak verip, bazen Aksel’e güceniyoruz. Sonuçta, aşırı güzel olmamakla birlikte kendine has bir aurası olan gencecik bir kızla sevgili olma şansını yakalayan bir sevgili, işine ve orta yaşlı hayatına kendini kaptırıp, onu ilgisiz bırakmamalıydı. Derken kendimizi Aksel yerine koyduğumuzda, bu defa ona hak verip Julie’ye lanetler okuyoruz. Gerçek sevgi bu mu yani, beş dakika ilgisiz kaldın diye hemen yakışıklı gençlerin kollarında, icabında, “ama o aldatma sayılmaz!!!11” diyebileceğin tatlı heyecanlar mı araman gerekiyordu? Peki ya ama aslında aşk, tam olarak böyle bencil bir şey değil midir zaten? Tüm bunların yanında, aşırı yaş farkı, ilişkilerde problem yaratır mı sorusunu da mercek altına alıyoruz. Esasında, bir miktar mantık sahibi olan herkesin, cevabını bildiği bir soru; elbette yaratır. Film, en bariz örneklerle bu gerçeği yüzümüze vuruyor. Hayatta kendini arayış ve buluş zamanlarının tutmayışı; çocuk sahibi olmak için gereken fiziksel ve ruhsal motivasyon uyuşmazlığı; hayattan alınan hazzın, birbirini tutmayan vektörlerden oluşması… Yani hayatı hayat yapan hemen hemen her şeyin, sadece on küsür yıllık bir aralıkta bambaşkalaşması ve çiftlerin, aşklarını sağlam tutmalarında büyük zorluklar çıkarması… Öyle ya, tabiri caizse ununu eleyip eleğini asmış olgun sevgilisi karşısında Julie, 30 yaşında hala kendini buz üstündeki Bambi’ye benzetiyor ve bu benzetmeyi yapabilmesine hala şaşırmaktan da kendini alamıyordu. Filmin, otuzuncu yaş günü bölümünde, Julie’nin babasıyla yaşadığı iletişim ve sevgi problemini görüyoruz. Olayların bir şekilde dad issues’a bağlanmış olmaması belki daha mı iyi veya en azından daha mı az klişe olurdu; yoksa bağlanma şemalarının, aile fertleriyle olan bağıntısını o kadar da hafife almamalı mıyız bilemiyorum. Bu nedenle haddimi aşmamak için es geçtiğim bir ayrıntı. Ve masalsı bir müzik eşliğinde zamanın donduğu o çok basit, ama büyülü sahne… Hadi itiraf edelim o an Aksel ölse hiçbirimizin umurunda olmazdı. Julie’nin, gerçekten dünyanın en kötü insanı olduğu an, yeni sevgilisi Eivind’e, edebiyattan sanki ne anladığını, ona kalsa 50 yaşına kadar barmenlik yapmaya devam edeceğini söylediği, o aşağılamanın ve memnuniyetsizliğin kekremsi kokusunu ciğerimizde hissettiğimiz andı. O kadar kırıcıydı ki çocuklar toplanıp gittiler içimden. Son olarak, Anders Danielsen Lie’den bahsetmeden geçmek olmaz. Hüzün, bir insana bu kadar yakışmasaydı belki kendisi bu üçlemenin ortak adamı olmazdı. Bu film, üçlemeye ne kadar damgasını vurduysa, her üç filme de asıl damgasını vuran Lie’dir. Kim bilir, belki bir film daha gelir de dörtleme olur; izlemelere doyamadık, tadı damağımızda kaldı ey Trier…

  • Film gibi, dizi gibi bir belgesel: The Last Dance / Michael Jordan

    The Last Dance aşağıdaki alıntıdaki gibi bir dizi/belgesel "ESPN'nin 10 bölümlük belgesel dizisi The Last Dance'in hem inanılmaz izlenebilir hem de vasat olduğunu söyleyebilirim. (Editör ve belgeselci Robert Greene'in Twitter'da söylediği gibi, 'Yılın en iyi dizisi/yılın en kötü belgeseli.'" The Last Dance, NBA kültürünü bilen birisi için bile yoğun, yorucu ve aşk-nefret ilişkisi ile bağlanabileceği bir seri belgesel. 10 bölüm yani 10 saate yakın bir belgeselden bahsediyoruz. Bölüntüler birbiriyle bağlantılı olduğundan, rastgele bir bölümünü açıp izlemeye kalkışmanın anlamı sadece NBA kültürüne sahipseniz olur. Eğer NBA kültürünü bilmiyorsanız film tam bir cehenneme dönebilir... AMA! Gerçekten belgeselin anlattığı şey sadece spor, NBA, basketbol üzerine değil. Bunlar temalar. Belgesel, yetenekli ve hırslı bir sporcunun süper ünlü, milyoner olma yolculuğunu gösterirken bu arada başına gelen engeller, kişisel ilişkiler, duygusal durumları da yoğun bir şekilde gösteriyor. 1986’da profesyonel görüntülerle başlayan belgesel, daha öncesinde Michael Jordan’ın kişisel albümü ve aile üyelerinin anlatışı üzerinden belgeleniyor. Neredeyse film kalitesinde görüntüleri ve olağanüstü ses kayıtlarını 90’lar döneminde kaydedebilmek, kaydını tutabilmek ve bugünlere kadar gelmesini sağlamak olağanüstü bir iş. 2022 yılında 20-25 sene önce Michael Jordan, soyunma odasında nasıl bir duygu içinde olduğunu izleyebilmek harika. Belgeselde beni etkileyen en önemli şeyin, gerçekten yetenekli olunduğunda ve yeteneğinizin karşılığının olduğu bir ülkede doğmanın hayattaki başarı basamaklarını deparla atıyor olabileceğini görmek olduğunu söyleyebiliyorum. Mesala belgesel 10 saat ise, Michael Jordan’ın bir anda milyoner olması – tüm dünyada tanınıyor olması 30 dakika içinde özetlenebiliyor. Onun için ise en fazla 4-5 yıl gibi bir süreyi içeriyor (86’da profesyonel kariyerine başladığını ele alırsak). O kadar hızlı bir şöhret ve para kazanmak ki, ne yapacağınızı anlayamıyorsunuz. Daha 20’li yaşların başında en önemli keyfin, bir otel odasında yalnız başına kalabilmek olduğunu Michael Jordan üzerinden görebiliyoruz. Yani görebiliyorsak yine de yalnız değil, odada bir veya birkaç kişi var video için. Asla tek başına olmak gibi bir durum söz konusu değil. Dışarıda dolaşmak imkânsız. Maça giderken, maçtan çıkarken sürekli hayran seli, basın ordusu. Paranız var ama nereye, neye harcayacaksınız? Hem sürekli bir “iş” var ortada. Evet spor, eğlence; ancak bu bir iş ve 7/24 sürüyor. Sabah erken kalkmak, antrenmanlar, maç, basın toplantısı, soğuma, eve dönüş. Bir sonraki maça hazırlanma? Yazın? Eh, bir süre sonra olimpiyatlar macerası başlıyor. Jordan, bu başarısı için sadece yeteneğini değil, çocukluktan beri abilerine karşı oluşturduğu “mücadele”, “kişisel algılama” duygusal motivasyonunu kullanıyor. Hatta internette dalga geçmek adına “Everytime Michael Jordan "Took It Personal” (Jordan her olayı kişisel algıladığında) videoları/memeleri dolaşıyor. İlk başta güçlü-deneyimli abilerin ve babasının organik olarak oluşturduğu hırs, ilerleyen yıllarda delüzyona dönüşüyor. Bunu kendisi de ifade ediyor. Bir maçta ona laf edilmemesine rağmen kendini, laf atıldığına ikna edip/kandırıp, yarattığı suni hırsını doping olarak kullanıyor. Doping ve sporcu ilişkisinin sadece kanda ortaya çıkan kimyasallarla değil, duygusal mentalite ile yapılacağını gösteriyor belgesel. “Trash talking” denilen, sporcuların birbirine laf atması, motivasyonunu düşürücü hakaretler etmesi 90’lı yıllarda ve 2000’li yıllarda hakemler tarafından izin verilen bir kural ihlaliydi. Adam adama temas sırasında ortaya çıkan fiziksel itişme ve kakışma da buna dahil. Bu yıllarda NBA’de oynayan sporcunun, sadece basketbol yeteneği, fiziksel kapasitesinin yanı sıra tüm bu duygusal ve fiziksel çekişmelerin arasında kendine mukayyet olması veya tam tersi, centilmenliği kenara bırakıp; "Burası NBA... Burada mücadele var... Efendilik arayan Avrupa Ligi'ne gitsin" mottosuyla hareket etmesi gerekiyordu. Burada, Ekşi Sözlük'te, İronik Sazan adlı kullanıcının şu entry’sini alıntılamak isterim: "7. bölümde jordan ın hırs başarı ve karşılığında kötü insan olarak anılması üzerine yaptığı konuşmayı ne olursunuz ileride bir tedx zımbırtısında ya da iş yaşamında karşımıza yönetici olarak çıkan ama aslında bir oç olan, mj ile kendini bir kefeye koyanlardan dinlemeyelim!.. buradaki başarı ve sonucunda kendine yabancılaşma/yalnızlaşma hikayesi sporun hastalıklı kazanma ruhuna bağlı olarak cidden kan ter ve gözyaşına dayanıyor. sizinki gibi; sikko iş yaşamınızdaki ucuz satış hikayelerinize, gerçekte asla yaşanmamış/sahte başarı senaryolarınıza, iyi insanların hakkını emeğini sömürmenize dayanmıyor." Belgeselin içeriğinin teknik ve yaşananlar doğrultusunda ilerleyişine bakalım: Belgesel, iki zaman çizelgesi arasında gidip geliyor: Chicago Bulls'un 1997-98 sezonu - takımın altıncı NBA şampiyonluğunu kazandığı – ve o döneme olan çocukluktan başladığı yer. NBA’in o zamanki yıllarına şahit olmuş hayranların ilgisini çekebilecek noktaların tekrarından ve Jordan'ın çeşitli oyuncular tarafından gerçekten maruz kaldığı veya kendisinin öyle algıladığı küçümsemeler, laf atışmaları, fiziksel çekişmeler hakkında sık sık anlatılan hikayelerden oluşuyor. Karakter olarak Jordan'ın bariz otoriter oluşu, diğer oyuncularla olan bu tutumun sonuçları çok sık gösteriliyor. Burada NBA’den anlamasanız ve olayı salt realite showu olarak görseniz bile “eh tamam” dedirtiyor. Jordan’ın grip olmasına rağmen harikalar yarattığı meşhur maçın (The Flu Game) detayı ilk defa kamuoyuna açıklanıyor bu belgesel sayesinde. Aslında olay Jordan’ın, Denver’daki deplasman maçı öncesindeki gece karnının acıkması ve takımdan, yardımcılarıyla açık bir pizzacıdan söylediği pizzadan zehirlenmesi olayı olduğunu anlıyoruz. Aslında bir grip değil, bir gıda zehirlenmesi olayı. Bazı olaylar medyaya anlatıldığı kadarıyla kalıyormuş demek ki. Bu arada tabii ki zehirlenip, hasta halde maça çıkması The Flu Game’in tarihsel yanını gölgelemiyor. Dizi ayrıca Jordan'ı küresel bir süperstar yapan hemen hemen her şeye değiniyor: Nike ile yaptığı anlaşma, Dream Team'de Magic Johnson ve Larry Bird'ün 92 Olimpiyatları'nda oynaması, beyzbolda kariyeri, NBA hayatında iki kez emekli oluşu, Space Jam günleri... The Last Dance'in, salt basketbol, spor belgeseli olmamasını sağlayan dramatik unsurlar: Jordan'ın kumar sorunu, kumar oynayışının medyadaki yansıması. Belgeselde hayattaki en değer verdiği kişi olarak babasının gösterilmesi ve babasının esrarengiz ölümü ve bununla profesyonel kariyerini sürdürme çabası. Her ne pahasına olursa olsun kazanma tavrı ve zorbalık noktasına kadar agresif zihniyetinin işlenişi. Bireysel olarak ne kadar yetenekli ve başarılı olsa da takım olmadıkları sürece şampiyon olamaması ve bunu fark edip kibirinden ödün verme süreci; arkadaşlarına pas atması. Olimpiyat içinde diğer yıldızlar arasındaki rekabetçi tavrı. ABD milli takımı neredeyse kendi içinde bir takım olarak mücadele ediyor. Yukarıda da biraz değindim ama gerçekten hayatın anlamsız şekilde dengesiz olduğunu yüzünüze realistçe çarpıyor bu Netflix belgeseli. Coğrafya kaderdir deseniz bile en fazla refaha sahip olarak varsaydığımız bir ülkede; hasta, engelli, parasız, evsiz, kariyersiz olup bunun acısını ömrünüzün sonuna kadar çekmekle “kaderlenmiş” olabilirsiniz. Ancak birisinin, bir zamanda şöhret, başarı, sevgi, nefreti, saygıyı bu kadar kısa zamanda kazanıp, uzun yıllar bunu sürdürmesine hiçbir kapital motto slogan üretemez. “Çok çalış, çabala, hep yenil, yeniden yenil, çamura bat, çık ama ayağa kalk saldır, pes etme” vesaire vesaire. Bu sloganların karşılığı, kişinin toplumun önem verdiği bazı arzuların giderilmesinde ne kadar önemi olduğu sürece vardır. Takım sporları etrafında gerçekleşen taraftarlık da arzulardan birisi. Artık cephe savaşları olmadığı için büyük kazanış-kaybediş duygusallığını, ölüm-kalım heyecanını simüle eden savaş yerleri stadyumlar ve savaşan sporcuların birbirleriyle olan mücadelerinden oluşuyor. -Birkaç önemli milli müsabaka olayını hariç tutarsak- Hayatım boyunca takım, taraf tut(a)madım, anlamsız buldum. Bu yüzden müsabakalardan zevk almadım. Taraftarlık ve dahası holiganlığın, muhakkak insan beynindeki kimyasallarla, duygularıyla alakalı açıklanacak bir tarafı vardır. Ancak NBA benim için bunun ötesinde, müthiş derecede estetik hareketlerin yer aldığı ve showun diğer spor dallarına göre kat ve kat daha fazla yaşandığı bir organizasyon olmuştur. Şu an takip etmesem de eskiden böyleydi. Michael Jordan zamanında birebir mücadele ve itişme-kakışma, küfür, hakarete izin verilmesinin belgeseli daha da epikleştirici yönünün köpürtülmesine neden oluyor. Aslında belgeselin değil komple NBA organizasyonunun yapmak istediği, yaptığı şey buydu. Belgesel, uzun bir dizi-film gibi. Yani film gibi dramatik öğelerin yer aldığı belgesel ama uzun ve bölünmüş olanından diyebiliriz. NBA ile ilgili bir gram bile alakanız yoksa izlemenizi tercih etmem. Çünkü NBA oyuncuları, koçları, sahipleri, takımları başlı başına ön hikayeye sahip. Belgesel bazen bunları detaylıca işliyor ama NBA kültürüne uzak birisine bu detaylar çok sıkıcı gelebilir.

