top of page

Arama Sonuçları

"" için 198 öge bulundu

  • Arrival | Neden Buradalar?

    Yaşamın başından beri, insanoğlu başta olmak üzere tüm canlıların en yüce ihtiyacı olan iletişim, bir uzaylı ziyaretinde dahi gerekliliğini gösteriyor. İletişim kuramıyorsak eğer “Neden Buradalar?” sorusunun cevabını almak adına gösterdiğimiz tüm çaba anlamsız kalıyor. İletişimi sağlamak adına gösterdiğimiz büyük çabaya rağmen, iletişimi engelleyen durumları görmezden gelmek ise aptallık oluyor. Madem ki en yüce ihtiyacımız iletişim diyoruz; bu ihtiyacı karşılamak adına, karşımızdaki canlıya oldukça titiz ve nazik yaklaşmalıyız. İşte Arrival da hayatımızdaki bu yüce ihtiyacın bulunduğu bir durumu konu edinen, olağanüstü görsellik ve hikâye anlatımına sahip bir sinema sanatı olarak karşımızda. Enemy, Prisoners ve Sicario gibi görece sanatsal filmler ortaya koyan Denis Villeneuve, Arrival’da da bu sanatsal anlatımı korumuş. Önceki filmlerinin de üzerine koyarak çok daha gelişmiş bir sinematografi başarısı sağlayan yönetmen, görüntü ve sesin iş birliği ile etkileyici bir sinema deneyimi yaşatıyor. Olası bir uzaylı ziyaretini konu edinen Arrival’ın başrolünde Nocturnal Animals ve Man of Steel’den tanıdığımız Amy Adams var. Arrival filminin tek büyük sorusu var. “Neden buradalar?” Dünya üzerinde 12 farklı konuma yerleştirilmiş olan uzay gemilerinin bulunma amacı ne ve bu sorunun cevabı nasıl öğrenilecek? Uzaylılar ile iletişim kurmak adına Amerikan bilim insanlarının bir araya geldiği bir üsse, dil bilimi uzmanı olan Dr. Louise de çağrılır. Dr. Louise bir üniversitede akademisyen olmakla beraber yakın zamanda kızını kaybetmiş bir annedir. Üsse katılan bir diğer önemli karakter de fizik profesörü olan Ian Donnelly’dir. Ian, hikaye boyunca Dr. Louise’e yardımcı olacak ana karakterdir. Yol ilerledikçe iki karakter arasında duygusal bir gelişim yaşanır. Bu gelişim, hikayemiz adına oldukça önemli bir konumda; tıpkı Dr. Louise’in kızının vefatı gibi. Çünkü Denis Villeneuve, etkileyiciliği artırmak adına filmin kurgusunu zaman kırılmaları ile hazırlamış. Bu sebeple geçmişin ve geleceğin aynı zaman diliminde gösterildiği bir film izliyoruz. Ve bu durum da filmin hikayesi ile kusursuz bir uyum içerisinde. Dairesel bir çizim diline sahip olan uzaylıları anlamak için gösterilen çaba, filmin anlatım bütünlüğüne oldukça katkı sağlıyor. Uzaylıların, dünyayı ziyaret ettiği bir filmde ana konunun iletişim kurmak etrafında dönmesi, günümüz bilim kurgu filmlerinin yanında oldukça sıra dışı kalsa da etkileyiciliğini artırıyor. Bilim kurguyu temelde sevme sebebimiz olan farklı düşünceler ve olayları aktarabilmesiyken, bunu sağlayan oldukça az örnek var. Arrival bu örneklerden birisi. Öyle ki; oluşturduğu evren içerisinde mantıksal bir bütünlük sağlıyor, detaylarının gerçek hayat ile olan uyumuna dikkat ederek altyapısını oluşturuyor ve bilimin görsel aktarımına büyük bir özen gösteriyor. Vermiş olduğum bu başarı örneklerini sağlayan çok az film var ki Arrival’ın bahsedilmesi gereken başarısını da bu getiriyor: Nadirlik. Her ne kadar sevmiş olsam ve sayfalarca övebilecek olsam da Arrival’da eleştireceğim benim açımdan büyük bir nokta