  • Müzik Belgeselleri -1: Woodstock '99: Tam Bir Felaket (2022)

    Nemli bir sıcak... Su ve yemek, festivalin başında elinizde alınmış. Ne içün? Tabii ki içeride daha pahalıya su, yemek ve içecek satmak için. İyi, peki... Diğer şeyler? Yani "kafayı bulduran şeyler" bunlar dışarıdan getirilen yiyecek ve su kadar tehlike yaratacak maddeler olarak görülmediğinden, kafayı bulan öfkeli kitlenin; çöplere, sıcağa, pahalılığa ve müzik gruplarının olayları daha da köpürtmesiyle etrafa, insanlara zarar vermesiyle, çoğu gözlemci, katılımcı tarafından festival, tarihe felaket olarak geçmiştir. Festivallerin genel özellikleri, çadır alanlarının yeterince dış hava şartlarından izole edilememesi, iğrenç tuvalet kabinleri ve dışardan yiyecek, içecek sağlayan işletmelerden pahalıya beslenmek. Eğer iyi bir organizasyonsa, ortalıkta oluşacak çöp, çamur, su sızıntısı gibi insanı rezil edecek etmenlerin önüne geçebilir. Ancak Woodstock 99’da bunlardan çok azı sağlanmış. Belgesel içinde de bahsedildiği gibi “hadi çeyrek milyon insanı festivale getirelim ve ne olacak bakalım” düsturunda festival düzenlenmiş gibi bir organizasyon planlamasını görüyoruz. Festivalin ilk düzenleyicileri ve organizatörleri meşhur Woodstock 68 ile aynı, ancak toplumsal ve zamanın politik koşullarına göre daha farklı bir atmosfer var 99’da. Grupların müzik tarzları da 68’deki “çiğ produksiyonun” aksine cilalanmış, djlerin işin içine girdiği Nu-Metal denilen farklı bir müzik türü ile uğraşan müzik gruplarının; Limp Bizkit, Korn gibi aşırı popülerliği festivalde headliner olarak yer almış. Rage Against the Machine ve Red Hot Chili Peppers da bu grupların yarattığı karmaşayı daha fazla körüklemiştir. İnsanlar, arabalarını park alanına getiriyor, bırakıyor. Cep telefonu yok. Birbirini kaybeden, ortak alanlarda buluşuyor; ama ortak alanlarda da birbirini kaybedenlerin aynı anda bulunması ayrı bir sorun. 99’da benim bile cep telefonum vardı, Amerikan gençliğinde neden yoktu acaba  Korn, ki bu konserden 4-5 yıl sonra benim de hayran olacağım müziğin ilk şarkılarını çaldığında insanlar gerçekten deliriyor. Sıranın en önünde olan biri, diğerlerinin zıplamalarıyla oluşturduğu dalgaya kapılırsa vücut iradesinin tamamını kaybederek muallak yere savrulduğunu görüyoruz belgeselde. Kızların göğüslerinin açılması, çıplaklık 68’ festivaline bir gönderme aslında ama toplum ve o dönemki hippi kültürününün çok uzağında olan bu festival topluluğunda çok kötü sonuçların doğmasına neden oluyor. 68 ve hippi kuşağının oluşmasındaki toplumsal nedenlerin oluşumundan farklı 70-80 doğumlu bu kuşak daha içine kapanık, bireysel hayatlar yaşarken birden içinde bulundukları “özgürlük alanı” ve bunun yanında alkol, uyuşturucu; susuzluk, sıcaklık ile birleşince kendi içinde bulunduğu izole hayatındaki farklı personasını ortaya çıkardığı bir alan olarak önlerine sunuldu. Cuma gününden itibaren pis hale gelen tuvalet ortamı, içeride satılan su satıcılarının erzağının tükenmeye başlamasından suyu 5 dolara satmaları (99 enflasyonuna göre sanırım şu an 8-9 dolar vb ediyordur) insanlar tuvalet etrafına konuşlanan duş alma/bedava su içme alanının borularını patlatıyorlar. (sıra beklememek ve borudan fışkıran suyu içmek ve suyla yıkanmak için) Bu patlayan boru, tuvalet alanında olduğundan ortalıkta çamurla karışık, insan dışkılarının bir araya karıştığı bir kıvam ve bu kıvama kendini bulamaya hazır insanlar bulunuyor. Çamurun içinde yüzüyoruz derken aslında 250.000 kişinin dışkılarından oluşan havuzun içine dalıp “kirlenmek güzeldir” mottosuyla yüzüyorlar, çamurda... Limp Bizkit geldiğinde insanlar çıldırmaya hazır hale geliyorlar. Bir şarkıda Fred Durst “Breaking Stuff” şarkısını, insanları kışkırtmak için bilerek daha bir coşkuyla ve şarkı arası ufak yönlendirmelerle insanları etraftaki işletmelerin veya festival alanını çevreleyen, plywood dedikleri tahta parçalarını sökerek ve insanların üzerinde sanki sörf yapıyormuşçasına dolaşmasıyla olaylar kızışıyor. Sesin alana nasıl ulaştığını kontrol eden 800 metre ötedeki ses kontrol kulesini izleyiciler sarsmaya başlıyor. Kuledekilerin hayatı tehlikeye girmeye başlıyor. Tahliye de edemezler. Dışarıda bir sürü azgın izleyici var. Tam bu noktada Limp Bizkit o zamanın en hit şarkılarından biri olan Nookie’sini çalacakken, kule Fred Durst üzerinden izleyiciyi sakinleştirmek için mikrofonun sesini kısıyor. Sadece müzik enstrümanların sesi çıkıyor. Bizim Fred Durst’ün yayında sesini duymamızı sesin direkt DI-Box’dan çıkmasına bağlıyorum teknik olarak. Yani 2022’de Youtube'da Fred Durst “mikrofonumu niye açmıyorsunuz, beni duyabiliyor musunuz” derken, seyirciler belli bir süre duyamıyor aslında. O yüzden seyirciler şarkıyı beklerken, Durst de mikrofonu çalışana kadar şarkıya girmeyi reddediyor. Sahneye görevlilerden biri geliyor orada “sakinleştirmen lazım kuleye saldırıyorlar, kuleye saldırıyorlar" diyor ama önemsemiyor Durst. Önemsemesi gerekir mi? Bence değil. Sonuçta güvenlik ve organizasyon onun görevi değil. Organizasyonun her senaryoyu düşünmesi gerekirdi. Daha kötüsü Red Hot Chili Peppers sahnesi geldiğinde, daha önceden planlanan ve bir “toplumsal olaya” farkındalık yaratmak için insanlara mum dağıtılması.. Yani son güne gelinmiş. Woodstock meydanındaki rezillikler, mağduriyetler ortada. Belediye başkanı bile görüyor ortamı. Ancak son gün, kalabalığın eline mum veriyorlar ve Red Hot Chili Peppers repertuarında resmi olarak yer almayan Hendrix’in Fire şarkısını çalmaya başlıyor... Ne dahice değil mi? Daha sonrasında ufak tefek yangınlar çıkmaya başlıyor. Amerika’nın ordu ve polis arasında, aslında bizde tam karşılığı olmayan bir kolluk kuvveti olan ‘National Guard’ lar artık olaya el atmaya başlıyor. Yangın diğer yerlere de sıçrıyor. Parayla satış yapan dükkanların tüpleri, yakılan ateşler sonrası birer birer patlıyor. Belgeselde ve Woodstock 99’da öne çıkan gelişmeler: Tuvaletler, kapısı açılmayacak şekilde koku yayıyor ve rezalet haldeler. Aşırı sıcak ve bunun yüzünden bir sürü kişi susuzluk yüzünden bayılıyor, nöbet geçiriyor. Taciz ve tecavüz iddiaları. Tacizleri direkt müzik gruplarının sahne performanslarını izlerken seyirciler arasında görebiliyorsunuz. Tecavüz iddiaları ise yerel ve ulusal olarak haber olan ama muallakta kalan bir konu. Uyuşturucu kullanımına görevliler tarafından müsaade ediliyor. İçeri yemek ve basit içecek sokamıyorsunuz ama illegal her türlü içeriğin içeri girmesine müsaade ediliyor. Woodstock 68 gibi, söylenene göre barışçıl, kolektif ve “davası olan” nesil yerine 99’da toplumdan izole olarak yaşamak zorunda kalan insanların sosyal ortamlarda nasıl hareket edeceklerini anlayamadığımız, pis enerjiyle ve madde kullanımıyla ortaya daha fazla konforsuzluk yaratacak durumların nedenini görüyoruz. Tabii katılan herkesin deneyimi tamamiyle "felaket" değil. Üzerinden zaman geçtiği için hatırlarımızdaki kötü olaylar, kötü olayların travmatik etkisini bir kenara bıraktığımızda olumlu kısımlarını hatırlamaya programlanmış gibi olabiliyor. Festivalin ana sorunları olarak, dış kaynaklı hizmet sağlayıcıların, yüksek fiyattan su, yemek satışı yaptığı, yüksek hava sıcaklığı, güvenlik ve hijyen denetimsizliği ve eksikliği olarak özetlenip "güzel festivaldi ya" şeklinde ifade edilen açıklamalara da rastlayabiliyoruz günün sonunda. Bu türden festivalin büyük bir kalabalığın sunduğu anonimliğin, engelleri nasıl buharlaştırarak şiddete, yıkıma ve cinsel saldırıya yol açabileceğini de gösteriyor. Belgesel dizisiyle alakalı karşılaştığım bazı yazılardan kısımlar: "Belgesel dizisi, hem '69 hem de '99 festivallerinin ırksal olarak homojen olduğunu tartışmıyor - barış ve sevgiyi ele aldıklarını iddia ederken, ırkçılık, cinsiyetçilik gibi barış ve sevgiye giden yolculuğu etkileyen gerçek dünya meseleleri. sınıf ayrıcalıkları (festival müdavimleri yüksek bilet ve ulaşım masraflarını nasıl karşılayabiliyorlardı?) tartışılmadı." Yazının tamamı için tıklayın. Dizi, kadınların taciz edilmesi ve cinsel saldırıya uğraması gibi festivalde yaşanan gerçek trajediler göz önüne alındığında, isyanın beyaz erkek öfkesinden, hak edilmemiş bir öfkeden kaynaklandığına değiniyor... Dizi, bu genç beyaz adamlara, eylemlerini hesaba katmadan bir şeyleri yakmalarını söyleyen kültüre sadece ipucu veriyor. Bu, izleme deneyimini içe dönük bir alıştırmadan daha az ve izleyiciden algılanan saçmalıkta duraksamasını ve kıkırdamasını istemekten daha fazlasını yapıyor. Yazının tamamı için tıklayın. 2. Bölümün Merkezi kamera kayıtları olmayan en dehşet kısmı: Fatboy Slim'in (Norman Smith) setinde kalabalığın içinde gerçek bir minibüs gördüğünü hatırladığı bir sekanstır; sahne yöneticisi A.J. Srybnik soruşturmaya gönderildi - Srybnik'in anlattığına göre, minibüsün içinde genç bir kız buldu, "gömleği göğüslerinin üzerine çekilmiş, pantolonu ayak bileklerinin etrafında", bir adam şortunu geri giyiyordu. Kız ambulansla götürüldü. Smith, röportajı sırasında, kelimenin tam anlamıyla önünde gerçekleştiği iddia edilen cinsel saldırı hakkında bilgilendirildiğinde, haberler karşısında gerçekten şaşırmış görünüyor. "Bütün o insanların eğlendiğini ve benim herkesin birbirini sevmesini istediğimi düşünmek, burnumuzun dibinde olan şeyler arasında düşünmek iğrenç" diyor. Woodstock'un orijinal organizatörü Michael Lang, festival sona erene kadar herhangi bir cinsel saldırı haberi duymadığını söylüyor. Bir noktada, "Biletlerinizi alan insanları inceleyemezsiniz - yapamazsınız" diye yakınıyor. Belgeselin büyük kısmı katılımcılara değil, durumu daha da kötüleştiren sahne arkası sorunlarına odaklanıyor. Belki de en vahşi ifadesi: Woodstock '99'daki zamanları hakkında röportaj yapılan festival katılımcılarından birkaçı, özellikle “Heather” ile, korkutucu bir deneyim olsa da, buna sahip olmaktan memnun olduğunu söyleyerek, deneyim hakkında sevgiyle konuşuyor. Belgeselin başında Jewel ve Bush'tan Gavin Rossdale, Korn'dan Jonathan Davis ve Fatboy Slim'den enerjinin önemini, 200.000 aç, susuz, sömürülmüş hayrandan oluşan bir kalabalığın her an nasıl idlerine dönebileceğine şahit oluyoruz. Orijinal Woodstock barış, sevgi ve müzikle ilgili olarak sunulurken, Woodstock '99 bir şekilde hayatta kalmakla ilgiliydi. Seri, özellikle nostaljik iyimserlikten tam bir ihmale giden planlama toplantılarının VHS görüntülerinden başlayarak, sahne arkası görüntüleri ile ilgi çekici. Woodstock '99'un doğru niyetlerle nasıl tasarlandığını görebilirsiniz; Yiyecek, su ve malzeme maliyetlerini düşürdüklerinde ve olayı kavurucu sıcak bir asfalta yerleştirmeye karar verdiklerinde bu niyetlerin aynı hızla ortadan kalktığını görebilirsiniz. Metaforlar tam orada. Woodstock '99'un geçtiği Roma (New York) yandı; Wyclef Jean, Jimi Hendrix'in “The Star Spangled Banner”ın Woodstock versiyonunun düşmanca bir cover'ını oynadı ve ardından gitarını parçaladı, burada şenliğin dalgalanan öfkesini yakalayan sert bir kesim; sonra zenginlerin ve yoksulların (dışkılarıyla kirlenmiş sularıyla) tüm görüntüleri vardır. Belgesel, daha büyük önemine çok fazla inmiyor, ancak şiir büyük ölçüde kendisi için konuşabilir. "Trainwreck", her gün için bir bölüm ile hızlı bir şekilde ilerler; farklı temaları, popüler kültür referansları, isim damlaları ve genel schadenfreude her zaman göze çarpar, ancak bu keskin doğa, büyük resimdeki daha önemli veya ilginç parçaların bazılarını gözden kaçırmaktan suçlu olabilir. Ünlülerin sahne arkasında gösterişsiz, sponsor ağırlıklı konaklamalara nasıl davranıldığı veya diğer her şeyde olduğu gibi benzer bir yönerge eksikliğiyle sefahati yayınlayan izleme başına ödeme öğesi hakkında daha fazla şey olabilir. "...asıl saçma olan bu gelişmelerin ne kadar bariz olduğuna şaşırmaktır. İnsanlara hayvan gibi davranır ve onları dört dolarlık su şişeleriyle sömürürseniz misilleme yapacaklardır. İsyan edecekler. Ve eğlence durduğunda, onları sakinleştiren tek şey, tüm kırgınlıkları ile baş başa kalacaklar. Bir yere gitmesi gerekiyor. Bu durumda, burada konsere gidenler arasında bulaşıcı bir dürtü olarak tanımlanan kaosa ve yıkıma yol açtı. Bu hikayede pek çok şey önlenebilir ve tahmin edilebilirdi ve bu belgesel, birbiri ardına zorlayıcı bir geçişle çöküşünü gösteriyor." "Griffiss Hava Kuvvetleri Üssü, kapanmış yerine festival için hazırlanılmış bir hale getirilmişti O zamanki belediye başkanı Joseph Griffo Woodstock için: "yerel ekonomiyi canlandırmak için bir şanstı; ayrıca rock yıldızlarının ellerini (para yüzünden) ovuşturmaktan da zevk aldığı belliydi. Organizatörler bir uçak hangarını haftasonumu için bir eğlence alanını dönüştürdüler ve üssün çevresine sekiz millik bir “barış duvarı” inşa ettiler, amacı hippi duvar resimleriyle ince bir şekilde gizlenen yatırımlarını korumaktı. Kısıtlı bütçeler, gıda hizmetini fahiş fiyatlar belirleme gücüne sahip satıcılara dağıtmak ve gerçek güvenlik görevlilerini işe almak yerine, bir katılımcının esasen “sarı tişörtlü çocuklar” olarak tanımladığı bir “barış devriyesi” işe almak anlamına geliyordu." Time' da alıntılan bu kısımda organizasyonun en baştan ne kadar gelişigüzel tasarlandığı açıklanmış durumda. Bize düşen belgeselde çeyrek milyon insanın belirli lükslerini ve hatta temel ihtiyaçlarını ellerinden aldıklarında neler yapabildiklerini izleyip..gerisi sizin yorumlamanıza kalmış. İster haftasonumu eğlencesi olarak bakın, ister psikolojik açıdan isterseniz sosyo-ekonomik açıdan. Belgesel bize belge olarak bu tespitleri yapabilmek için derli, toplu bir kaynak sağlıyor. Yazı: Gurur Sönmez

  • The Exorcist: Hayat değiştiren film.