var. Dairesel çizimin zamanın ilerleyişini gösteren sembolik bir anlatım olduğunu öğrendiğimizde, 90 dakikadır takip ettiğimiz filmin taşlarını yerlerine koyabiliyoruz. Merak unsurunu hiç düşürmeden etkileyiciliği daima yüksek tutarak ilerleyen 90 dakikada bize ara sahneler ile gelecekten detaylar veren film, bunların ne zaman yaşandığının bilgisini sonunda veriyor. Bu durum her ne kadar bize son dakika tatmini yaşatıyor olsa da öncesinde görmek isteyeceğimiz birçok detayın kaçtığını düşündürtüyor. Bu düşünce sebebi ile filmin tekrar izlenmesi gerektiğini düşünüyor ve tamamlanmamış hissediyoruz. Elbette sonundaki plot twist diyebileceğim bu durumu anlıyorum ve yönetmenin tercihine de saygı duyuyorum ancak oldum olalı bu twist olayından hazzedemiyorum. Filmleri bir hayatmış gibi benimsiyor ve ona göre izliyorum ancak bu durumu yalnızca ilk seyrimde tam olarak sağlayabiliyorum. Bu öznel durum da ikinci seyirlerimde daima daha eleştirel olmama sebep olurken yaşadığım tatmini de düşürüyor. Dr. Louise, uzaylılar ile iletişim kurmak adına büyük bir adım atarak onlara olan güvenini gösteriyor. Bu güven ardından aralarındaki bir duvar yıkılarak -Dr. Louise’in deyimiyle- tanışmış oluyorlar. Bu duvar, yabancı iki insan arasında sağlıklı iletişim kurulması için kırılan samimiyet duvarı olarak görülebilir. Bu samimiyet oluştuktan sonra iletişim çok daha hızlı ilerleyecektir ki Arrival’da da öyle oluyor. Uzaylılar kendi yazım dilini insanlara aktarıyorlar. Dr. Louise de aynısını yaparak uzaylılara dünya dilini öğretmeye çalışıyor. Dairesel bir çizim diline benzeyen uzaylı dili, yapay zekâ ve bilgisayarlar sayesinde çözülürken; uzaylılar, dünya dilini Dr. Louise aracılığıyla öğreniyor. Bu durum insanlara biyolojik olarak yetersiz olduklarını göstermesinin yanında karşısındaki varlığın ne denli yüce bir konumda olduğunu anlatıyor. Öğrenim süreci ve iletişimin kurulması oldukça yavaş ilerliyor ve bu yavaş süreçte dünyanın farklı devletlerinde uzaylılara cephe alınıyor. Oldukça doğal bir durum olarak gözükse de dünya devletleri kendisine herhangi bir zarar vermemiş olan uzay gemilerine şiddet ile yöneliyor. Bu durum, iletişimini son noktasına kadar ilerletmiş olan Dr. Louise için oldukça zarar verici olacak ki Louise iletişimi tamamlamak adına elinden gelen her şeyi yapıyor. Varsayalım ki günümüzde dünyaya bir uzaylı ziyareti oldu. Aynı filmimizdeki gibi 12 farklı konuma yapılmış olan ziyarette insanlara yapılacak bir teklif var. Bir hediye de denebilir. Ancak karşılığının bir gün alınacağı bir hediye. Uzun uğraşlar sonucu, yapılacak teklifi öğreniyorsunuz. Bu bir silah teklifi. Hatta alt metni oldukça yüksek olacak şöyle bir cümle de kuralım: “Dil en güçlü silahtır.” Sunulan silah, uzaylıların sahip olduğu dilden başka bir şey değil. Gelişmiş bir canlı türü olan uzaylılar, gelecekteki çıkarlarını düşünüyor ve zamanın anlaşılmasını sağlayan dil gücünü paylaşıyorlar. Metnimizin başından beri değinmiş olduğumuz iletişimin gücü, yaratmış olduğumuz diller aracılığıyla sağlanıyor. Uzaylı canlıların oluşturmuş olduğu dairesel dil yapısı ise yalnızca kişiler arası iletişimi sağlamanın değil, zaman ile iletişim sağlamanın aracı.

  • Birdman or (The Unexpected Virtue of Ignorance)

    Birdman veya (Cahilliğin Umulmayan Erdemi), her şeyden önce bir isyandır. Yavaş yavaş sinema sektörünün iki devi olan Disney(20th Century FOX) ve Warner Bros. gibi büyük firmaların finanse ettiği çok büyük bütçelerle yapılıp çeşitlilikten yoksun, gerçekçilikten uzak içerikleri ile sinema sektörüne zarar verdiği inanılan süper kahraman çizgi roman uyarlamalarının film endüstrisine verdiği zarara karşı edilen bir isyan. ''Süper kahraman filmleri bir çeşit kültür soykırımıdır.'' Alejandro González Iñárritu Ama bir isyan ancak bu kadar stilistik olabilirdi. Oyuncu seçimlerinden diyalog yazımına, diyalog yazımından filmin imzası olan tek çekim tekniğine kadar filmin yazarı ve yönetmeni Alejandro González Iñárritu tam bir sanatçı kafasıyla, ince eleyip sık dokumuş ve bizlere de bu 2 saatlik şaheseri sunmuş. Sunmaktan konu açılmışken yönetici ekip kamera karşısında olanlara gösterdiği özeni kamera arkası alanlarda da göstermişler, özellikle de filmin pazarlanma şekline. Birdman, pazarlanış şekli itibariyle bir süper kahraman filmi. Yönetmen süper kahraman filmlerinin beyaz perdede yarattığı etkinin farkında olarak filmin iki konu başlığı olan ''Birdman''i diğer konu başlığı olan ''(Cahilliğin Umulmayan Erdemi)''nden daha büyük ve daha göze çarpar şekilde filmin tüm resmi posterlerine basmış. Elbette de kırmızı fon önünde siyah kuş kostümü giymiş Michael Keaton silüetini eklemiş ki film dışarıdan bakacak birisinin gözüne bir süper kahraman filmi olarak hitap etsin diye. Ancak Alejandro hocam filmin ana fikir başlığı olan ''(Cahilliğin Umulmayan Erdemi)''ni insanların akıllarında bir yer edecek şekilde parantez içine alarak para kapısı olan Birdman yazısının altına ''veya'' bağlacı ile ekleyivermiş. Filmin iki kapağında da filmin drama yönünden ziyade süper kahraman yönlerinin daha vurgulu yapıldığı açık bir şekilde görülebiliyor. Ayrıca filmin başrolünün ve iki önemli yardımcı rolün geçmişte süper kahraman filmlerinde rol almış olmaları da ironik. Ama belki Michael Keaton'un bu filmde başrol oynaması geçmişteki süper kahraman rolü göz önünde bulundurularak yapılmış kasıtlı bir seçim olabilir. Ayrıca filmin, alıştığımız süper kahraman filmlerindeki gibi CGI bir sahneyle açılması da bu illüzyona bir örnektir. Tabi Alejandro hocam filme süper kahraman görmeye gelenleri de boşa gelmiş çıkarmamak için Riggan'ın duygusal olarak yoğun sahnelerindeki duygu patlamalarına metafor olarak çeşitli süper güçler eklemiş. (Bir objeyi elleriyle tutup fırlatmak yerine zihin güçleriyle fırlatıyor vs.) Filmin içeriğine geçecek olursak bunun bir olay hikayesi değil bir karakter hikayesi olduğunu görüyoruz (Süper kahraman filmlerinin aksine). Ana karakterimiz Riggan Thomson 90'lı yıllarda yaptığı popüler süper kahraman Birdman'in sinema uyarlama serisi ile bir zamanların parlak oyuncusudur. Ancak sinema dünyası tarafından en büyük başarısı olarak gösterilen bu film serisi aynı zamanda kendisinin en büyük pişmanlığıdır. Çünkü süper kahraman filmlerinin gerçekçilikten uzak, çeşitlilikten yoksun, düşüncelerin aksine eylemlerin önemli olduğu ve en önemli eylemin kötü adamı yenmek olduğu; en kısasının iki saat olduğu, yeşil perde önünde çekilmiş tonla göz yoran görsel efektlerle yapılmış, vasat hikayelere sahip olan yapımlar oluşu ile Birdman'in yuvarlana yuvarlana bu devasa kar kütlesini oluşturan küçük kartopu olması ana karakterinin pişmanlığının altında bulunan sebeptir. Riggan ayrıca tutkusu olan sinemanın tüm bilinen büyük aktörlerin paranın tatlı varlığına dayanamayıp yavaştan bu janra dahil olmasından da kendisini sorumlu bilir. Hollywood'da yıldızının sönmesi ile New York'ta ünlü Broadway yolunda tiyatro oyunları yazıp yönetmeye başlayan ana karakterimizin süper kahramanlık yılları geride kalsa da tiyatro sektöründe de sinemaya yaptıklarının yansımaları ile karşılaşacak olması kendine bir kefaret yolu olarak biçtiği tiyatroculuk kariyerinin de sona gelme tehlikesi ile karşı karşıya olması