    Hayat değiştiren film? anlamı güçlü ve klişe bir tanımla. Ancak henüz 8-9 yaşındayken her şey o kadar korkutucu ki. Özellikle dinle alakalı korkular. Mesela ben kendimden örnek vereyim, mutlaka çoğu insanda aşağı-yukarı böyle endişeler olmuştur. "Yemin edip bozarsan cehenneme gidersin" "Kutsala küfretmenin çok günah olması ve beynin istemsiz bu korkudan ya küfredersem diye vesvese yapması." "Cin, üç harfliler” Cehennem kavramı, Yaratıcının korkusu bir yana 90'larda Türk medyası Saadettin Teksoy ve çeşitli gerçeklik programları altında bizim izlemememiz gereken bir sürü korku unsuru program yapıyordu. Mesela bir evde adamın teki namaz kılarken taşlanıyormuş. Olaya bakın. Exorcist filmi zaten yaşanıyormuş o zaman? 1999-2000 tarihleri arasında Şeytan (Exorcist) filmlerinin tanıtımları başladı. Televizyon reklamını hatırlıyorum. Küçük, masum bir kız birden canavara dönüşüyor. Bu şekilde kafalarda merak uyandırmıştı. O dönemler CD ya da DVD üzerinden film değiş-tokuşu yapardık. Bir arkadaşım Şeytan'ı izlediğini, aşırı derecede korktuğunu, kızın kafasının ters çevrilmesi, yatağının ve yatağının üzerinden yukarı kalkması falan aklımızı aldı. Mavi ilkokul önlüklü 10 yaşındaki çocuk sanki kendisi böyle bir olayı deneyimlemiş gibi anlatıyordu; biz de bütün odağımızla onu dinliyorduk. Sonra filmin kopya (korsan) CD'sini istedim. CD'yi eve getirdim. AVSEQI dosyası açıldı. Ezan sesinin geldiğini hatırlıyorum filmden. Irak’ta kazı yapılırken genç bir peder Pazuzu adlı bir şeytan heykeli çıkarıyordu yer altından. Ezan, sıcak, sarı tonlar, yönetmenin bilinçli olarak şehirde jump scare hileleri yapması da cabası. Friedkin başlangıçtaki sahnelerin uzun olmasını, sessizliği göstermenin daha sonraki büyük sahnelerde daha fazla etki yaratması için bir temel inşaa etmek olarak yorumluyor. Irak'tan sonra film içindeki zamanda sonraki yıllara, Amerika'da yalnız bir anne ve henüz 10-11 yaşındaki kızıyla ilişkilerine şahit olduğumuz bir zamana gidiyoruz. Bir süre sonra küçük kızda "anormal" olaylar oluyor. Psikiyatri, korkutucu tıp tahlilleri ve operasyonları filmin korku ritmini arttırıyor. Bir süre sonra o meşhur Regan'ın yatakta zıpladığı sahne. Ailenin endişe içinde kalıp son çare olarak bir rahibe başvurmaları. Konunun teolojik kısmı hakkında bir mantık yaratılması vb. gibi sahneler devam ederken kız artık dünyadan kopmuş, fiziksel yapısı değişmeye başlamış, ses tonu erkeksi-şeytani bir hal almaya başlamıştır. Ve o müthiş sahne. Regan bir yatağın baş ucunda geceliği ile otururken vücudu sabit bir şekilde kanlı ve deforme olmuş suratı arkaya döner. Ve ben cd yi çıkarırım terliklerimle kendimi dışarı atarım. "Ben az önce ne izledim lan" cümlesini ilk kurduğum zaman olabilir. Daha ilk sahnelerde bu kadar korkunçsa devamı nasıl olabilir ki? Herhalde aklımı yitiririm diye düşünmüştüm. Buraya kadarki deneyimin bile bana çok zarar verdiğini düşünüyorum. Filmlerin içerikleri açısından her türlü sansüre karşı olsam da filmin izlenme kısmında yaş kısıtlamasının olmasını ve bunun ciddi şekilde denetlenmesi gerektiğini savunuyorum. Bir psikiyatrist veya nörolog değilim ancak bununla ilgili çalışmaları okuyup ayrıca bir dosya yazısı yapacağım. Korku, özgüvenin en büyük düşmanıdır. Özgüven ise sizin potansiyeliniz ve potansiyelinizin üzerinde bir sürü beceri ve yeteneği kullanmanızı sağlar. Korku, büyük bir zaman kaybıdır. Yaratıcılığa ket vurur, odaklanmakta güçlük çekersiniz. Bir nevi engelliliktir. Bazı yerlere yalnız gidemezsiniz, bağımlı olursunuz (her anlamda), korkuyu bastırmak için yapmanız gereken şeyler değil de kafanızı meşgul edecek diğer şeylere yönelirsiniz. Eğlence veya rahatlıkla korkularınızı bastırmaya çalışırsınız. İşte benim için hayatımı değiştiren bir film oldu Exorcist. 9-12 yaş arası tamamen bir önceki paragraftaki kısır döngü ve birbirinin peşini bırakmayan silsilelerle geçti. Gerçekten o dönemde izlememem gereken bu filmi izlememin yasaklanması gerekirdi. Bu korku, sadece kendi hayatımın çocukluk zamanlarını değil, ileriki yaşta başka nedenlerle nüksedecek çeşitli ruhsal sıkıntıların, kafa karışıklıklarının, radikal seçimlerin temelini oluşturacaktı. Yoksa çocukken çok küçük yaşlarda bilgisayara erişebilen, ülkedeki devasa etkinliklere katılabildiğim sevgi dolu, orta-üst sınıfa ait bir çocuktum işte. Hayat güzeldi. Profesyonel İzleyiş Tabii artık Psikoloji bölümüyle üniversiteye başlayıp daha sonra sinema bölümüne geçince hem filmler ve hem de bu insanlar neymiş hakkında daha açıklayıcı ve bilimsel olarak gözlemlerim olmaya başladı. 20'li yaşlarımın başında Exorcist dosyasını açtım artık. Neymiş bu film, nasıl çekilmiş, filmin sosyolojik boyutu neymiş. Exorcist filmi nasıl ortaya çıkıyor? Bir kitapla. Kitap daha önceki yıllarda bir kasabada gerçekleşen olaydan esinlenen bir yazar tarafından kitaplaştırılıyor. "Gerçekten" vuku bulan olayla çok alakası yok kitabın. Daha çok ilham üzerine yazılmış bir kitap denebilir. Ancak film, kitap ile oldukça örtüşüyor. Kitap bestseller olunca, Warnerbros o dönem yönetmen arayışına giriyor. Stanley Kubrick sadece kendi senaryolarını çektiği için kabul etmiyor. Diğerleri de farklı nedenlerden reddediyor. İş, French Connection filmiyle Oscar kazanan William Friedkin'e kalıyor. Bu filmde ne oluyor kısaca? Bir peder yıllar önce kuzey Irak'ta kazı çatışmasında bir heykel görüyor. Heykeli incelerken birden arkadaki sarkaçlı saat donuyor. Anlıyoruz ki bu heykelde bir olay var. Sonra sekans değişiyor ve yıllar sonrasının Amerika’sına gidiyoruz. Aktris bir anne ve küçük kızı arasındaki sevgi gösterileri, şakalaşmalar vb. izlerken kızın yatağında sallantılar oluyor. Doktora gidiyorlar. Kas sıkışması deniyor, histeri deniyor, deniyor da deniyor. E artık yatak havalanıyor dediklerinde psikiyatriste gidiliyor. Onlar da telkin yöntemiyle tedavi edelim, ruh çıkarma seansı yapın diyor. Ruh çağırma seansına da hem rahip hem de psikiyatrist olan Rahip Karras geliyor. İnancı da zayıf halde. Karras'ın yanına da tecrübeli birisini vermek adına paragrafın başındaki esrarengiz heykel ile karşılaşan peder, yıllar sonraki bu şeytan çıkarma seansına çağrılıyor. Konuşmalardan ve olan olaylardan anlıyoruz ki şeytanın küçük kızla bir sorunu yok. Bu heykeli bulan rahiple ve genel olarak dinle... Yani şeytan yine şeytanlığını yaparak ölümlere, kötü olaylara sebebiyet veriyor ama kızın içinden çıkıyor. Absürt bir dedektif-rahip diyaloğu ile film bitiyor. Nasıl, böyle anlatınca basit, saçma bir film değil mi? Eh ne zaman, nerede, hangi duyguda, hangi amaçla, hangi altyapı ve okumalarla izlediğinize bağlı olarak hem bir başyapıt hem de rezalet bir film olabilir. Sadece döneme göre görsel efektlerin, görüntü yönetmenliği kalitesi tartışmaya kapalıdır benim nezdimde. Harika bir film, teknik olarak -zamanına göre-. Kardeşim biz 12 yaşında böyle rolde oynayacak birini nasıl oynatacağız? Filmin yetişkin oyuncuları zaten daha önce bilindik isimlerden oluşuyor. Rahip Karras dışında. O da tam olarak kendini oynuyor diyebiliriz. Çocuk oyuncu seçimlerinde ise 100 farklı çocuk arasından Linda Blair seçiliyor. Blair, inanılmaz sevimli, enerjik, her şeye tamam diyen bir kız; ama yine de ortalıkta neler olup bitiyor çok farkında değil. O dönemde sendikalar zayıf, çocukların, bir rehber eşliğinde sette zaman geçirmesi gerekiyor. Söylendiğinde göre ablası ona eşlik edecekken sete çok nadir geldiği söyleniyor. 10 yaşındaki Blair, orta yaşlı teknik ekibin harala gürelesi, mekanik efektler, kamera, ışık, set kurulumu içinde aylar boyunca ortada yaşıyor. Film, bir çok nedenden dolayı 10 haftaya yakın bir sürede çekildiğinden özellikle Linda'nın psikolojisinin ilerleyen yıllarda çok stabil olmaması için büyük bir zemin hazırladığını düşünüyorum. Blair, kendisini "Ben Disney Prensesi" olacaktım diye düşlerken, tüm zamanların en korkunç sinema karekterine dönüşmesi büyük bir talihsizlik. Üstelik oyunculuk konusunda yeteneğini konuştururken uzun çalışma koşullarında şımarıklık yapmaması hatta filmin daha gerçekçi olması için -biraz da teknolojinin yeterince gelişmemesi nedenlerinden- soğuğa, sakatlanmalara, hafif yararlanmalara maruz kalıyor. Psikolojik yıkımı set arkası videolarında gözlemleyeceğimiz işaretler barındırmasa da Lindra Blair'in kariyeri boyunca Exorcist dışında büyük bir yapımda oynamaması -yeteneğine ve o dönemki şöhretine rağmen- Exorcist sonrası toplumun Linda'ya bakışındaki tedirginliği, film yapımcılarının daha neşeli, sevimli kız çocuğu rolleri vermesinde isteksiz olmuş olabilirler. Daha sonra Linda kendini içkiye ve uyuşturucuya veriyor. Bu da stabil bir oyunculuk kariyeri için başlı başına sorun yaratmış olabilir. Rahip, Rahip gibi olsun ama oyunculuk da yapsın. Jason Miller (Damien Karras karakteri) Yönetmen Friedkin’in ilk tercihi değildi. Friedkin, Jason Miller ile tanıştıktan sonra konuşmasında sorunları olan, vücut dilini beğenmediği biri olarak Miller’i kafasında iptal eder ve başka bir oyuncuyla anlaşır. Ünlü birinin, özellikle dini hassasiyeti yoksa filmlerde din adamını oynamasını samimi bulmadığını söylüyor Friedkin. Bu yüzden ya hiç bilinmedik bir oyuncu bulacak ya da gerçekten rahip birisini. Bu yüzden Miller “Beni deneme çekimine almalısın” demesine ilk karşı çıksa da sonra da kabul ediyor. İlk izlenimini beğenmemesine rağmen kamera karşısında Miller devleşiyor. Kamera bayıldı diyor Friedkin. Miller'ın, Damien karakteriyle aynı inanç krizine sahip olması da Friedkin için Damien karaterini Miller'ın oynaması için etkisi büyük bir olay. Friedkin hem Regan'ı hem de Miller'ı, Burstyn ile doğaçlama oynatıp deneme çekimi alıyor. Hiç veya çok az, ismi bilinmeyen oyunculardan büyük oyuncular çıkarmak sinemacılar için büyük bir ustalık meselesi. Normal hayatında hal ve hareketleri oyun için yetersiz gibi görünen insanlardan sinema ve televizyon yapımları söz konusu olduğunda gayet yeterli olabiliyorlar. Kızın kafası nasıl 360 derece dönüyor? Hem de 1974 yılında. Adamlar bildiğimiz robot yapıyorlar. Makyaj departmanı orijinalinden daha canavarca bir makyaj yapıyor robota. Aslında ikonik Exorcist suratı Linda Blair'in suratına yapılan makyaj değil robota yapılan makyaj. Gözleri uzaktan kumandayla oynatılıyor bir de ağzından buhar çıkartılıyor. 74 yılında yapılan bu işlemlerin hepsine özel efekt deniliyor Şimdilerde dijital efektlerle işler halledilir. 74 yapımı Exorcist de meşhur örümcek yürüyüşü mekanik efektlerle yani misin gibi şeffaf iplerle akrobatik hareket yapan hanım kızımızın destek ipleri bariz belli oldığundan o sahne atılıp, bizim gibi 90 lıların aklını alan 99 sürümünde bu sefer dijital efektle ipler silinerek sahne konuluyor. Yazar & Yönetmen Çatışması Yazar istiyor ki kitabı bestseller olmuş aşırı bir iş oraya çıkmış. Filmi çekilirse ben de karışırım yönetimine, çekimine diyor. Fakat yönetmen ve WB bir 25 dakikalık sahneyi atıyorlar. Sonuçta bu bir endüstri, filmin akıcı olması lazım. Bu nedenle o 25 dakikalık kesinti için 74 yılından, Blue Ray release e gelen süreye kadar (99) küs kalıyorlar. Ancak yeni sürümde 25 dakika geri gelince aralarındaki beef bitiyor. Buna rağmen roman uyarlaması olarak the Exorcist filmi hem yazarı hem okuyacakları tatmin eden ender filmlerden denebilir. Büyüme Korkusu Filmle hatta daha köküne bakarsak kitapta büyümenin bir metaforu yapılıyor olabileceği ile ilgili yazılar okudum. Belki biraz aşırı okuma olabilir ama bu metafordan yola çıkıp senaryoyu kurmak çok zekice olurdu veya oldu yazarın niyeti buysa. O da Regan’ın büyüyor oluşu. Annesi ile birlikte dergi kapağında yer aldığı görüntüsünü “olduğundan daha yaşlı” bulan anne telaşıyla dergiyi yatağından çekivermesi, hastanede Regan’ın agresif ve yetişkin küfürleri kullanması ve bunu annenin kabullenmemesi “o daha çocuk” olarak birkaç defa yinelenen bu tür olayların olması ergenlik metaforu için yeterli değil tabii dahası var... Mesela kızın mastürbasyon yapması bunu ona şeytanın yaptırması yine ergenliğin, masumluktan çıktığı anlamını taşıyan tasvirler olarak gözükmekte. Suratının sürekli değişmesi, basit-ufak tefek yaralardan canavara dönüşülen yerlere de ergen bir bireyde akne, sivilce, kıl, tüy vb büyümesi genel olarak çirkinleşme denilebilir mi hocam? Dersin demek serbest ama film bunu metafor olarak açık bir şekilde kullanmıyor. Allah korkusu Öncelikle filmdeki Karras dahi inanç krizinde. Anne kitapta radikal bir ateist olarak betimlense de filmde “benim ve kızımın inancı yok” diye geçiştirilen bir plan var. Yazarın yapmak istediği çatışma, radikal bir ateistin rahip ve kiliseden medet umarak şeytan ayini çıkarma peşine düşmesiydi ve bunu filmde çok güzel bir şekilde başarmışlar. Yavaş yavaş, bilimin işe yaramadığı/açıklayamadığı olaylar sonrası Chris kızının durumunu düzeltmek için Karras’ın yanına gittiğinde, Karrası’ın