demektir. Üstüne üstlük profesyonel meseleler yanında takıntılarının ailesiyle kendini uzaklaştırmasıyla birlikte tüm bu olumsuzluklar ana karakterimizin bunalımına ve kişiliğinin ikiye bölünmesine sebep olacaktır. Ana karakterimiz icra ettiği sanat dalında isminin değerli olduğu ve geliri yüksek olan süper kahraman filmlerine geri dönmek veya ideallerini terk etmeyip kefaret yolunda büyük risk alıp tiyatroda başarılı olmayı denemelidir. Film boyunca çok kez sabrı sınanan Riggan bazen önündeki çözüm yollarını süper kahraman takıntısı yüzünden tercih etmemeyi bile seçer bazen de seçmemeye zorlanır. Ana karakterimiz tiyatroda başarılı olmak için sinemada süper kahramanlar tarafından örülmüş bazı duvarları sahnede yıkması gerektiğini anca o duvarlar aşıldığı zaman geçmişinden koptuğunu kanıtlayabileceğini anlar. SPOILER Ana karakter tüm şartlara rağmen tiyatro gösterisinde sahneye çıktığında oyun içinde gerçeklik namına devrim yaratacak bir hareket yaparak kendini kafasından vurarak intihar edeceği sahnede elindeki tabanca ile burnuna ateş edip sahnede gerçek bir aksiyon ile gerçek kan akıtıp, oyununu eleştirisinde yerden yere vuracak olan ve tıpkı Riggan gibi süper kahramanlara takık olan eleştirmen Tabitha'nın bile onun yaptığı bu devrimi kabul etmesine sebep olur. Filmde o noktaya kadar defalarca kez Riggan'ın süper güçler kullanışının aslında onun zihninde olduğunu ve aslında tüm o gördüklerimizin gerçekte olanın süper güç metaforu ile bize aktarımı olduğunu görmüştük. Bununla beraber ana karakterimizin aynı zamanda intihara meyilli olduğunu da görmüştük. Bu sebeple sinemada intihar ettiği sahne karaktere karşı beslediğimiz ''Acaba kendini öldürecek mi?'' sorusuna bir yanıttı. Ancak Riggan başarılı olup bunalımını sona erdirdiğinde estetik ile yeni burun ameliyatı olduğu bir hastanede gururlu şekilde camdan aşağı bakarken cama tırmanıp kendini boşluğa bırakıyor. Kameranın sabit kaldığı bu sahnede bir süre sonra Riggan'ın kızının odaya geldiğini en son camdan dışarı baktığında güler bir şekilde yükseğe doğru baktığını görüyoruz. Bu da demek ki ana karakterimizin süper güçleri gerçekten de var. Sonuca gelecek olursak, ana karakterin filmin başından beri bu kadar büyük bir öfkeyle süper kahramanlara takık olmasının sebebi kendisinin süper güçleri olması. Bu demek ki tam anlamıyla kendinden olan bir şey en büyük tutkusuna büyük zararlar vermiştir. Kendisini ispatladığında da orijinal benliğine geri dönmüştür. Bu ya da kızının kafası güzeldi ve babasının uçtuğunu felan gördü. :P Uzun uzadıya size film özeti edalarında ana karakterin takıntısını anlatmam filmin sonundaki büyük açıklamanın ağırlığı hakkında fikir sahibi olabilmeniz içindi. SPOILER BITTI Gün geçtikçe filmlerin içeriğindeki aksiyonun arz ettiği önem taşıdığı duygunun arz ettiğinin önüne geçiyor ve bunun en büyük sorumlularından biri süper kahraman filmleridir. Süper kahraman filmlerinin dominasyonundan önceki aksiyon filmleri aksiyonuyla tatmin etse de sinemada yapacağı sükse diğer kategorilerin filmlerinden çok daha fazla olmayacağı için sektörü tehlikeli ölçüde değiştirebilmesi gibi bir tehdit yoktu. Şimdi ise çizgi romanlardan tanınan karakterlerin ana karakter olduğu filmler Bir milyarın altında gişe yapmıyor. Önünde sonunda firmalar da insana daha çok dokunacak, aktardığı düşünceler ile bize kendimizi sorgulatacak ve en önemlisi içerdiği oyunculuklar ile bize ''Vay be'' dedirtecek günlük hayattan kopup gelen filmlerden vaz geçip bu fantezi dünyasına hiç geri dönmemek üzere adım atacaklar. Bu sebeple ana karakterimiz Riggan Thomson'un bu sektörden kopup gelip tiyatroculuğu benimsemesi tiyatro dünyası eleştirmenleri tarafından karşı çıkılan bir durum olmuştur. Öyle ki artık pratik efektlerin kullanımının günden güne azaldığı dünyamızda görsel efektler geleceği temsil eden bir çok teknolojiden biri. Görsel efektlerin kötü olduğunu söylemiyorum asla ama artık aksiyon filmlerinde bile zaman kaybı olmaması için görsel efekt kullanan ve izlediğimiz görsel sanattaki