aynı zamanda kilise tarafından Harvard, John Hopkins gibi saygıdeğer üniversitelerde psikiyatri eğitimi almış olmasından dolayı, Chris’in “şeytan çıkarma için gelir misiniz” cevabına bir “psikiyatrist” olarak gelirim evet sonrası ateist Chris’in bırak bilimi, psikiyatriyi hocam hacı hocalık iş bu gibi delirerek Karras’a yalvarması yazarın karakterleri siyah-beyazdan çıkarıp, hayatta her şeyin mümkün olabileceğini sadece uygun şartların yaşanması gerektiğini gösteren özel bir an bence. Karrasın “Exorcsim” işlemi için kanıtlara ihtiyacımız var, “şizofreni, paranoya vb.” keşfedildiğinden beri vatikan bu işlem için kanıt istediğini söylüyor. Bunlar da kişinin bilmediği yabancı dilde konuşması, metafiziksel aktiviteler vb. şeylerin kanıtlanmasıyla resmi prosedürün başlayacağı söyleniyor. Burada benim düşündüğüm, Vatikan’ın da bir politika güttüğü, psikiyatrik olaylara dinsel ritüellerle yaklaşmanın Vatikan’ın itibarına zarar vereceğini düşündüğünden baya baya doğa üstü şeyler olacak şartı koyduğunu düşünüyorum. Psikiyatrik bir sorunu varsa şeytan çıkarma ayini durumunu kötüleştirilebilir yorumu da yapılabilir tabii ki ve bu zaten resmi neden. Bu yüzden bürokrasi var. Bilim Korkusu Bilim adamları şaşkın. Kıza dönemin teknolojisiyle beyin tomografisine baktıkları, boğazından tüp geçirip film çektikleri kısımlar 74’te sinemada ilk kriz geçirilen sahneler olarak kayıtlara geçmiş. Film salonunu tek edip gitme eşiği şeytanlı sahnelerin çok öncesinde o dönemki bir bilimsel prosedürün uygulanışı sırasında oluyor. Ne acayip değil mi. Filmin içeriğinde psikiyatriste yönlendirmeden yani onu en son aşama yapıp, fiziksel muayene içinde günümüzde psikiyatristlerin yazdığı ritalin ilacı öneriliyor. Ritalin ADHD/DEHB tedavisinde kullanılan (şu an) kırmızı reçeteyle alınabilen bir uyarıcı. Gençlerde ve yetişkinlerde beyini uyararak, hiperaktif bireyleri sakinleştirmesine yarıyor en kısa şekilde özetlersek. Bir de tam tersi lobotomiden hallice thorazine ilacı eklenmesi farmakoloji veya psikiyatriye ne kadar uygun kombine ilaçlar bilmiyorum ama bilim adına her tuşa basıldığı açık. Literatür tükendikten sonra psikiyatriye geçiliyor ve psikoteraptideki “telkin” tedavisi açılımı yapılarak “içine şeytan girdiğini düşündüğü için gerçekten şeytan çıkarma ayini için kiliseyi mi çağırsanız” böyle bir yöntem de “bilimsel” çerçevede yöntem olarak sunuluyor “inançsız Chris’e ve o da kabul ediyor Karras’ın yanına gidiyor. Sanatsal ve teknik korkular -Film oldukça durağan ilerliyor. Sakin ve yavaş. Ancak hiç bir sahne gereksiz değil. Irak sahneleri de yaşlı, bakımsız, çalışan işçiler, çöl iklimi kaotik öğeler olarak izleyiciyi hazırlıyor. Hızlı bir arabalı atın aniden geçişi ve içindeki siyah çarşaf içindeki yaşlı kadının geçişi ilk jump scare'lerden biri. -Pederin eline heykeli aldıktan sonra arkada sakin sakin görevini yapan sarkaçlı saatin durması muazzam bir detaydı. -Pederin heykele yaklaşırken köpeklerin birbirleriyle dalaşmaya başlaması, doğanın tepkisi de güzel organik bir gerilim örneği idi. -Aniden zarıl zarıl telefon çalmalar, karanlık yerde birden ışık fırlaması. Bunları geçiyoruz. -Orjinal filmde yer almayan ve Blue-Ray ile ortaya yönetmenin koyduğu bazı subliminal kareler var. İlginçtir bu Pazuzu heykeli değil. Korkunç bir surat sadece. Bir kaç yerde oldukça görülebilecek hatta bir yerde 2-3 kare uzunluğunda görülebilecek halde. Paranormal olaylar, yönetmenin delilikleri, sakatlanmalar. Film sırasında kimse ölmüyor. Sadece çalışanların yakınlarından ölümler oluyor. Bu ölümler de beklentili, aniden olan birkaç ölüm var. Oyunculardan peder Karasın annesi set bittikten sonra ölüyor. Yönetmenin setin her tarafına silah yerleştirdiği ve gerginliği sağlamak adına rastgele ateş ettiği bildiriliyor. Annenin, şeytan tarafından odanın köşesine fırlatılmasında oyuncu tarafında ayrı, yönetmen tarafında ayrı değerlendirmeler mevcut. Ellen Burstyn, beline saydam bir ipin bağlandığını ve aniden çekildiğini söylüyor. Gerçekten filmde o planı net bir şekilde görüyoruz. Büyük ihtimalle Burstyn'in suratındaki acı da gerçek. Bu, iple çekilme planında önceden uyarılmadığını, filmin inandırıcılığı açısından yönetmenin bencilliğinden kaynaklı bir karar olduğu iddia edilse de. Yönetmen, film içindeki kötü davranışlarla ilgili iddialara "oyuncuların hayal güçleri olayları abartmasına neden oluyor" gibisinden bir açıklaması da bulunmakta. Sanat, Popülizm, Sanat, Popülizm, Satan? Küçük bir kızın için "şeytan" girme fikri direkt masum & suçlu çatışmasını seyircinin önüne seriyor. Kız sadece kendi içine giren "şeytan, kötü ruh, Pazuzu vb." ile tek başına mücadele etmiyor. Bunun karşısında din görevlileri ve kızın annesi de var. Şu an yeni izleyen birisi için büyük bir konsept değil bu açıdan. Şu anki canavarlarımızın istekleri daha büyük. Dünyayı ele geçirmek, insanlığın sonunu getirmek gibi büyük konseptler. 74 döneminde ve günümüzde artık korkarak değil gülerek izlenen yapıya gelene kadar filmin veya kitabın beslediği korku, masumunda başına gelebilecek bir mağduriyet üzerine olmasıydı. Aslında köy yerlerinde büyüyen insanların da orada anlatılan sözlü hikayelerdeki paranormal olayların yarattığı anksiyete aynı. "Karanlığın bilinmezliği yüzünden ortaya çıkan korku, içine yabancı ruhun girmesi, çirkinleşmek, iradenin dışına çıkmak, başka bir bedene hapsolmak, cehennemin içine sıkışmak." Filmi 74'de sinemada izleyenler ile 99'da tekrar DVD'den izleyenlerin yegane odaklandıkları filmin ana çatısı bu durumlar üzerineyken aslında film örtülü olarak, filmin amacına direkt etkisi bile etmeyen sahnelerle yönetmenin, yazarın o dönem içinde bulunduğu sosyolojik duruma da değiniyorlar. Filmin Irak’ta, sepya tonlarda toz-duman içinde, Ezanla başlaması WB ve Hollywood'dan beklenen ustalıkta bir açılış sahnesi ile başlaması filmin ritmini yüksekten başlatıyor. Sanat dediğim nokta aslında burada, sanat filmlerinde önemsenen bazı noktaların bulunmasına işaret etmekti. Annenin bekar oluşu, protesto, grev içinde bulunması 68 kuşağının modern hayattaki tek çocuklu anne modelini seyircinin üzerine gösterilmesi tesadüfi olmasa gerek. İnançsız olması, çocuğundaki norm dışındaki durumları ilk olarak modern tıpla çözmeye çalışması, Karras ile "Bu tür şeylere şizofreni, anksiyete vb" de deniliyor gibi diyaloglara girilmesi 74 yılına göre bile hoş bir ayrıntı. İçine Şeytan giren kızı, New York izleyicisine izletirken olayları teknolojiden ve sosyolojik gelişmelerden bağımsız olarak pek ala yansıtabilirlerdi. Seyirci yerdi nasıl olsa. Yani film populist bir film olmanın sınırlarında dolaşıyor. Damien Karras'ın sürreal rüyasına yer vermek gibi oldukça kişisel sahneler de filmde yer alabiliyor. Bu rüya sahnesi ile ilgili detayı izleyebilir ve köpek, kolye, Pazuzu şeytanı suratı, annesinin metro durağında karşıdan sitemkar bir şekilde bir şeyler demesi seyirci için bir şey ifade etmeyecektir. Buna rağmen işleniş tarzı "sanat filmi planı" gibi ifade edilebilir. Bununla birlikte 25 dakikalık bir bölümün 74 yapımı filminde yer almadığını belirtelim. Eileen Dietz, Friedkin ve tartışmalı konular. Yönetmen Friedkin'in "deli" olması konusunda bütün set ekibi mutabık. Oyuncuların kulaklarının yanında silah patlatması, oyuncuları tokaktlaması, fiziksel olarak zorlaması. Ancak bununla birlikte filme emek verilmiş kişilerin filmin sonundaki yazılarda adının geçmemesi günümüze kadar tartışılan, mahkemelik duruma gelmiş bir durum. Friedkin makyaj denemelerinde Eileen Dietz ile bir sürü deneme çekimi yapıyor. Ünlü "Şeytan suratı" Dietz'e yapılan bir makyaj ama Friedkin bu kadar ağır bir makyajı reddediyor. Elinde çekim olduğu için bu çekimleri aralara şeytanın gerçek suratını tasvirlemek için kullanıyor. Dietz aynı zamanda Linda Blair'in hem yaşından dolayı hem de bazı sahnelerin fazla "aşırı" olmasından dolayı yapamayacağı oyunu verebilmek için dublör olarak kullanılıyor. Dietz'in dublör olarak kullanıldığı planlar: Friedkin, Dietz'i ve dublör olarak kullanılan diğer Regan'lar için sonda isim vermemesi, yönetmen açısından "meslek sırrı" oluşturmak adına kasti yapıldığı söyleniyor. 74 yılında, 12 yaşındaki bir kızı hem fiziksel olarak mükemmel şekilde oynatabildiğini göstermek hem de Regan'ın Oscar alabilmesini sağlamak olabilir (Bu benim yorumum) Sonrası... Sonrasında Blair malesef düzgün projelerde yer alamadı. Tabii ki The Exorcist'in ekmeği yenilecekti ve The Exorcist II: Herectic adında ucube bir filmcik yapıldı. 15 sene önce sara sara izlediğimden çok bir şey hatırlamıyorum. Ancak The Exorcist III farklı oyuncularla ve farklı, iyi bir proje olarak biliniyor. İzlemek lazım. 2000'lerde ise The Exorcist'in orjinaline bir giriş yapılıyor ancak film yukarıda bahsettiğim masumluk ve kötülük ikilemini büyük olaylarla anlatmasından dolayı (nazi zamanı da dahil birtakım gariplikler) çok ilgi görmüyor. Ancak Emily Rose'un hikayesi gibi esinlenen yapımlar ilgi görüyor. Metin Erksan'ın filmin ucuz bir replikasını yapmasını sadece şimdi yazdım ve bitti üzerine denilecek hiçbir şey yok. Daha sonraki büyük formatlı korku filmleri her zaman gerilim/gore/aksiyon arasında gidip geldiğinden izlenmesi daha kolay ve daha az kişisel filmleri olması nedeniyle popüler kültür tarafından daha olumlu şekilde benimsenmiş olabilir. “The Exorcist gibi bir filmin başarıya ulaşaması için her sabah bu seksen beş kişiyi koordine etmem gerekiyor ve bu insanların her biri özel problemlerle ve sohbet etmeye geliyor ve hiçbiri benim kadar para kazanmıyor ve hiçbiri o kadar şöhretli olmayacak. Ancak bunlar konuşulmadan, sessiz bir anlaşma içinde kabulleniliyor ve biz işi sevdiğimiz için bir araya geliyoruz. Bunlar filmlere katkıda bulunan insanlar, adını asla bilemeyeceğiniz adamlar gelip 'bu çekimi neden buradan yapmıyoruz?' diyecekler ve gerçekten haklı çıkacaklar." — William Friedkin 74 yılında filmle ilgili izleyicilerin duyguları biraz garipti. Filmin sanat ve zanaat kısmının döneme göre üst seviyede olması filmin iyi & kötü yapım olmasından ziyade "garip" bir şekilde karşılandı. Bir Roller Coaster'a bindiğinizde belli bir oranda sarsılacağınızı, heyecanlanacağınızı tahmin edebilirsiniz. Bu heyecanlar hızlanıp, azalabilir ama sonuçta her şey öngörülebilir. Yolun ve turun sonu vardır ve tatmin olmuş halde inersiniz aletten. The Exorcist'de ise insanlar filmin ürkütücü olduğunu düşünüyordu elbette ama sinema salonunda uzun süre bu çılgınlığa maruz kalmak hatırı sayılır sayıda izleyiciyi dehşete düşürdü. Veya medyaya yansıyan reaksiyon videolarından biz şu an öyle değerlendiriyoruz. Ancak daha film yayınlanmadan ilk tanıtım sadece epilepsi hastalarını değil genel izleyiciyi dehşete düşürdüğünden resmi tanıtım filmi daha sonrasında değiştirildi. İlk versiyona bakalım: Produksiyon öncesi çalışmalar. Filmle ilgili elimizde sınırlı görüntüler var. Youtube'da denk geldiğim bu kolaj produksiyon tasarımını gösteren ender görüntülerden. İronik şekilde bir aşk filmine yakışır bir müzikle bu video parçalarını görüyoruz. Iraktaki kazıdaki genç pederin "yaşlandırma taktiği ile" yaşlandırılması ne kadar elzemdi, farklı bir oyuncu bulunamaz mıydı tartışılır ama Şeytan'ı oynayan Linda ile aynı makyaj süresine katlanması ve sonucunda çok da başarılı bir "yaşlı görüntüsü" çıkmaması talihsizlik olmuş. Linda'nın burada en zorlandığı durumlardan biri göz bebeğini örten lenslerin takılıp, çıkartılması, sette insanların ağzından buhar çıkması adına -20'lere kadar inen soğukta pijamayla kalması, insanların suratına kustuğu mekanizmanın ağzını kapatmasını engellemesi gibi fiziksel bir sürü zorluk yaşadığı söyleniyor. Üstelik mekanik efektlerden biri olan, yatağın üzerinde belinin üst kısmının sürekli aşağı-yukarı şekilde yatağa çarpması şu an bile vücudunda hasar bıraktığı da Linda tarafından doğrulanmuş bir bilgi. Genel olarak Linda Blair bu oyunculuk tecrübesi için "Disney prensesi olacağımı düşünüyordum" demesi ve böyle bir iş sonrası hem kendi idealleri açısından bir hezimet oldu hem de toplum tarafından korkulan veya filmle özdeşleştirip hep onun üzerinden yapımlar içinde yer almasına itilen bir genç kız olmasına neden oldu. Daha sonraki alkol bağımlılığı, rehabilitasyon merkezlerini aşındırması bu filmin onda oluşturduğu bir dezavantaj olduğu kesin. Oscarlı yönetmenin Linda'yı 100 küsür kız arasından seçmesi herhalde alalaede bir çocuk oyuncunun yapabileceği şeylerin üstünde gördüğü bir aura veya mesleki sezgiden olsa gerek. O dönem başka yapımların başka başka işleri yüzünden Oscar alamadı ama Oscar almak/alamamak da böyle bir işte. O dönem kim Oscar aldı bilmiyoruz ama Linda'nın mükemmel ötesi bir çocuk oyuncu olduğu tartışmasız bir gerçek. Regan'ın şeytan sesi, kusması. Filmin seslendirmesi/dublajı çok kompleks bir şekilde yapılıyor. İlk