görsel kaliteyi düşüren çokça yapımcı ve stüdyo var. Tom Cruise'nin bu sektörde tutunabilmesinin en büyük sebebi zaman veya para kaybını umursamadan icra ettiği sanat dolayısıyla hala olabildiğince pratik efekt kullanma takıntısıdır. Filmde Riggan'ın burnuna ateş etmesi, görsel efektlerin olmadığı bir sektörde herhangi bir pratik efektten daha gerçek olmasıyla devrim niteliğinde bir hareket olmuştur zaten ve kendisinin de sinema sektöründen geliyor olması da bu devrimi desteklemiştir. Son olarak Birdman'da da vurgulandığı üzere bu filmlerdeki bireysel oyuncu performanslarının öneminin azalmasıyla aktörlerin yavaştan aktör olmaktan çıkıp sıradan bir internet ünlüsü olması ve bu niteliksiz roller için inanılmaz paralar almaları durumudur. Bu sayede sanatçı bile olmayan sözde oyuncuların sektörü ele geçirip şımarık tavırları ile içinde bulunduğu işleri bozmaları film içerisinde Edward Norton'un oynadığı Mike Shiner karakterinin daha hiçbir süper kahraman filminde oynamamış olmasına rağmen şımarıklıklarıyla oyunu bozması ve Riggan yerine başkasını baktığında role uygun gördüğü herkesin büyük marka olmuş sinema işleriyle meşgul olmasına isyan etmesi bu durumun iyi bir özetidir. Edward Norton'un oynadığı Mike Shiner sahne malzemesi olarak elinde olan gin şişesi içindeki içecek gerçek gin değil diye seyirci önünde oyunun ön izlenimini bozuyor. Kapanış Bu eleştiride Alejandro González Iñárritu'nun şaheseri olan Birdman veya (Cahilliğin Umulmayan Erdemi)'nde verilmek istenen mesajları anladığım kadarıyla açıkladım. Ben süper kahraman filmlerine düşman birisi değilim hatta çoğu süper kahraman filmi yukarıda yazdıklarımın aksinde nitelikler sunabilmiştir beyaz perdeye ancak 2019 yılında Avengers: Endgame ile çizgi roman uyarlamalarının babası diyebileceğimiz Marvel'da bile gözle görülür bir düşüş var ama buna rağmen gün geçtikçe süper kahraman işlerinin niceliği artarken niteliği azalıyor, niteliğin azalmasına rağmen de gişe hasılatlarında veya TV reytinglerinde azalmalar olmuyor. Robert Downey JR. ve Chris Evans gibi aktörler Marvel kontratlarındaki 10 film opsiyonundan erken çıkabilmek için cameo vari kısa rollerle çeşitli Marvel filmlerinde yer bile almıştır Alejandro González abimizin ön gördüğü sebeplerden ötürü. Öyle ki Robert Downey JR. kontrattan tamamen çıktıktan sonra Instagram hesabından Marvel ile bağlantılı tüm hesapları takipten çıkmıştır. Sonuç olarak; biz ne dersek diyelim, ne kadar katılırsak veya katılmazsak fark etmez Alejandro González Iñárritu Birdman'ın çıktığı 2014 yılından bu yana haklı çıktığı ve haksız çıktığı farklı zamanlar olmuştur. Bu filmde verilmek istenen net mesaja karşı son söz siiz izleyicidedir.

  • Her Şey Her Yerde Aynı Anda

    25 milyonluk bütçesiyle ve görsel efektlerini yönetmenler dahil 9 kişinin yapmasıyla "düşük bütçeli bilim-kurgu"olarak geçen Her Şey Her Yerde Aynı Anda, 2022'nin favori filmlerinden biri. Esas düşüncemi başta yazayım: Bu film, The Matrix Resurrections'ın olmak istediği şey. 2022'de Matrix böyle olmalıydı. Her Şey Her Yerde Aynı Anda, The Matrix Resurrections'tan daha "The Matrix 4." Fakat filmi sevdiğimi düşünmeyin. Sevmedim. Ama daha çağa uygun diyorum çünkü yönetmenleri bizden, 87-88'li iki ABD'li. Resurrections'ı eleştirme sebebimiz Lana'nın "bu çağda Matrix böyle gevşek olur" der gibi karakterler ve olaylar yaratmasıydı. Doğru tanıydı fakat kendisi olayı biraz yanlış yansıtmıştı. Esas çağın ruhu; odaklanamayan insanlar, paralel evrene olan inanç, kimi insan için enerji muhabbetleri...ama hiçbirinin pek de önemli olmaması. 90'larda geleceğe ümitle ve heyecanla bakılırken 2022'de "dünya yok oluyor ve bunu düzeltebilecek konumda değiliz, bireysel olarak da bir etkimiz yok, dünyanın ta ..." bakış açısı mevcut, bence. Bu noktada film tam olarak 2000'lerin, Z kuşağının kafa karışıklığını ve hızını yaşıyor/yaşatıyor fakat bir eksisi var: 139 dakika. Uzun. Sanıyorum Marvel fanlarını filme çekebilmek için bolca aksiyon sahnesi koymuşlar fakat benim için "Netflix iyi ki onar saniye sarmaya izin veriyor" dedirten kısım bunlar oldu. Geçerek izledim. Filmin ana hikayesi, normalde yapmayacağı absürt şeyleri yaparak paralel evrenlere geçebilen (kulakta bir alet de var ama açıklanmıyor) bir kadının, her yere gidip her şeyi gören bir üst varlığa dönüşen düşmanını (spoiler vermeyeyim) alt etmeye çalışmasını anlatıyor. Belki bu karakterdeki twist sevilir, her yere gidip her şeyi gören karakter ulvi ermiş biri falan değil, her şey önemsiz koy g*tüne diyen bir karakter. Filme over-reading yaparsak çok şey çıkarırız ama ben düz bakmak istiyorum. Bu film Z kuşağı paketine giydirilmiş eğlenceli bir "drama." Aslında göçmen bir ailenin, gittiği ülkede pek bir şey başaramamış kızının hikayesini izliyoruz. Neo çok yetenekli biriydi ve seçilmiş kişiydi, 90'larda kendimizi öyle hissediyorduk. Evelyn bu dünyada bir halt yapamamış bir karakter hatta evrenler arasında da en beceriksiz olanı. Siz böyle hissetmiyor musunuz? Belki başka bir evrende sizin yapamadıklarınızı yapan çok daha başarılı bir versiyonunuz vardır. Ona ulaşıp yeteneklerini alabilmenin hayali bu film. Filme üst okuma yapmayayım dedim ama sosyolojik bir çıkarım yapmak istedim: bu film ümidini kaybeden kendini beceriksiz hisseden insanlığın hikayesi, ama tiktok kurgusuyla. Filmin mizahi bir yanı var, fakat bana çok düz çok basit şakalar gibi geldiği için ben aksiyon-bilim kurgu olarak izledim. Düzgün kurulmuş mizahi yapılar değil de, yanlış hatırlanmış şeyler veya paralel evrene geçtiğinde oluşan absürt durumlar gibi şakalar. "Düşünsene kanka bi evrene gidiyorsun parmak yok sosis olarak evrimleşmiş puhahaha" gibi. Bu arada filmin bir noktasında şunu düşünmeden edemedim, "ulan benim master bitirme projem az çok böyle bir filmdi :D" Kurguyla zaman mekan atlayan bir adamın hikayesini çekmiştim. Benim ilhamım sanıyorum Cloud Atlas'tı. Bu filmin de ilham aldığı şeyler arasında bariz şekilde Wachowski filmleri var tabii. Tabii Nolan'ın Inception'ını da unutmamak gerek. Bu film bu kadar ünlü oldu, belki ileride kült kabul edilecek. (gerçi bu dönemde bu kadar tuttuysa gelecekte tekrar keşfedilip tapılan bir film olacağını sanmıyorum) Size esas kült filmi göstereyim sevgili okurlar. Eski nesil bilir, yeni nesil izlememiştir. Karşınızda David Cronenberg üstadımın 1983 yapımı filmi Videodrome Oradan da eXistenZ'e geçersiniz.

  • Gerçeğin Dansı (La danza de la realidad) - Alejandro Jodorowsky

    Yaşlı bir adam, çocukluğunda başına gelenleri anlatsa ne kadarını hatırlayabilir? Nasıl ifade edebilir? Bu adam bir de dünyanın en yaratıcı, deli, sürrealist, tutkulu yönetmenlerinden biri olan Alejandro Jodorowsky olursa ve hikayeleri büyük bütçeli film aracılığı ile anlatırsa film ne kadar kaotik, sürreal olabilir? Jodorowsky, çocukluğunu karikatürize ederek anlatıyor tabii ki. Birçok mekan, insan, olay temsili olarak gösteriliyor. Şu an 93 yaşında olan Jodorowsky, bazen filmin içine girip çocukluğunu yüreklendiriyor. Çocukluk hali hüzünlendiğinde, ümitsizliğe kapıldığında ona gelecekten iyi haberler veriyor. Alejandro Jodorowsky, yarı otobiyografik bu filmi için 1930'ların Şili'sindeki çocukluğuna geri dönüyor. Filmin başında her şey, genç Alejandro ve onun babası Jaime ile şiddet dolu, baskıcı kişiliğinin çocuk üzerindeki etkisini acılı bir şekilde görürken; çocuğun annesi, tüm diyaloglarını bir opera divası gibi şarkılaştırarak konuşuyor. Alejandro’yu şefkatiyle sarıyor; babası tarafından, farklılığı yüzünden başına gelen yaraları sarıyor. Jodorowsky'nin çocukluğu, yalnızca ebeveynleri tarafından değil, aynı zamanda Ukraynalı ve Yahudi kimliğinden dolayı dışlanma ve gruptan izole edilmesiyle de gösteriliyor. Filmin hüzünlü yapısı devam ederken Jodorowsky'nin aklında canlandırdığı gerçeküstü ve bazen mizahi görüntüler filmi salt drama yapısından çıkartıyor. Bazı sahneler için komedi filmi de diyebiliriz pek ala. Jodorowsky, sihir, rüyalar ve melankoli dolu çocukluğuna dayanan bu sürreal başyapıtla bizi, kendisinin küçüklüğündeki anlara götürüyor. Babasını, kendi