önce genç Regan’ın (Linda Blair) sesi var. Vatikan’dan gelen “şeytan çıkarma” ayinlerden oluşan gerçek ses kayıtları var. Yönetmen Friedkin’in çocukluğunda radyoda sesinden etkilendiği ses sanatçısı Mercedes McCambridge var. Ses efektleri var. Bir de üzerine diğer set ekibinden söylediklerine göre Friedkin ortamı germek için sadece silah ateşlememiş bir de mikrofonu alıp uğultular çıkarmış. O sesler de kayıtların içinde mutlaka varmış. Dolayısıyla katman katman seslerden oluşan bir “pazuzu, şeytan” sesi dinliyoruz. Sesler kaydedilirken Mercedes McCambridge günde 8 saat boyunca film üzerine çalışıyor. Friedkin, sesin daha da bozuk çıkması için çiğ yumurta, alkol ve günde üç paket sigara içirdiğini söylüyor çocukluğunda hayran olduğu sanatçıya. Friedkin’in bu tarz bir yöntem izlemesindeki nedenin, şeytanın sesinin cinsiyetsiz olmasını istemesinden kaynaklı olduğunu söylüyor. Linda Blair'in orjinal "şeytan" sesi Burada izole edilmiş Linda Blair'in orjinal sesi bulunmakta. Yine de iyi iş çıkarmış. "Film ilerledikçe Regan'ın sesi ayrıntılı bir kakofoniye dönüşüyor. Bunu gerçekleştirmek için kullanılan seslerin bir kısmının Blair tarafından, diğerlerinin ise Mercedes McCambridge adlı bir seslendirme sanatçısı tarafından sağlandığı ortaya çıktı. Hırlayan ağaç kurbağaları ve bombus arıları da dahil olmak üzere bir dizi farklı sesin yüzlerce başka kaydından daha da fazlası geldi. Sesten sorumlu Chris Newman, "Billy [Friedkin] ve ben çekimlerden önce birçok tartışma yaptık" diyor. "En büyük sorun, Şeytan'ın kulağa nasıl gelmesi gerektiğini açıklayacak ortak bir dilin olmamasıydı. Örneğin, 'kim kötü biri?' diyebilirsiniz. ve birisi 'Hitler!' diye cevap verebilir. ama bu Şeytan'a Alman aksanı verebileceğin anlamına gelmez.Sonunda Billy bir kitapla toplantıya geldi ve bana Hieronymus Bosch'un Dünyevi Zevkler Bahçesi adlı resmini gösterdi. Onlarca resim var ve 'Şeytan'ın sesi böyle olmalı' dedi. Birçok yönden, sonunda yaptığımız şeyle, bence öyle." "Kustuğu sahne için, Blair'in çenesine yapay bir cihaz takıldı ve bezelye çorbası ve yulaf lapasının karıştırılmasıyla yapılan yeşil bir sıvıyı ateşlemek için gizli bir tüp kullandı. Bugün, Friedkin'in diğer tekniklerinin çoğu da son derece modası geçmiş görünüyor. Sahneleri istediği açılarda çekmek için ("sabit kamera" cihazlarından önce gelen bir çağda), personelin, kameramanların basitçe sallanacağı, şaşırtıcı bir dizi makara ve tel dikmesini istedi. Filmin ikinci yarısının büyük bölümünde Regan'ın oturduğu yatağı şiddetle sallamak için ekibi, sahne arkasında duran dört adam tarafından desteklenen Heath Robinson tarzı bir mekanizma kurdu." Kesilen Sahneler "Dikkate değer başka bir ekleme de, filmin şeytan çıkaranları Peder Merrin (Max von Sydow) ve Peder Karras (Jason Miller) arasında, üçüncü perdede Regan'ın odasının dışındaki merdivenlerde otururken geçen konuşmadır. Bu derin nefeste, ele geçirmenin gerçekte neden gerçekleştiğini tartışırlar (orijinalde adamlar kısa bir süre sessizce otururlar). Mark Kermode'un BFI Movie Classics: The Exorcist'e göre Blatty, Friedkin'in bu sahneyi kesmesi ve bunun filmin manevi ve teolojik özü olduğunu söylemesi nedeniyle özellikle öfkeliydi. Yine de en büyük farklılıklar arasında Blatty'yi en mutsuz eden şey var: Friedkin, Peder Dyer'ın (gerçek hayattaki rahip William O'Malley) ve dedektif William Kinderman'ın (Lee J. Cobb) ortak sevgileri üzerine bağ kurduğu teatral kesimde bir koda kesti. filmler ve şimdi ölmüş olan Peder Karras için, Blatty'nin görüşüne göre, iyiliğin kötülüğe açıkça galip geldiğini ve Karras'ın ruhunun bu iki adamın yeni keşfettikleri dostluk içinde yaşadığını belirten sözde canlandırıcı bir sonsöz. Kermode'a göre, Friedkin (elbette eski haline getirmeden önce), "O sonu vurdum ve hiç iyi değildi" diye hatırladı. Yine, tüm bu sahneler tarihsel olarak merak uyandırıcı olsa da, orijinal versiyondan uzak olmaları filmin dokusunu çok fazla etkilemezler. Ancak Friedkin'in, düşüncemize göre, Regan'ın annesi Chris MacNeil'in (Ellen Burstyn) karakter eğrisini değiştirdiği ve böylece resmin kendisinin tematik sonucunu değiştirdiği kısa bir çekim var. Hemen sonunda oluyor. Orijinal versiyonda, Regan ve Chris Georgetown'daki evlerinden ayrılırlar ve havaalanına gitmek için arabaya binerler. Peder Dyer, onlar giderken el sallayarak kapının dışında duruyor. Araba durur ve Chris rahibe seslenir. Pencereye gelir ve Chris ona, Regan'ın odasında bulunan, Karras'a ait olan ve iblis tarafından boynundan çekilen bir St. Joseph madalyonu verir. Dyer yumruğunu etrafına sardı, sonra Regan arka camdan dışarı bakarken uzaklaşan arabaya geçtik. Ancak 2000'deki kesimde, Dyer madalyonu bir dakika için elinde tutuyor, sonra nazikçe Chris'e geri vererek, "Bence onu tutmalısın" diyor ve o da yapıyor. Bunun bu kadar önemli olmasının ve bu sahnenin her şeyi değiştirmesinin nedeni, Chris MacNeil'in film boyunca dine veya Tanrı'ya inanmayan biri olarak sunulmasıdır. Doktorlar tarafından herhangi bir dini inancı olup olmadığı sorulduğunda, cevabı kesin bir "hayır". Katolik Kilisesi'nin ayinleri hakkında çok az bilgi sergiliyor. Aynı doktorlar ona şeytan çıkarma ayinine bakmasını önerdiğinde, sesinde biraz küçümseme dışında bir ifadeyle, "Bana kızımı bir cadı doktoruna götürmem gerektiğini mi söylüyorsun?" diyor. Blatty, The Exorcist'i her zaman inancın kötülüğe karşı zaferi hakkında bir film olarak görmüştür. Cizvit tarafından yönetilen Georgetown Üniversitesi'nde bir öğrenciyken romanına ilham veren olayı ilk kez duyan derinden dindar bir Katolik olan Blatty, inancın gücüne ve dünyadaki kötülüğün yaygınlığına karşı ağırlık olarak Tanrı'nın varlığına inanıyordu. The Exorcist'in iki ana yetişkin karakteri -Chris ve Karras- hikayenin sonunda aynı yere gelir: Chris sonunda Tanrı'nın varlığını kabul etmeye ve inanmaya başlarken, Karras kendini feda ederek kendi inancını yeniden keşfeder. Filmdeki kopukluklar, anlamsızlıklar üzerine. -Filmdeki Pazuzu şeytanının olayı dinlerde geçen şeytan'ın göreviyle aynı anlıyoruz ama neden ve nasıl bu kazı sonrası heykel ortaya çıktığı için ve heykeli bulan rahibin şeytanı kızdırması olarak yorumlanmış. -Pazuzu Kuzey Irak'tan yıllar sonra Georgetown'daki ünlü bi aktrisin kızının içine nasıl giriyor? bir bağlantı kurulmamış birden oluvermiş. Neden Regan'ın içine girdiği, filmin 2000'li yıllarda eskiden silinmiş olduğu sahnede söyleniyor. "Bizi aciz düşürmek, güçsüzlüğümü hissetirmek" ama nasıl bu kızın içine girdiği söylenmiyor. Covid gibi bir şeyse her yılda her yerde random bir kişinin içine girebilir bu "Pazuzu" ve sanırım modern dönemin yeni exorcist çekimlerinde bu mantıksızlık/mantık kullanılabilir. -Filmde, büyük yatak sallantıları, fiziksel sıkıntılar baş göstermeden, Regan bir akşam annesinin yanında yatıyor ve yatağının çok rahatsız olduğu için uyumakta zorluk yaşadığını söylüyor. Ardından pat hastanede görüyoruz oldukça ciddi bir muayeneden geçiyor. -Pederin annesini evinde görüyoruz / Daha sonra hastaneye (tımarhane?) kaldırıldığını görüyoruz, elleri bağlı şekilde sedyede yatıyor haykırdığı şey "evde olmak istemesi" sonraki sahnelerde Karras'ın annesinin öldüğünün haberini bir diyalogla öğreniyoruz. Karras'ın sürreal hikayesinin vuruculuğunu göstermek için annesini bakımsızlığa (her anlamda) bırakmasının vicdanı üzerine kurulmuş saheneler birbirinden kopuk gibi. -Polis/Dedektif karakteri. Bu karakter oldukça durağan, sıkıcı bir dedektif. Kendine has şakacı bir üslubu var. Kara mizah karakteri gibi işlenmiş olabilir kitapta ama filmdeki varlığı sıkıyor. Filmin sonundaki gereksiz film muhabbeti / Bir zamanlar anadolu'daki yoğurt hikayesi gibi. Şeytan çıkarılma olayı yaşanmış, bir peder kendini camdan aşağı atmış parçalanmış ertesi gün filmlere gider misin, birlikte gidelim şu var bu var muhabbeti her şeyin normale dönmesi gerektiği, hayatın akmaya programlanmış olmasını göstermek için yazılmış ama aklın yolu bir Friedkin bu sahneyi attığı için orjinalinde, senaryo yazarıyla aralarında küslük olmuş senelerce aklın yolu bir. Film teknikleri, Işıklandırma, özel efektler, dijital(?) efektler, makyaj, sahne tasarımı. 74 yapımı film için çok zengin bir ön çalışma görüntüleri var. Acaba bu arşivler bütün filmler için bir yerde saklanıyor mu. Oyun, sahne, efekt, makyaj provaları kaydedilmiş koyalım: Ünlü Spiderwalk Sahnesi Bu sahne 74 versiyonunda yok. Dönemin koşullarına göre görüntü yönetmeni kablo/ipleri boyayarak gizleyebilse de kurgu aşamasında iplerin oldukça belirgin olduklarını görünce sahneyi filme koymamışlar. 2000 sürümünde dijital teknolojiler gelişince ipler rahatlıkla siliniyor tabii. Bir yerde okuduğum bir yoruma göre (bana mantıklı gelmese de dikkate alınabilir bir yorum gibi geldi) Kızın içine şeytan girdikten sonra oda artık bir "hasta, mahremiyet odası" haline geliyor. Odanın ev içinde ulaşılması zor bir yerde konumlanması, izole gibi görülmesi. Kapının açılarak odaya girilmesi, korkunun, gizemin, hastanın evreninin olduğu yere açılması açısından güçlü görüntü. Ancak şeytanın odadan çıkıp evde dolaşması fikri o büyüyü bozuyor diye kaldırıldığı ile ilgili bir yoruma rastladım ama palavra tabii ki. Belgeselde görüntü yönetmeni/yönetmenler teknik nedenlerden koyamadıklarını söylüyor. Oyuncu seçimleri Linda, senaryo içinde-dışında kamerayla kayda alınıyor. Regan'ın masum kız olduğu zamanları içeriyor. Soğuk, kusmuklı Bezelye Ağızdan duman çıkabilmesi için her tarafta et soğutucular çalışıyor ama devasa ışık kameraları (günümüzde bile) aşırı sıcak yaydıklarından ve film ekibinin de yaydığı ısıdan ağızdan çıkan dumanların oluşması için exorcism sahneler 6 haftaya yayılıyor. 10-15 dakikada bir mola verilmek zorunda kalınıyor ısı yüzünden. Linda "Herkes, kayak montu giymiş, astronot gibiyken ben o soğukta pijama içindeydim" diyor. Kusma, kusmuk için kullanılan madde bezelye ezmesi ve o mekanizme ağzın tam kapanmamasına neden olduğundan Linda epey zorlanıyor. Kızın bir de gözlerine beyaz lens de takıyorlar etrafı da göremiyor. Buna rağmen hiç ya da çok az (haklı olarak) mızmızlandığı için bütün set kıza tapıyor. Mükemmel karakter mükemmel oyuncu ahlakı. Bir de yaş: 12. Oscarı önemseriz, önemsemeyiz ama hakkı yenilen en büyük Oscar davası budur. Robot Şeytan Exorcist denilince aklımıza gelen imaj aslında Regan'a yapılan makyajlı, korkunç surat değil. Filmde kafanın 360 derece için tasarlanmış robot/dummy'nin görüntüsüdür. Uzaktan kumandayla gözleri oynayabiliyor. Karanlıkta ve iyi ışıklandırmada oldukça gerçekçi ve korkutucu bir görüntüye sahipken ilk kafanın döndüğü günüz çekiminde de bir o kadar başarısız ve yapay bir görüntüye sahip. Etkilenmeler, kültürlerarasılık, ilhamlar. Jodorowsky delisinin El Topo filminin ses efektlerini yapan kişiyi Friedkin, Exorcist'in ses efektleri üzerinde çalışması için stüdyoya çağırıyor. Kızın kafasının dönerkenki çıkardığı sesin, bu adamın ekipten birinin deri cüzdanını alıp mikrofona tutup, buruşturmasıyla yapmış. Yeri işaretledim. Yine aynı belgeselde filmin ikonik posterinin Rene magritt'den esinlendiğini görüyoruz. Zamanı işaretli. https://youtu.be/3AREPGtfnzs?t=1652 Neden Sanat Tarihi dersleri almalıyız, "neden sinema ve televizyon bölümlerinde teorik dersler var uygulama olsa daha iyi olmaz mı" sorularının cevabını bu tür belgeseller izleyerek rahatça alabilirsiniz. Bu yazıyı an itibariyle yazmaya bıraktığımda hafif yorgunlukla iki elimle gözümü kapadığımda o şeytani yüz geliyor. İzlediğimde 10 yaşındaydım şimdi 32 yaşında. Yine de bu türden travmalar unutulmuyor. Sinema üzerine akademik çalışma yapmak, film yapımına olan ilgim, korkularım, karakterim tam anlamıyla ne kadar etkilendi bunu söylemek çok zor. Başlık clickbait olabilecek şekilde güçlü bir anlam taşıyor ama gerçeklik payı olduğunu düşünüyorum. The Fear of God Belgeselinde bir yerde İngiltere'deki çocuk izleyiciler için film yüzünden terapiste gittiklerini belirten bir yorum var. Bunu da o yıllarda bile çocukların kendi odalarında kendi televizyonları olması ve filmi tek başına deneyimlemiş olmasından bahsediyor. Tam da benim gibi, çok erken yaşta cd okuyucuya sahip bir bilgisayara sahip olup herkesten izole tek başıma deneyimlemem gibi. 2000 sonrası doğan ve modern korku filmlerine alışkın izleyiciler için film komik, sıkıcı ve önemsiz gelebilir. Bu gayet anlaşılabilir. Ancak dönemi ve sonraki korku filmlerini yönlendirmesi açısından tam bir kült. Sinema tarihi için en önemli korku filmlerinden biri sonuçta. Bu yazı 16-18 Ağustos 2022 tarihinde yazılmış ve sitenin ilk yazısı olduğu için deneme-yanılmalar için aceleyle yayına konulmuştur. Yazı bu tarih itibariyle epey karışık ve bir sürü yazı ve anlatım hatası mevcut olabilir. Ancak maddi bilgiler özenlikle araştırılıp, yazılmıştır. Yazıyı sürekli güncelleyeceğim.