oğlu Brontis Jodorowsky oynuyor. Babası; Ateist, Rus, Yahudi ve komünist birisi olarak kendi yöntemleriyle oğluna sert davranarak Alejandrito'yu (Jeremias) “adam yapmaya” çalışıyor. Fantastik imgelemler ve takıntılar diğer filmlerindeki örüntülerle aynı: sirk insanları, travestiler, bilgeler, rahipler, canlı renkler ve sakat uzuvlar. Ama bu sefer, sadece şok edici bir Freak Show gösterisi için orada değiller; protest, haklarını arayan, idealist bir topluluk olarak gösterilmişler. Filmin bir sekansı, çocukluk anılarından kopuyor ve at üstünde askeri diktatör Ibanez'e suikast düzenlemeye çalışan babayı, Santiago'ya kadar takip ediyoruz. Generalin güvenini kazanmayı başarmaya çalışırken elleri aniden felç olduğu için fırsatı kaçırıyor. Buradaki geçişin ve babanın bu yolculuğunun, başta gösterilen otoriter ve her şeyi kontrolü altına almaya çalışan baba figürünün çöküşü olarak nitelendirildiğini düşünüyorum. Jodorowsky'nin diğer çalışmalarından temalar ve fikirler sık sık ortaya çıkıyor: din, maneviyat, ideoloji, beden… Bu sahneler, aşırı renkli set tasarımı ve figürasyonu bol kompozisyonlarla, geniş açıda birleştiğinde, The Holy Mountain veya Santa Sangre'deki gibi büyüleyici ve tuhaf bir Jodorowsky evrenine tekrar geçiş yapıyoruz. Jodorowsky geçmişiyle hesaplaşan, çocukluk travmalarını yetişkin farkındalığıyla çözümlemeye çalışan biri. "Gerçekliğin Dansı"nın iki yarısı muhtemelen birbiriyle tam olarak örtüşmüyor ve hikâyenin sonunda tam olarak bir araya gelip gelmediği tartışılabilir. Alejandro Jodorowsky'nin filmlerinde böyle şeyler pek önemli değil. O, izleyicileri gerçek bir yolculuğa çıkarmakla ve onlara, sinema hayatlarında daha önce hiç deneyimlemedikleri ve gelecekte de yanlarında olmaya devam edecek görüntü ve fikirler sunmakla çok daha fazla ilgilenen bir yönetmen. Jodorowsky Sineması Western EL TOPO tek başına tüm “gece yarısı filmi” fenomenini başlatmış; devamı olan THE HOLY MOUNTAIN, John Lennon'un Jodorowsky delisinin filmlerini kendisini tanıdıktan sonra bizzat Lennon tarafından finanse edilmesine neden olmuş. Birlikte zaman geçirmişler. 2021'de tekrar gündeme gelen DUNE uyarlamasında, aslında ilk olarak Orson Welles'ten Pink Floyd'a ve Salvador Dali'ye (aktör olarak!) o dönemin en önemli müzisyen, ressam ve oyuncularına kadar hepsi filmde yer alacaktı. Ancak Beatles menajeri Allen Klein ile yaşanan anlaşmazlık, Hollywood için bütçesinin çok yüksek olduğu gerekçelerle bu proje iptal edildi. İspanyolca bir sitede şöyle bir ifadeye rastladım: "...Bana göre, bir yönetmen olarak yeteneği tartışılmaz. Filmleri ani ve beceriksizce çekilir, ancak belirli bir görsel güç inkar edilemez... ...Film çalışmalarının takipçileri, Jodorowsky'nin bizi tuzağa düşüren sınırlamaları yok etme cesaretinin bir ürünü olan yaratıcılığını ve özgünlüğünü övüyor. -Filmleri farklı çünkü anlatısal bir ipe bağlı değiller, çünkü çok fazla sembolik unsur ve yüksek dozda gerçeküstücülük içeriyorlar. Yani mantığın sınırlarına boyun eğmezler. -Filmleri farklı çünkü birçok deforme olmuş varlık, uzuvları kesilmiş insanlar ve cüceler içlerinde dolaşıyor. Yani estetik yasalara uymaz. -Filmlerinde kan, seks, her türden sapıklık var. Yani ahlak yasalarına boyun eğmezler. Hatta yedinci sanatın kodlarına bile uymadıklarını söyleyebiliriz." Filmlerdeki sembolik yapının anlamlarını algılamaya çalışmak nafile olabilir. Holly Mountain, El Topo yılı, ülkesi ve dönemin sosyolojik durumları altında çekilen ve tiyatro, kabarede ustalığı olan birisinin elinden çıkan eserler. Jodorowsky, herhangi bir uyuşturucu madde, alkol kullanmamakla birlikte, filmlerin insanlarda bu maddeleri kullanmış gibi bir etki bırakması üzerine kurulu bir sinema anlayışına sahip. 70 dönemi filmlerini özellikle bu açıdan değerlendirdiğimizde alt metni anlamadan dahi gördüğümüz şeylerin büyüsüne kapılıyoruz. West Anderson gibi geniş açıda, bir sürü insan, figürlerle sahne tasarlıyor; ancak West Anderson gibi doğrusal hikaye anlatıcılığı yerine şiirsel ve sürreal bir anlatı oluşturuyor.