  • The Young Pope

    İnançsız bir Papa. Genç ve yakışıklı olmasına rağmen suratını halktan özenle gizleyen, aşçıdan yemek yerine vişneli kola talep eden, Amerikalı bir Papa. The Young Pope’a atfedilen “çelişkili” karakterdeki çelişkiler, dizinin ana unsurunu oluşturuyor. Papa olmadan önceki adıyla Lenny, evlatlık olarak kiliseye verilen, rahibelerle vakit geçirip, dini öğretilerle yetişen yetim bir çocuk. Anne ve babası hakkında sadece hippi olduklarını biliyoruz. Dizinin başlarında ve sonrasında da asla öğrenemediğimiz gizem: Lenny’nin onca yaşlı, bilge, popüler kardinallerin arasından çıkıp nasıl Papa olduğu… Hatta buna en yakın “hocası” ve hatta babası yerine koyduğu, her şeyi öğrendiği ve yine Amerikalı yaşlı Kardinal Spencer'ın da inanamaması... Dizinin başlarında, Lenny’nin seçilmesine içerlenen Kardinal Spencer’ın Katoliklikte en büyük günahlardan biri olan intihara kalkışması; Spencer’ın, Papa olma konusundaki motivasyonunun ruhani lider olma vasfının yanında politik olarak güçlü olma istencinin bir yansıması gibi. Serinin ilk başlarında, Lenny’nin sürpriz seçimi herkesi şoka sokar. Kendisini de. Onlardaki aziz, bizdeki evliya kavramı gibi, kendisinin aziz olduğunu düşünür bir an. Ancak bir yandan da inançlı mıdır ki? Tam olarak çelişkilerin adamıdır. Lenny’nin Papa olma sürecini izlerken büyüleniyoruz. Tahta çıkışı, taç töreni, kıyafet değiştirmesi gibi klasik eylemler, pop müzikle veriliyor. Şu sahneyi diziyi izlemeseniz bile görmelisiniz: Vatikan’ın diğer devletler gibi bir başbakanının ve bakanlarının (kardinallerden oluşan sekterlerden aslında) olduğu; bütçesi, tehditleri ve stratejik avantajlarıyla gelir, giderle yürüyen bir şehir devleti olduğu yönü, ruhani vasfının yanında daha ön plana çıkarılıyor. Düşünün, devlet olarak, "gelirimiz düşüyor", "pazarlama stratejimizi değiştirmemiz lazım", "tabaklarda Papa resmi nasıl olsun" konuşuluyor. Buranın dünya devletleriyle ilişkisini yürüten, yani Vatikan’ın dış işleri bakanı olan Kardinal Voiello’nun neredeyse dinsiz, imansız olduğunu düşüneceğiz. Her şeyi makyavelist düzene adapte etmek isteyen, Vatikan’ı ve Papa’nın kadim anlamını ve gücünü korumak adına Papa'ya bile şantaj yapabilecek kadar günah işlemeyi göze olan bir devlet adamı olarak tanıyoruz Voiello’yu. Aslında diğer kardinaller de çelişkilerle dolu, Hristiyanlığa göre günah olan; eşcinsellik, zina gibi eylemler içindeki kardinalleri keşfediyoruz. Genç Papa ise bunlara savaş açmış, idealist bir Papa imajı çizerken; onun da çelişkisini, inançsızlığını veya inanç yoksunu olduğunu görüyoruz. Veya öyle algılıyoruz. Belki de kendisi de bilmiyor. Hem inanışında net değilken hem de Papalığı kadim bir görev gibi görüp, dünyevi zevk ve hazlara karşı koyma iradesiyle ilişkisini de görüyoruz. Yoksa o da sevmiş, sevilmiş. Birisine gönül vermiş zamanında. Ancak Papa olmuş bir kere. O zamanlar hoş bir seda imiş. Hippi annesini hayal meyal hatırlayışı, terk edilmişliği, bir aziz gibi yaşaması ancak normal bir insan gibi hazlara sahip olması Papa karakterinin “cool” tavırları bu zafiyetini dışarıya karşı gizliyor. Ancak biz onun iç çatışmasına, onunla birlikte şahit oluyoruz. Kardinal Voiello “yani has İtalyan”, bu “kendini beğenmiş Amerikalı” genç Papa'ya tavsiye vermekle görevlendirilen ve neredeyse her fırsatta Genç Papa tarafından terslenen biri. Diğer kardinallerle Genç Papa’ya karşı köstebeklik yapabilen birisi. Ancak engelli bir çocuğun bakımını üstlenmesi, ona içini dökmesi Voiello'yu saf kötü yapmıyor. Öbür türlü karton bir karakter olurdu. Voiello, yeni Papa'nın gelenekleri hiçe sayması, genel nezaket ve ahlak kurallarına uymayı reddetmesi karşısında dehşete düşüyor. Genç Papa'nın huzurunda, görev bilinciyle vezir rolünü oynuyor, safmış gibi duruyor ancak biz onun sanıldığından çok daha kurnaz ve becerikli olduğuna şahit oluyoruz. Ancak tabii Genç Papa Lenny de biliyor bu durumu. İki zeki insan arasındaki bu çatışmalar tatmin edici drama yaratıyor. Lenny, Papa olunca, statükoyu yıkarak kendi gündemini belirliyor. Kilisenin bütçesinin çok büyük bir kısmından sorumlu olan bir pazarlama planını değiştiriyor. Vatikan’ın pazarlama müdürüne, suratının asla görünmeyeceğini; bu şekilde gizemi pazarlayacağı fikrini dikte ediyor. Çünkü en iyi sanatçılar; ressamlar, yazarlar, müzisyenler ve yönetmenlerin ya hiç görüntüsü yoktur ya da çok az vardır. Banksy, Salinger, Kubrick ve müzik grubu Daft Punk... Papa, kendisi çok zeki, atik ve genç İtalyan Başbakanı arasındaki konuşmada da galip çıkabiliyor. “Genç Papa evreni”, gerçek dünyaya çıkışı olmayan bir şehir devleti olarak kendini tanımlayan izole bir yerelliği tasvir ediyor; ancak Katoliklik onun hedefi değil. İç çekişmeleri, şantajları ve gürültücülüğü, Kanguru ya da Cherry Coke Zero, FEMEN grubunun aniden çalıların arasından çıkması gibi mizahi, dünya dışı sahneler olsa bile, kiliseye büyük saygı duyulan bir yer. Dizide veya belki de tam şu anda Vatikan’ın içinde birkaç insan arasında olup bitenler dünya çapında milyarlarca insanı etkiliyor. Sorrentino, asla "Papa"olmaması gereken birinin tasvirinde, inancın tüm yönlerini ortaya seriyor. Vatikan'ın salonlarında dolaşan çeşitli Kardinaller, kilisede yankılanan çeşitli dedikoduları büyütüyor ve hepsi de kaçınılmaz olarak Papalık makamının sarılması konusunda endişeye kapılıyor. Lenny'nin asistanları ve meslektaşları kendi programını dikte etmeye çalıştığında, Lenny, onlara hep "daha sonra" diyor. Hep bir bildiği varmış, hep bir idealizm içindeymiş gibi yansıtıyor kendini Lenny. Ancak içinde hiç de net değil. Boşluk girdabının içinde, içeri doğru süzülürken bir yandan da güçlü durmaya çalışıyor. Genç Papa kiliseyi ileri değil geriye götürmek isteyen gerici bir statükoyu temsil ediyor. "Cherry Coke Zero" da içse, Havaianas da giyse, sigara da içse ve ilham kaynağı olarak Salinger ve Banksy'den söz etse de, düşüncesinde ve misyonunda kuşkusuz çok gelenekselci. Çelişkiler adamı olmak böyle bir şey. Güç On bölümlük diziyi yazan ve yöneten İtalyan film yapımcısı Paolo Sorrentino, sahneleri, dindarlığın süsleriyle doyururken ana çatışma nesnesi, güce sahip olma ve onu elinde tutmaya çalışma çabası gibi görünüyor: nasıl elde edildiği, nasıl kötüye kullanıldığı ve nasıl yozlaştığı. Bir anlamıyla House of Cards dizisini andırıyor. Vatikan radyosu ile güne başlayan ve artık Romalı olan Genç Papa, gençliğinden ve tecrübesizliğinden hatta yabancılığından dolayı bir kukla-papa olacağına dair her türlü öngörüyü veya yanılsamayı ortadan kaldırmak için vakit kaybetmiyor. İlk toplantılarında Kardinal Angelo Voiello (Silvio Orlando), Camerlengo ve Dışişleri Bakanı ile restleşiyor ve kardinale bizzat kendisine bir fincan kahve getirmesini emrediyor. Herhangi bir fotoğraf için poz vermeyi reddediyor ve karanlıkta örtülü ilk halka konuşmasını yapıyor; kiliseye gidenleri Tanrı'yı ​​unuttukları için öfkeyle kınıyor. "Tanrı hakkında en ufak bir şüphesi olanlara söyleyecek sözüm yok," diye öfkeleniyor. "Yapabileceğim tek şey onları küçümsediğimi ve zavallılıklarını hatırlatmak."diyor. En sonunda da bir çocuk, lazer işaretçisini kendisine doğrulttuğunda, balkondan siniri boşalıyor ve "Beni hak ediyor musunuz bilmiyorum" diyerek içeri dönüyor. Sorrentino'nun, Genç Papa’nın görünüşte çekicilikten, politik anlayıştan ve hatta muhtemelen inançtan yoksunken, Vatikan'ı gerçekçi bir şekilde fethedip fethetmeyeceği üzerine dramayı ilerletmesi diziyi izleme motivasyonum için en büyük etmen. Genç Papa, genellikle “aşırı”görünüyor; katılıkta, mizahta, fikirlerinde… Yanında bulunan herkese soğuk bir şekilde gülümseyerek ve küstah bir edada, kibirli bir yaklaşım içinde. Ancak kendi içinde temkinsiz ve ne yapacağını bilmeyen, inancını her zaman sorgulayan biri. Avustralya hükümeti tarafından hediye olarak gönderilen bir kangurunun, Vatikan'ın bahçelerine bırakılması Genç Papa’nın Vatikan’daki tuhaf ve yersiz varlığını simgeliyor. Lenny, zaman içinde kendi casus ağını kuruyor ve kardinallerin itiraflarını (günah çıkarışlarını) duyan rahipten, bu bilgileri kendisine söylemeye zorluyor. Etrafını kendisine sadıklarla kuşatıyor, canını sıkanları da etrafından uzaklaştırmak konusunda da çok rahat. İlk iki bölüm doğrudan, genç ve hırslı bir papanın ne yapacağına dair şekil çiziyor. İlk sekans, Genç Papa’nın bir bebek yığınından Aziz Petrus Meydanı'na sürünerek çıkmasıyla başlayan ve onun kalabalığa “mastürbasyon yapmayı unuttuklarını” bildirmesiyle biten rüya sekansla açılıyor. İkinci bölümde Genç Papa’nın verdiği vaazın, rüyasıyla tam tersi olduğu olduğunu görüyoruz. Sanki, yeni işine başlayacak bir beyaz yakalanın rüyası gibi: “Ya ağzımdan kötü bir şey çıkarsa, ya söylediğim şeyi yanlış ima edersem…” Belirsizlik Hepimizin kendi içinde küçük şüphe anları vardır. Gerçekten sandığımız kadar iyi miyiz? İyi ebeveynler, kızlar, oğullar, insanlar mıyız? Lenny için hiçbir şey yeterli değil. İyi ya da kötü ne yaparsa yapsın, bu yeterli olmuyor. İnançlı mı, değil mi. Belirsiz. “Aziz mi? Hadi canım. Aslında olabilirim de” karmaşasında. Anne ve babasının onu terk etmesi onu rahatsız ediyor. Bununla ilgili hayalleriyle ilgili sahneler görüyoruz. Spencer, anne ve babasının merakı yüzünden etkin bir Papa olmayacağını düşündüğü için Genç Papaya sembolik olarak, anne ve babası için iki mezar dikmesini söyler. Rahibe Mary, Lenny, Papa olduktan sonra da çocukken yaptığı gibi manipüle edebileceğini düşünüyor; ancak bu, Lenny, Papa olur olmaz geçmişindeki karakterini baskılıyor. Marry, Lenny’yi etkileyemeyeceğini biliyor. Bu yüzden Spencer, fikrini reddetmeye devam etse de yardım için Spencer'a gitmeye devam ediyor. İyilik ve gaddarlık, inanç ve şüphe, masum çocukluk ve acılı yetişkinlik. Lenny inanç krizi içindeyken, belgelenmiş üç mucizeye ek olarak (hasta bir kadını iyileştirmek, Esther'in bir çocuk sahibi olmasını sağlamak ve Rahibe Antonia'yı kalp krizi geçirterek ortadan kaldırmak) Genç Papa’nın seçilmesindeki gariplik, kendisinin de buna inanamaması durumu, Papa dışında herkes için tesadüf sayılabilecek birkaç küçük olaylar olarak görülüyor. Bir izleyici olarak, dizide yaşanan problemlerin yükünü bazen Lenny kendisi üstleniyor bazen de bize, izleyiciye bırakıyor. Gerçekten Lenny gibi ne yapacağımızı bilemiyoruz, ne yapardık diye düşünüyoruz. Tavsiye noktasına gelince, bu diziyi çok sevdiğim insanlara hep tavsiye etmişimdir. Ancak House of Cards gibi karmaşık güç oyunları, diziyi izlemek için itici bir güç olsa da; papalık, Vatikan, tarih, altınlar, göndermeler, dizideki eserler ve daha bunlar gibi bir sürü ön-bilgiye, meraka ve motivasyona sahipseniz zevk alırsınız diye düşünüyorum. Yazı: Gurur Sönmez (IMDB'deki Trivia bilgileri ve refere edilen eserler için aşağıya doğru devam ediniz) IMDB Trivia Bölümünden bazı bilgiler. Papa 13. Pius rolünde "Havari Yasası" ile giyindiği kıyafetler gerçekte Vatikan için kıyafetler yapan bir dükkân tarafından oluşturulmuştu. Bu dizilerden hiçbiri Vatikan şehrinde filme çekilmedi. Sistina Şapeli ve papalık kütüphanesi dahil olmak üzere neredeyse her şey Roma'daki Cinecitta Stüdyolarında yeniden yapıldı. İlk sezonun 45 milyon dolarlık bir prodüksiyon bütçesi vardı ve bu onu tarihteki en pahalı İtalyan televizyon prodüksiyonu yapıyor. Açılış jeneriğinde göktaşı çarparken gösterilen Papa 3. John Paul'un heykeli İtalyan sanatçı Maurizio Cattelan' tarafından yapılmış la nona ora adlı eserin bir kopyası. Heykelin aslı 2001'de Christie'deki açık arttırmada 886,000 dolara satıldı. Açılış jeneriğinde gösterilen tablolar şunlardır: 'Adoration of the Shepherds' (1622) Gerard van Honthorst, 'Delivery of the Keys' (1482) Perugino, 'Conversion on the Way to Damascus' (1601) Caravaggio, Nicaea Birinci Konseyi'ni temsil eden bir dini resim , 'Peter the Hermit Riding a White Mule with a Crucifix in His Hand and Circulating Through the Cities and Villages Preaching the Crusade' (1827-29) Francesco Hayez, 'Stigmata of St. Francis' (ca. 1420) Gentile da Fabriano, 'Saint Thomas of Villanova Distributing Alms' (ca. 1660) Mateo Cerezo, 'Michelangelo Presents Paul IV with His Model of St Peter's' (1619) Passignano, ve 'The Saint Bartholomew's Day Massacre' (1572) François Dubois. Her tablonun açıklması için bu siteye bakabilirsiniz: https://www.dailyartmagazine.com/young-pope-paintings-opening-explained/ Javier Cámara dizinin yaratıcısı Paolo Sorrentino'yla bizzat iletişime geçerek bir rol istedi çünkü Sorrentino'nun eserlerinin hayranı ve mini dizide İspanyolca konuşan bir olduğunu duymuştu. Dizi boyunca üç hayvan grubu (kaplumbağalar, baykuşlar vb.) o sahneyi canlandıran karakterleri anımsatıyorlar. James Cromwell (Cardinal Spencer) Papa 12. Pius'u "Sotto il cielo di Roma" adlı filmde canlandırmıştı. Papa 13. Pius'un görüntüsü Amerikan Kardinal Meclisi’nden David Bawden'dan, Kansas'ta Papa Michael olarak anılan ve kendini Katoliklerin gerçek papası olduğunu iddia eden adamdan, esas alındı. Kaynaklar: https://www.vanityfair.com/hollywood/2017/01/the-young-pope-hbo-review https://www.criticsatlarge.ca/2019/11/divine-entertainment-young-pope.html https://www.imdb.com/title/tt3655448/?ref_=nv_sr_srsg_0 https://www.nytimes.com/2017/01/12/arts/television/review-the-young-pope-is-beautiful-and-ridiculous.html https://www.indiewire.com/2017/01/the-young-pope-review-jude-law-hbo-paolo-sorrentino-tv-show-1201767154/

  • Undine: Beni Terk Edersen, Seni Öldürmem Gerekir

    “Beni seveceğini söyledin, sonsuza kadar… Ve bu beni mutlu etti hayatımda hiç olmadığım kadar. Gidemezsin.” Bir adım ötesi delilik diyebileceğimiz bir aşık olma hali Undine filminde hissettiğimiz… Christian Petzold imzalı 2020 yapımı film, sıradan bir romantik aşk hikayesinin ötesinde, içinde fantastik ögeler barındırıyor. Her ne kadar aşk hikayesi desek de film aslında bir ayrılık sahnesiyle açılıyor. Berlin sokaklarındayız… Undine terk edilmiş. Henüz olayın şaşkınlığı ve biraz da öfkesi içindeyken samimiyetsiz bir nezaketle oyalanıyor. Tam o anda neler geçiyor kafasından? Belki de böyle bir sonu hak etmediğini düşünüyor ilişkisinin. Şaşkınlığına anlam veremeyen sevgilisi “anlamış olmalıydın” diyor, her zaman “görüşmeliyiz” derdim. Bu kez “buluşmalıyız” dedim. Bir terslik olduğunu anlamış olmalıydın… Bu ayrılıktan sonra adeta sudan çıkmış balığa dönen Undine, isminin hakkını da veriyor. Undine bir su perisi... Hikayesi ise16. yüzyıla dayanıyor. İlk olarak Paracelsus’un simya yazılarında suyla olan bağlantıları ve güzellikleri sebebiyle deniz kızlarını anımsatsalar da tamamen insan vücuduna bürünmüş olan yaratıklara verilir bu isim. Undine yaratıklarında tek eksik şey ise ruhlarıdır. Karakterimiz Undine ise Christoph ile karşılaştığında kırılan kalbini onaracak ve bir ruha kavuşacaktır. Bu karşılaşma, bir cafede büyük bir akvaryumun paramparça olması ve ikisinin de suların içinde yere yığılmasıyla gerçekleşir. “Su”dan beslenen iki karakterin bu şekilde tanışması ise elbette ki tesadüf değildir. Aidiyet hissi ile mutlu bir başlangıç yapan Undine, geçmişle karşılaştığında her şey değişmeye başlar. Ondan gözlerini alamaz, tıpkı Undine yaratıkları gibi içi kararmaya, çirkinleşmeye başlar. İntikam alma dürtüsünü Christoph’la yaşadığı aşk bile alt edemez. Burada, Undine’in gerçekten masum ve haksızlığa uğramış bir kadın olduğu izlenimine sahip her izleyici gibi hayal kırıklığına uğradığımı söyleyebilirim. Kafasını çevirip Christoph’la devam etmesini istedim. Ama öyle olmadı. Undine, kendisini aldattığını düşündüğü eski sevgilisini öldürmesi ve bir zamanlar kendisini çağıran suya geri dönmesi gerektiğine inanmıştır. Bu düşüncelerden ne kadar kurtulmaya çalışırsa çalışsın artık Undine ve Christoph’un ilişkisi de eskisi gibi olmayacaktır. Dalış yaptığı sırada bir kaza geçiren ve beyin ölümü gerçekleşen Christoph’la bir kavga ettiğini ve Christoph’un da ona ihanet ettiği düşüncelerini kurar kafasında... Onu tamamen kaybettiğini ve suyun aşkını elinden aldığını düşünen Undine için artık tek çare, inandığı mite sarılmaktır. Şehre döner ve eski sevgilisini bir havuzda boğarak sakince öldürür. Ardından Christoph’u kaybettiğini ve kendisinin de ait olduğunu düşündüğü yerde suyun derinliklerine bırakır. Fakat film, özellikle Undine’in suya karışmasından sonra beklenmedik bir geri dönüşle Christoph’u tekrar gösterir izleyiciye…Üstelik Undine’le vedalaşma şansı bulur bu kez Christoph… Fakat bu sahnenin hayal mi yoksa gerçek mi olduğunu hiçbir zaman bilemeyiz. Undine, bir aşk filmi olmanın çok ötesinde, isminin lanetini yaşayan bir kadının hikayesi. Sakin yaşamı ve aşkı bulduğunu düşündüğümüz anda ruhunun derinliklerindeki “öteki” tarafa söz geçiremeyen bir kadının başladığı noktaya geri döndüğünü görürüz bu hikayede. Yarım kalan, vedasının bile gerçekliğinden şüphe ettiren ve bittiğinde göğsümüze oturan kaya parçasının etkisini uzun süre hissedeceğimiz film, Undine...

  • Noe ve Climax Sineması

    Gaspar Noe herkesin tanıdığı gibi sinemada kendi çapında filmler yaparak tanınan biri. Peki hepimizin bildiği bu yönetmenin filmlerini izlerken neden çekiniyoruz? Noe sinemada psikoloji ve gerilim unsurlarını rahatsız edici derecede kullanıyor. Çok normal bir meseleyi, sadece konu bakımından değil; şarkı, oyunculuk, çekim açıları ve bir sürü olay ile aşırı rahatsız hale getiriyor. Filmlerine üstünkörü bir bakalım. Noe, Fransız bir yönetmen olması sebebi ile her filmine bir dram tozu ekliyor. Yani ağır bir şekilde izleyeceğimiz filmin klasik sinema yüzünü unutmuyor, yani ”dramı”. Filmlerine hafiften bir geçiş yapalım. Climax (2018) festivalde yayınlandığı sırada, Noe’nin diğer filmlerinde olduğu gibi filmin sonunda az izleyici kalarak gösterim bitirilmiş; şaşırılacak bir durum değil. Noe bir festivale katıldığı zaman ya o filmi uygun bulunmaz (zaman veya başka sebeplerden) veya filmin sonunda az kişi kalır. Buna kendisi de seyirci de çokça alışıktır. Climax’a geri dönmek gerekirse. Noe, Climax filminde çok yeni bir tarz kullanmamıştır. 25. Kare özelliğini yine gözümüze sokarak anlatan yönetmen, aslında 1957’de ”Mısır ye, kola iç” tekniğini günümüze uyarladı. Size 25. Kare tekniğinden azıcık bahsetmem lazım. 25. Kare Nedir? 25. Kare 1957 yılında James Vicary’nin PICNIC filminde tanındı. Bu yöntem, 24 karede sadece ama sadece 1 saniyelik görüntünün oluşması ve biz fark etmeden o görüntünün bilinçaltımıza işlenmesidir. Reklamcılık ve filmlerde günümüzde çokça kullanılan bir tekniktir. Biz reklamları izlerken aniden, ihtiyacımız olmasa bile bir ürünü almaya gidebiliriz. İşte bu yöntem 25. Karenin gücüdür. Noe bu yöntemi aslında bizim fark edebileceğimiz bir şekilde bize sunmakta. En başta film başlarken patlayan renkli ışıklar, ardından beliren bir Fransızca yazı ve arkada ritim ile dans eden oyuncular... Filmimizin konusu çok basit; bir grup dansçı, bir dans evinde prova yapıyorlar. Dans grubunun başındaki yönetici kadın, dans sonrası kutlama yaparken dansçılara içmeleri için Sangria (hafif alkollü meyve kokteyli) hazırlıyor. Fakat dansçılarımızdan biri bu kokteyle güçlü bir uyuşturucu karıştırıyor ve olaylar, dansçıların aslında kokteyl değil uyuşturucu içtiklerini fark etmesiyle başlıyor. Filmin sonuna kadar bunu kimin ve neden yaptığını anlamıyoruz. Filmin konusuna üstünkörü bakacak olursak, aslında ahım şahım bir konu değil. Meseleyi düşününce, ne yapmış olabilirler diyoruz. Ama işte Noe bu sırada devreye giriyor. Pek alışıldık bir konu olmasa da ”nasıl işlenebilir ki bu mesele” sorusunu akla getiriyor. Noe her filminde renk ve müziklerin ağır planda olduğu filmler yapıyor. Gaspar Noe gibi yönetmenlerin ilk renk kullanımından esinlenip, filmlerinde kırmızı ve yeşil tonlarını ağırlıklı kullanmasıyla ilk halini bizlere andırıyor. Renkleri yoğun ve ışıma ile kullanarak izleyiciye şölen yaratmanın yanında, hangi film türüne hitap ediyor ise onu yoğun olarak yaşatmak yönetmenin büyük amacı oluyor. Gaspar Noe bunun önde gelen isimlerindendir. Renk ve çekim yoğunluğunu sinemanın ilk yıllarında olduğu gibi ışımalardan ve filtreden tam geçirmeden spektrumu yeterli ve yetersiz kullanarak izleyiciye çok yoğun bir gerilim tadı veriyor. Noe Öznel açı tekniği ile seyirciyi filmde kendi bakış açısından izletiyor. Yani gerilim duygusunu birinci bir şekilde hissediyorlar. Bu, seyirciyi filme çekip, asıl gerilim ve psikolojinin baskılanması duygusunu derinden hissettiriyor. Kısacası Gaspar Noe seyirciye sinemada sadece kurgu değil, renkler ve çekim açılarıyla da nasıl etki edeceğini kanıtlıyor.

  • OLDBOY: 15 Yılda Bir İnsan Ne Kadar Değişebilir?

    Önce şunu soralım, on beş yılda dünya ne kadar değişebilir? Birdenbire kaçırılan ve dört duvar arasına kapatılan Oh Dae- Su için biraz değişebilir. Eşini öldürmekle suçlanır, Güney Kore on altı yıl sonra ilk başkanını seçer, Hong Kong Çinlilere teslim edilir ve kızı İsveç’e gönderilir. Birisi böyle bir deneyim yaşadığında, tartışmasız değişmiş bir insan olarak çıkacağı kesindir. Oh Dae- Su da farklı sayılmaz. Hapsedilmesinin ardındaki gizemi çözmek ve intikamını almak için son derece motive olmuş eğitimli bir katil olarak 15 yılın ardından o hapishaneden çıkar ve bir şekilde intikamını alır. Evet, böyle anlatınca kulağa basit bir intikam hikayesi gibi gelse de Oldboy, tasvir ettiği kavram nedeniyle değil, çırılçıplak soyduğu insan kalbinin derinlikleri nedeniyle çok güçlü bir filmdir. Park Chan- Wook’un ‘’İntikam Üçlemesi’’ nin ikinci bölümü olan Oldboy, (Sympathy for Mr. Vengeance- 2002, Oldboy- 2003, Lady Vengeance- 2005) küresel ilgiyi Kore sinemasına çeviren, Güney Kore sinemasının tartışmasız şimdiye kadar yapılmış en dikkat çekici neo-noir aksiyon gerilim filmi, benzersiz estetiği ve ayrıntılı teknikleriyle hala tartışılan bir başyapıttır. Filmdeki intikam teması ister istemez aklımıza -hiç değilse benim aklıma- ‘’Monte Cristo Kontu’’ nu getiriyor. Talihsiz Edmond Dantes gibi, Oldboy da bilmediği ve anlamlandıramadığı bir suç nedeniyle hapsediliyor. Kendi kendini eğitmeye çalışıyor, burada sadece Monte Cristo Kontu’nda her şeyi bilen Abbot Faria’nın rolünü Oldboy için odasındaki televizyon üstleniyor diyebiliriz. Ancak hapishaneden çıktığı anda, benzerliklerin bittiği nokta başlıyor. Park Chan- Wook’un filmleri benzersiz ve muhteşem bir görsel stile sahiptir. Ancak kendisinin de belirttiği gibi, filmlerinde teknik kısım ikinci sırada gelir. Onun için her zaman ilk sıra, karakterlere ve hikayeye ayrılmıştır. Chan- Wook’un süreci yazı ile başlar ve görsel- işitsel arayışı senaryo tamamlandıktan sonra gelir. Yönetmenimiz her şeyden önce bir hikaye anlatıcısı olduğu ve filmlerinin her unsurunun hikayeyi en iyi şekilde desteklemesi gerektiği konusunda ısrarcıdır. Bu şekilde, aynı adı taşıyan mangaya dayanan filmin senaryosu, sarhoşluktan tutuklanan ve kızının dördüncü doğum gününü kaçıran bir iş adamı olan Oh Dae- Su’nun hikayesine odaklanmaktadır. Aynı gece Dae- Su, ortada hiçbir neden yokken kaçırılır ve 15 yıl boyunca aynı odada yaşamaya zorlanır. Beklenmedik bir şekilde serbest bırakıldığında intikam almaya kararlıdır. Hapishaneden kaçtığı gece şef olarak çalıştığı bir suşi restoranında tanıştığı kıza (Mi- do) başından geçenleri anlatır ve bu kız nedensizce Dae- Su’na yardım etmeye karar verir. Bu kombinasyon, Dae- Su’nun bir odada kapana kısıldığı ve kaçış anı olmak üzere birbirini takip eden iki sekans tarafından özenle tasvir edilmiştir. İlki, farklı bir art-house estetiğine sahip, çünkü tempo oldukça yavaş ve tüm sekans dört duvarın içinde, neredeyse hiçbir eylemde bulunmadan gerçekleşiyor. Yönetmen burada hapis cezasının Dae- Su’da yol açtığı sonuçları göstermeye odaklanıyor. Bunun tam aksine kaçtığı sahne, özellikle tek bir adamın onlarca rakibe karşı kazanması nedeniyle bir Hollywood filminden aksiyon sahnesi gibi göründüğü için kesinlikle ana akım teknikleri de barındırıyor. Oldboy’un ana teması intikam olsa da yönetmenin asıl amacı, bir insanın en son noktaya ulaştığında neleri yapabileceğini ve insan hislerinin nereye kadar genişleyebileceğini gözler önüne serebilmektir. Filmde psikolojik açıdan ele alınması gereken birçok konu var, onları birazdan derinlemesine anlatacağım. Ancak filmdeki intikam duygusu için açıkça şunu söyleyebiliriz, aşağılama ve ardından gelen arınma kavramları ve bu sayede artan nefretin zincirleme tepkilerinin yarattığı bu duygu, bir eylem olarak değil, buna yol açan nedenler ve sonuçları üzerine şekillendirilmiştir. Film her açıdan şok edici ve kimine göre ‘’rahatsız edici’’ sahneler ve konsept içeriyor olabilir, bu doğru. Dae- Su’nun kaçırılmasından 15 yıl hapis cezasına çarptırılmasına, arkasındaki asıl nedene ve aradaki tüm sürece kadar oldukça şok edici. Ahtapot yeme sahnesi, (Bu sahnede, bir kez bile yaşayan birini görmeden 15 yıl boyunca kilit altında tutulmasının travması olarak Dae-Su’nun restorandaki kıza ‘’Canlı bir şey yemek istiyorum’’ dediğini ve kızın (Mi- do) ona canlı bir ahtapot verdiğini görüyoruz) çeşitli kanlı ve şiddet içeren sahneler, öz kızıyla yaşadığı cinsel birliktelik sahneleri ve bitiş sekansının tamamına kadar belki de dönemin izleyicilerinin kolay kolay sindiremeyeceği birçok sahneden dolayı zamanında çok fazla eleştiri de almıştır. Ancak Chan- Wook kendine özgü karanlık ve ikonik anlatımını filme aktarmayı kusursuz şekilde başarmıştır. Bu zorlu sahnelerin tamamının üstesinden ustalıkla gelen Choi Min Sik’in de (Oh Dae-Su) bu karakteri kesinlikle çok iyi oynadığını düşünüyorum. İKONİK DÖVÜŞ SAHNESİ Filmde gösterilen en ayrıntılı aksiyon sahnelerinden birisi de Oh Dae- Su’nun tek silahı bir çekiç olan, kaçmasını önlemek için bir dizi silahlı kişiyle yüzleştiği sahnedir. Sahne yönetmenin absürt mizah anlayışıyla başlar, çünkü Dae- Su çete üyelerine daha önce dövdüğü ve ekipten birisi olan bir adamı teslim etmeden önce çetedekilere kan gruplarını sorar. Daha sonra onlara saldırmaya devam eder. Evet bu sahneyi izlediğinizde içinizden ‘’hadi be oradan’’ diyebilir ve abartılı bulabilirsiniz belki de çünkü sonunda tek başına bir çekiçle koca çeteyi dövüp kazanmayı başarıyor, ancak burada önemli bir detay var o da şu ki, bu eylem bir süper kahraman edasıyla sunulmuyor. Burada anlatılmak istenen Dae- Su’nun benliğindeki öfke ve hırsın şiddetinin büyüklüğü. Bu sahnede kameranın koridorun enine kesit görüntüsüyle yerleştirildiğini ve gergin bir ortam yaratıldığını görebiliyor ve hissedebiliyoruz. Neredeyse 3 dakika boyunca hiç kesilmeden aynı açıyla takip eden dövüş sahnesi, Chan- Wook’un mükemmeliyetçiliği nedeniyle üç günden fazla sürede çekilmiş. E değmiş mi buna? Evet değmiş diyebiliriz. Chung- Hoon Chung’un sinematografisi, hikayenin karmaşıklığı ve Chan- Wook’un filme vermek istediği yoğun estetikle birleşince gerçekten harika sahneler ortaya çıkmış. Koridor sahnesinin yanı sıra Chung, izleyiciyi fiziksel olarak yormadan hikayenin akışına aşırı doğal bir şekilde uyum sağlayabilmesi için kasıtlı olarak gren ve yer yer parlak renkler kullanmış. Chan- Wook’un da buna ek olarak filmlerinde sıklıkla kullandığı titrek etki yaratan el kamerasından sahneler Oldboy’da da çokça mevcut. Bu sayede filmin doğrudan içinde hissederek dinamikliği yakalayıp aslında seyirciyi hikayeye dahil etme uğraşını da yakından görebiliyoruz. PSİKOLOJİK ANALİZ Bu filmin analizini bazı kavramlara değinmeden bitiremeyiz ne yazık ki… Çünkü filmin derinliklerinde her şeyden önce bu kavramlar var ve bu nedenle hepsi birer mihenk taşı Oldboy için. İlk olarak ‘’Hipnoz’’dan bahsedelim. Hipnotik telkin kavramı Olboy’da çeşitli anlarda konuşulmakta ve kullanılmaktadır. Filmdeki olayların gerçekleşmesinin en büyük nedenlerinden birisi de budur. Bu nedenle izleyicilerin filmdeki olayları anlamlandırabilmek için hipnozun nasıl çalıştığını anlaması gerekmektedir. Filmde Lee Woo- Jin, Dae-Su ve Mi-do’ya bazı hipnoz seansları gerçekleştirerek birbirlerine âşık olmasını sağlıyor. Ve burada yaygın bilinen hipnozun aksine, bir cisimle hipnozdan bahsetmiyoruz. Dae-Su’nun 15 yıl boyunca ailesinden uzaklaştırılması, onun hipnozunun başlangıcı demekti. Çünkü kızını öyle bir unutması gerekiyordu ki bundan sonraki ilk görüşünde ona âşık olabilsin… İkinci olarak Oedipus Kompleksi’nden bahsedelim. Özellikle filmde önemli yer tutan bir diğer kavram, Freudyen Oedipus Kompleksi’dir. Oedipus kompleksi, yine psikolojide, karşı cinsten ebeveynine karşı cinsel çekim hissetme dürtüsü olarak tanımlanmaktadır. Dae- Su ve Mi-Do ya da Lee Woo-Jin ve ablası arasındaki durum tam manasıyla Oedipus kompleksi olmasa da hissiyatın kökeni buna dayanmaktadır. Son olarak değinebileceğim kavram ise, Psikanalizin Babası Sigmund Freud’un geliştirmiş olduğu bilinçaltı kavramıdır. Bildiğiniz üzere Freud insan zihnini 3 ana bölüme ayırmaktadır; id, ego ve süperego. Filmde de Dae-Su’nun benliğinin parçalara ayrıldığını ve bilinçaltının 15 yıllık mantıksız bir hapis cezasıyla patlamalar yaşayarak parçalara ayrıldığını görebiliyoruz. Başlangıçta, birinin ona hapsedilmesinin nedenini söyleyeceğine hâlâ inanıyordu. Ancak, karısının öldürüldüğü haberini öğrendiğinde ve polisin televizyon raporunda cinayet olduğuna inandığı zaman, yakın çekimde kolundan bir karınca koşarak çıkmaya başladı. Kamera Dae-Su’nun şok olmuş yüzüne yakın çekim yaptığında, o yere düşene kadar yüzünden bir düzine karınca çıkmaya devam etti. Bu sahnede sürrealizmi görüyoruz. Karıncalar genellikle bir grup halinde hareket eder ve evlerini inşa etmek için bir yer ararlar. Bana göre karınca, filmde Dae-Su’nun korkusunu ve kafa karışıklığını temsil ediyor olabilir. Bu karıncalar farklı yöne gittiklerinde, durumu hakkında bir çözüm bulamadığını ve kafasının gittikçe karıştığını görebiliyoruz. Tüm bunlara rağmen bu filmin ilişkileri sergileme konusunda güçlü bir özelliği var. Anlatılanın çelişkili ve genel ahlaka aykırı olmasına rağmen yine de izleyici olarak, karakterlere ve onları bu noktaya getiren durumlara sempati duymadan ve acımadan yapamıyorsunuz. İzleyicinin her şeyi zihninde ölçüp tartmasına rağmen acıma ve sempati duygusunu besleyebilmesi çok enteresan ve önemli bir nokta. İşte bunu hissettiğinizde, filmin başarıya ulaştığını da çok net şekilde anlamış oluyorsunuz. Bu nedenle Olboy için; suç davranışını motive eden intikamın ve şiddet yoluyla aşırı şok değerinin tanıtılmasının izleyici üzerinde kaçınılmaz bir etki bıraktığını, Park Chan-Wook için ise; film dünyasında başarılı bir şekilde dalgalanmalara neden olarak suç filmlerinin yapımı üzerinde kalıcı bir iz bıraktığını söyleyebiliriz.

  • UZAYLI İSTİLASI TEMALI FAVORİ 10 FİLM

    Seyrettiklerini unutacak kadar fazla film yüklenen her sinefilinin belirli kategorilerde listeler yapmasını öneriyorum. Böylelikle izlenen yapımların hem akılda kalması hem de senaryo, görsel efekt vs. bağlamında kıyas yapılması oldukça kolaylaşıyor. Benim de tema tema hazırladığım film listeleri mevcut ve burada zaman zaman paylaşacağım. Merak edenler için en beğendiğim "uzaylı istilası (invasion) temalı" 10 filmi listeledim. Bu noktada "uzay filmi" ile "uzaylı istilası" temalarını karıştırmadan listelediğimi bilmenizi isterim. Dolayısıyla burada Marslı, Yıldızlararası gibi yapımları görmediğinizde lütfen şaşırmayın. Belirtmek istediğim ikinci bir nokta ise bu bir "mutlaka görülmesi gereken 10 uzaylı istilası temalı film" listesi değildir. Dolayısıyla listeye Alien, They Live, Predator gibi kült yapımları koymadım. Yalnızca seyir zevki olarak beni en çok doyuran ya da etkilendiğim yapımlara yer verdim. Belki aralarında izlemedikleriniz vardır, bu liste de bir vesile olur. İyi seyirler:) 10) Yarının Sınırında Filmi uzaylı istilası olarak bile hatırlamıyoruz ancak filmdeki zaman kırılmalarını ve aksiyon sahnelerini asla unutamıyoruz. Türünün en güzel örneklerindendi, izlemeyen kalmamıştır diye düşünüyorum. 9) İşaretler M. Night Shyamalan'ın 6. His ile birlikte belki de en iyi yapımı olarak sayılabilecek kült film. Uzaylı istilasını çiftçilik yapan bir rahibin gözünden anlatıyor, arada teolojik mesajlar da veriyor. Bu arada Shyamalan'ın her yapımında bir figüran olarak kendini beyaz perdede gösterdiğini biliyor muydunuz? 8) Hayat Mars'ta hayat bulan uzay aracı küçük bir numune alarak Dünya'ya getirmek istiyor. Ancak numunenin çok zeki bir organizma olduğu anlaşılıyor. Klişe dolu olan yapım, yıldız oyuncuları sayesinde türünün sevilen bir örneği olarak hatırlanıyor. 7) Dünyalar Savaşı H.G. Wells'in aynı adlı romanından uyarlanan film genellikle çok klişe bulunsa da yönetmenliğini Steven Spielberg'in yaptığı belli olan bazı sahnelerinde seyir keyfine doyulmuyor. Klişe kısmına gelirsek de İngiliz Wells'in bilimkurgu türünün öncülerinden olduğunu ve o dönemki kurgu modellerinin bu akımın ilkleri olduğunun altını çizmek gerekir. Dünyalar Savaşı senaryosu, Orson Welles tarafından 1938'te radyo tiyatrosu olarak anlatıldığında, Amerikalılar tarafından gerçek sanıldığını ve eyaletteki bütün vatandaşların radyoda uzaylı istilası anonsunu duyduğunda ya şehirden kaçtığını ya da sığınaklarına saklandığını biliyor muydunuz? Bu da Gerbner'in ekme teorisinin en trajikomik örneklerinden olarak anlatılmaktadır; medyada gördüğümüz ve duyduğumuz her şeye sorgulamadan inanıyoruz. 6) Yasak Bölge 9 (District 9) Birden bir uzay gemisi Dünya üzerinde beliriyor ancak Newyork'a, Berlin'e ya da Londra'ya değil Johannesburg üzerinde. Film bu anlamda 3. dünya anlatımıyla benzerlerinden farklılaşıyor. Bu arada önemli bir bilgi; dünya üzerindeki tüm uygarlıklar ya da en büyük yerleşimler su kenarlarında kurulmuştur. Newyork, Tokyo, İstanbul (Osmanlı zamanı Bursa) gibi merkezlerin deniz kıyısı ya da nehir kıyılarında yerleştirilmesi insanoğlunun suya olan bağımlılığına ve su kenarlarının sınır olarak belirlenmesine bağlanmıştır. Ancak bir tek Güney Afrika Cumhuriyeti'nin en büyük şehri olan Johannesburg su kenarı yerleşimi değildir. Çünkü altına hücum yıllarında altın ve gümüş madenleriyle dolu Johannesburg'e kitleler akın etmiştir. Kim bilir uzaylıların da belki bir sebebi vardır... Gemileri bozulan uzaylıları bir sığınmacı kampına yerleştiren yetkililer orada bir uzaylı azınlığın oluşmasına, onlara yasal haklar tanınmasına ve elbette ki ırkçılığa maruz kalmalarına neden olmuşlardır. Tüm dünyanın en dışlanmışı Afrikalıların daha dışlanmışı Johannesburg'lü gettolar bu defa uzaylı sığınmacıları dışlayan "yerli halk" olarak onlara zulmetmeye başlamıştır. Hikayenin hem alt metinleri, hem karamsarlığı, hem realist anlatımı senelerce aklımda kalmasını sağladı ve 15 yıl sonra tekrar izlememe neden oldu. Neticede söyleyebilirim ki District 9 2022'de hala geçerliliğini koruyan ve kült olacak bir yapımdır. 5) Cloverfield Yolu & Cloverfield Paradoksu Evet, 5 numarada iki ayrı film var ancak Cloverfield evreninin devam filmleri olduğu için ayıramadım. Filmlerde 'uzaylı istilası' kısmı o kadar geride kalıyor ki farklı temaları aynı sonda birleştirmelerinden başka sequence/presequence bile sayılmayabilirler. Bu serinin 3 filmini de beklentisiz izledim ancak tadımlık değil doyumluk filmlerden çıktılar. 4) İstila Altında O kadar karanlık ve o kadar gerçekçi bir anlatımı vardı ki Captive State'i bitirdiğimde bir off çektim. Uzaylı istilası altındaki insanlar gizli bir direniş örgütü kuruyorlar ve elbette yine çıkarcı Judas'lar her istilacıya olduğu gibi uzaylılara da kendi halkarını satıyorlar. Hayatımda hiç kimsenin izlediğini duymadığım bu yapımın çok underrated kaldığını düşünüyorum. 3) Arrival Kanaatimce gelmiş geçmiş en iyi filmlerdendir. "Bir lisan bin insan" ana fikrini aldık, sindirdik, hücrelerimizde özümsedik. Konuştuğumuz dilde düşünürüz ve dil, bizim düşünce yapımızı şekillendirir. Filmin altyapısı da bilimde Sapir-Whorff hipotezi denilen modele dayanmaktadır. Dilsel görecelik ilkesini ortaya atan hipotezde, farklı diller konuşan insanlar için aynı kavramlar asla aynı şeyi ifade etmemektedir ve yeni bir dil yeni bir düşünce sistemi oluşturmaktadır. Peki ya uzaylı bir ırkın dilini konuşmaya başlasaydık? 2) Prometheus / Alien: Covenant Yine 2 ayrı filmi bu sıraya ekledim çünkü birbirlerinin devam filmleri. Meşhur Alien evreninin presequence'ı olan bu 2 filmde yönetmen Ridley Scott Alien'a geri dönüyor. Kronolojik olarak Alien evreni şu şekilde ilerliyor: Prometheus, Covenant, Alien, Aliens, Alien 3. Alien: Resurrection. Muhtemelen 1979 yapımı olduğu için görsel efektlerinden ve derinliğinden bu kadar etkilenmediğim Alien ve Aliens (2)'ı bu listeye eklemedim. Ancak tabii ki Prometheus içindeki muhteşem teolojik anlatısıyla ve efektleriyle fark atıyor, Covenant'ta da bu anlatılar ufak ufak devam ediyor. Androidleri insan yarattı, peki insanı kim yarattı? Ya yaratıcımız bizden nefret ediyorsa? 1) Yarının Savaşı Muhtemelen bu listenin en yeni filmi. Neredeyse hiç kimsenin izlemediği yine çok underrated yapımlardan. Tema olarak Yarının Sınırında'yı andıran senaryo, zaman yolculuklarıyla doyumluk bir seyir keyfi yaşatıyor. Film zaten giriş sahnesiyle çok hızlı başlıyor ve seyirciyi mıhlıyor. Filmdeki uzaylı temsilini de çok sevdim. Bu kez uzaylılar gökten gelmiyor.

  • 2 Farkli Film; Tek Konu

    Özellikle tarihi filmleri çok seven biri olarak aynı konuyu işleyen farklı yapımları izlemeyi çok seviyorum. Bu yazımızda da Prag Kasabı lakaplı Reinhard Heydrich'in suikastını konu alan 2 ayrı filmden bahsedeceğiz. Tarihte suikastle öldürülebilen en üst düzey Nazi Generali Heydrich, Nazi istihbaratının başı ve Hitler'in ikinci adamı olarak tanınmaktaydı. Naziler tek bir kurşun dahi sıkmadan Çekoslovakya'yı işgal ediyor ve Berlin ile Viyana'dan sonra Yahudilerden arındırılacak 3. şehir olarak Prag'ı belirliyorlar. Bunun üzerine Çek direnişçiler Josef Gabrick ve Jan Kubis aracılığıyla en üst düzey yetkiliye bir suikast planlıyorlar. Her iki yapım da 1942'de Antropoid Operasyonu adı verilen bu suikast planını konu almaktadır. DEMİR KALPLİ ADAM Fransız - Belçika yapımı olan filmde olayları Nazi Generalin gözünden izlemeye başlıyoruz. Heydrich'e Demir Kalpli Adam lakabını Hitler'in bizzat kendisinin taktığı bilgisini filmden alıyoruz; Heydrich, nihai temizliğin (Yahudi temizliği) mimarıydı. Kol bandı ve getto konseptleri onun fikirleriydi. Filmin ilk yarısında Rosemund Pike'ın canlandırdığı karısıyla birlikte SS içinde parlayan bir yıldıza dönüşmesi anlatılırken cut'larla filmin ikinci yarısında operasyonun öteki tarafı, yani Çek direnişçiler anlatılmaya başlanıyor. Lakin tekrar ilk perspektife bir bağlama olmuyor, bu noktada anlatım karman çorman olmuş. İşin kötü yanı suikast başarısız oluyor. Suikastten sonra saldırganları yakalayamayan Naziler, direnişçileri Lidice köyüyle bağlantısı olabileceğinden şüpheleniyor (halbuki yanlış bilgi) ve böylelikle Lidice katliamı başlıyor. Bir köy tamamen yok ediliyor; 199 erkeğin idamı, kadın ve çocukların gaz odalarına yollanmasıyla sonuçlanıyor. Nazilerin suikastçileri ihbar edenlere para ödülü ve elbette can güvenliği vaat etmesi üzerine içeriden birisi ihbar ediyor ve olanlar oluyor. Filmin sahneleri, müzikleri ve oyunculukları harika. Meşhur kilise sahnesi ise diğer filmle karşılaştırıldığında biraz yetersiz kalmış gibi gözüküyor. ANTHROPOİD İngiltere - Fransa - Çekya yapımı olan Anthropoid ise operasyonu bizzat direnişçilerin gözünden anlatıyor. Filmde özellikle İngiltere desteğinin altı çizilirken oyuncu kadrosu göz dolduruyor; Jamie Dornan ve Cillian Murphy'i bir arada izlemeye doyulmuyor. Filmde Reinhard Heydrich'i belki 10 saniye bile görmüyoruz, senaryo tamamen direnişçiler üzerine örülmüş. "Öldürmek, kayda değen bir yaşam için söylenir , biz ona suikast yapacağız." Kan donduran malum kilise sahnesi Anthropoid'de çok daha uzun ve başarılı işlenmiş. Bu sahnede direnişçiler suikastten sonra kaçtıkları kilisede ablukaya alınıyorlar ancak kiliseyi tam 6 saat boyunca tutabiliyor. Özellikle direnişin diğer üyelerinin SS subaylarının eline geçmemek için siyanür yuttukları sahneler seyirciyi ekrana mıhlıyor. Bu hikayenin tuhaf yanı ise suikasti başarısız geçen Prag Kasabı, patlamada saplanan şarapnel yarasının iltihap kapması üzerine sonradan ölüyor. Lakin direnişçiler kilisede sonları geldiğinde bu bilgiye sahipler miydi yoksa ölürken başarılı olduklarından haberdar değiller miydi, bu kısım her iki filmde de farklı anlatılmış. Maalesef Prag Kasabı'nın suikasti sonrası Naziler, misilleme yapmak için 5000 Çekliyi idam ediyor. Tarihin bu karanlık sayfaları her iki yapımda da farklı perspektiflerden anlatılırken her iki yapımın da mümkünse peş peşe izlenmesini tavsiye ediyorum.

  • Kynodontas/Köpek Dişi

    “Deniz, ağaçtan kolları olan deri koltuğa verilen isimdir.” “Otoban, güçlü bir rüzgâra denir.” “Gezinti, dayanıklı bir materyaldir.” “Zombi, küçük sarı çiçektir.” Yorgos Lanthimos’a ait, 2009 yapımı tuhaf mı tuhaf bu film, koca bir soru işaretiyle başlayarak, çoklarının başarmakta zorlandığı şekilde, bizi saniyesinde içine alıyor. Merak karşısında kim dik durabilmiş ki en nihayetinde? Film ilerledikçe bir ayrımın farkına varıyoruz: aslında tüm kelimeler çarpıtılmış değil; karakterlerimiz, pek tabii çoğu kelimeyi gerçek anlamlarıyla doğru yerde kullanıyorlar ama sanki daha dış dünyaya ilişkin olguları “bir miktar” farklı öğreniyorlar. Soru işaretimiz, film ilerledikçe git gide küçülerek ünleme veya noktaya dönüşeceği yerde; taşlar yerine oturdukça, şeklini koruyor ve hatta kırmızıya dönüp, yanıp sönmeye başlıyor. İnce ince işlenmiş bir film. Böyle bir kurgulamada muhalefet konusunda seyircinin aklına gelebilecek her türlü ayrıntı düşünülmüş ve hepsinin cevabı detay olarak filme yerleştirilmiş. E peki hiç mi hastalanmıyorlar itirazına yönelik, daha küçük olan kızın sağlık konusunda bilgilen(diril)miş olması; hiç mi bir hayvan filan görmüyorlar itirazına yönelik, maruz kaldığımız bir garip kedi cinayeti; ergin erkeğin temel iç güdüsünün ne şekilde olursa olsun karşılanması; para yerine geçen bir değer olarak çıkartma biriktirilmesi ve takas usulünün kullanılması; eve giren paketli ürünlerin etiketlerinin sökülüp atılması; en cin fikirli ayrıntılar olarak, uçakların gökten zembille bahçeye inen küçük oyuncaklar olarak tasvir edilmesi ve plaktan çalınan şarkıyı bir zamanlar büyükbabanın söylemiş olduğu bilgisinin verilmesi… Bu kadar ütopik bir kurguda böyle mantıklı küçük ayrıntılar yerleştirmek ince bir zekanın ürünü. Ve elbette çok geçmeden, Platon’un mağara alegorisindeki zincirli insanlardan biri, filmimizdeki en büyük, hayatı pahasına, merakına yenik düşüp, bir cesaretle dışarı çıkacaktı. Film, dışarı çıkan en büyüğün başına neler geldiğini; hatta tam olarak dışarı çıktığını görmemizi dahi istemiyor. Zira, çarpık normlarla kurgulanmış bir evin içinde neler yaşanabileceğini göstermek bir sanatken; bu çarpık evden çıkan çarpık bir insanın, dış dünyada neler yaşayabileceğini göstermek, son derece interdisipliner bambaşka bir olay. Dolayısıyla hevesimiz bir miktar kursağımızda kalmış olsa da bagajın kapağını açmayan senaristimize gönül koyamıyoruz. Anne ve babanın, en azından sadece babanın, neden böyle bir küçük dünya oluşturmuş olabileceğine yer verilseydi, eleştirisi getirilebilir. Bununla birlikte hangi insan neden böyle bir şey yapmış olabilir diye düşünüldüğünde pek de öyle mantıklı ihtimaller serisi bulamıyoruz. Bu nedenle, filmi, öylece kabul etmek gerekiyor, bir şekilde bir ebeveyn böyle buyurmuş ve sonra olaylar gelişmiş. Bu aşamaya kadar geldikten sonra eleştirilebilecek tek nokta, babanın, bir tür seks işçisini canlandıran karaktere şiddet uygularken, çocuklarını zararlı dış dünyadan korumaya çalıştığı mesajını vermesiydi. Bu kadar hardcore bir filmde fazlasıyla naif kalmamış mı gerçekten? Son olarak, film için uzunca bir süre, bir tür evcil hayvan besleme eleştirisi -mi- yapıldığını düşündüğümü de söylemeden edemeyeceğim. Tüm entelektüelitemizi bir kenara bıraktığımızda, bence bu fikir de hiç fena sayılmaz. Birtakım canlıları, doğalarına aykırı şekilde bir yerlere kapatmak; en iyisi olduğu düşünülen eğitimleri vermek; şiddet yöntemiyle doğalarına aykırı davranışlarda bulunmaya itmek… Hayvanseverler için bu perspektiften bakıldığında çıkarılabilecek çok mesajlar olduğu kanaatindeyim naçizane…

  • Kara Kedi Ak Kedi: Palmiye'den 3 Yıkılıştan 6 Yıl Sonra

    İkinci palmiyeden üç, yıkılıştan altı yıl sonra Emir Kusturica kendi içlerinden bir hikaye ile karşımıza çıkıyor. Kara Kedi Ak Kedi. Kara Kedi Ak Kedi çingene yaşamının bir enstantanesidir. Film güzel mavi Tuna nehrinin yanında yaşayan basmakalıp çingenelere ve yerleşik çingenelere ait medeniyete çok güzel bir mikrokozmos olmuş. Sürekli olarak bir şey çalmayı ve ardından takas etmeyi içeren, çeşitli, hafif yasa dışı hızlı zengin olma planlarını deneyen bir adam ve onun bir garson kızına aşık olan on yedi yaşındaki oğlunun zengin olmak için her türlü yolu denedikleri mücadeleyi anlatan tam bir Balkan filmidir Kara Kedi Ak Kedi. Kara Kedi Ak Kedi; suç ilişkileri, romantizm, intikam, ikili ve üçlü ilişkiler, av tüfekli düğünlerini beş veya altı alanda anlatan romantik komediye farklı bir yorum ve perspektif katan izlerken yormayan hoş bir Balkan filmidir. Genel olarak film sevgi ve hiciv ağırlıklı bir anlatım içermektedir. Sevgi ve hiciv karışımlı anlatımda birebir Fellini'yi hatırlatıyor izleyenlere. Hatta bir sahne var ki direkt olarak Amarcord'u izliyor gibi hissettiriyor. Ancak Emir Kusturica filmin her karesine damgasını vurmayı başarmış. Bu damga ona özel ve fark edilebilir bir işarettir. Bu işareti açmak gerekirse neredeyse her sahnede bir şeyler oluyor. Bu da filmi sıkılmadan takip etmenize sebep oluyor ayrıca bu kadar olay Kusturica'nın elinide rahatlatıyor çünkü kesmek istediği bir yer bile olsa kalanlar o boşluğu çok iyi dolduruyor. İkinci damga ise işte bu en önemlisi komedi ve trajedinin ayrılmaz bir şekilde iç içe geçmesi, mizah ve şiddetin ya doğrudan ya da her durumun olası bir sonucu olarak sürekli olarak mevcut olmasıdır. Kara Kedi, Beyaz Kedi hala bir Yeraltı değil. Önceki film, Balkanlar'da neler olup bittiğini açıklayan ustaca bir siyasi alegori iken, bu filmde böyle bir gösterim hırsı yok. Nitekim Kusturica tamamen Yeraltın'dan bağımsız ve apolitik bir film yapmak istediği kayıtlara geçmiştir. Kusturica ne kadar apolitik olarak filmi önümüze koymuş olsada film alt metinleri ve betimlemeleri ile siyaset ve antropoloji arasındaki bu sınırın etrafındaki insan hayatlarını ve aralarındaki ilişkileri ince şekilde beyaz perdeye yansıtmayı başarmış. Tüm göndermelere, betimlemelere ve alt metinlere rağmen Kara Kedi, Beyaz Kedi yalnızca yarattığı dünyada var olmayı sürderecektir. Ancak bu alt metinlerin hepsi filmden sonra gelir. Bunun en büyük sebebi siz filmi izlerken (daha doğrusu kulaklarınızı müzikten alabilirseniz fark edersiniz çünkü filmin müzikleri karşı konulamaz bir hal alıyor.) gözlerinizi ekrandan ayırmak çok zor olacak. Özellikle güneşin altında, tamamen ayçiçekleri ile dolu bir tarlada aşk yaşama sekansı size unutamayacağınız duygular yaşatıyor.

bottom of page