  • Eternity And A Day: Söyle Bana, Yarın Ne Kadar Sürecek?

    "Neden anne? Neden hiçbir şey beklediğimiz gibi olmuyor? Neden çaresizce çürümek zorundayız acı ve arzularla ikiye bölünerek? Neden hayatımı sürgün geçirdim? Neden yalnızca o nadir anlarda kendimi evimde hissettim... Neden? Söyle anne, neden sevmeyi bilmiyoruz?" Theo Angelopoulos, yaklaşık 50 yıl önce çektiği ilk filmi Anaparastasi (Reconstruction / Yeniden Yaratma) ile hiç şüphesiz ’'Yeni Yunan Sineması’’ nın doğuşunu gerçekleştirmiş ve 1970’te başladığı bu serüvenden hayatının son anına kadar birbirinden güzel şaheserlere imza atmıştır. Angelopoulos sineması başlı başına bir deryadır, bir de Eternity And A Day ise mevzu, işte o zaman akan sular durur benim için… Bu filmi tanımlamak zordur, izlerken hisleriniz akıntıya kapılmışçasına oradan oraya sürüklenir, ne hissedeceğinizi bilemezken bulursunuz kendinizi ve nihai hissiniz tatlı bir hüzün olur. İşte bu yüzden Eternity And A Day benim için; hafızası, onu dünyadaki son gününde hayatının manzarasında gezdiren bir sanatçının, akıldan çıkmayan şiirsel bir vedasıdır. Film kaba bir tabirle, ölümcül bir hastalığa yakalanmış ünlü Yunan yazar ve şair Alexandre (Bruno Ganz) ‘nin, ölmeden önceki son gününü anlatmaktadır. Onun için ölmek, geçmişi gözden geçirmek ve başkalarıyla bağlantı kurmak için hayatta bir kez karşılaşılabilecek bir fırsattır. Konusu itibariyle çok da alışılagelmişin dışında bir konu olmadığı kabul edilebilir. Ancak Angelopoulos, bir insanın hayatının anlamı üzerine olan bu sıradan anlatıyı, kamerayı ana karakterin düşüncelerinde gezdirircesine kullanarak adeta büyülü şekilde anlatmaktadır. Filmde, duygulu ve yorgun, geçmişi hakkında derin bir kararsızlığı olan yazar Alexandre ana rolü, başta Marcello Mastroianni tarafından oynanacaktı; ancak Mastroianni’nin hastalanması üzerine Angelopoulos bu rolün, tam da Alexandre’nin deneyiminin ağırlığının elle tutulur bir hissini veren Bruno Ganz tarafından canlandırılmasına karar verir, iyi ki de öyle yapar. Ganz filmde performansını aslen Almanca canlandırmış ve kendisine Yunanca dublaj yapılmıştır. Ancak dil, görüntü ve hafıza için o kadar ikincil plandadır ki, Ganz’ın performansının Yunanca’ya çevrildiğini öğrenmek dahi filmin mükemmelliğinden bir şey eksiltmez. Film, ikisi de görünmeyen, yalnızca birinin adı Alexandros / Alexandre olan iki çocuk arasında geçen ve kulak misafiri olduğumuz bir diyalogla başlar: ‘’Dedem, zamanın kıyıda zar atan bir çocuk olduğunu söylüyor.’’ Alexandre’nin çocukluğunu anımsadığı bu açılış sekansından Theo Angelopoulos, bizi bir kez daha başarıyla, her zaman ana hedeflerinden birine kilitliyor: zamanın geçişi ve onun görsel olarak nasıl temsil edilebileceği… Angelopoulos’un filmlerindeki en güzel şeylerden birisi de hiç şüphesiz, tüm zamansal ve uzamsal sınırların silinerek her ikisinin de tek bir dünyada birleşebilmesidir. Sürekli hareket eden uzun, yavaş çekimlerin tekrar tekrar kullanımı Angelopoulos’un görsel stilinin bir imzası olmuştur. Kendisinin de dile getirdiği gibi: ‘’Filmimin karakterleri, zaman ve mekân yokmuşçasına zaman ve mekânda yolculuk ederler.’’ Dairesini, Selanik’in gri sahil sokaklarına bırakmadan önce (Filmin geri kalanında dairesine geri dönmeyeceğinden), Alexandre son kez ses sistemini açar ve Eleni Karaindrou’nun o mükemmel bestesi olan ‘’Sonsuzluk Teması’’ çalmaya başlar. Açık penceresini kapatmaya yönelir ve otuz saniye içinde sokağın karşısındaki açık pencereden aynı şarkı ona çalınmaktadır. Seslendirmeyle bu garip olgu açıklığa kavuşur. ‘’Son birkaç aydır dünyayla tek temasım, bana her zaman aynı müzikle cevap veren bu bilinmeyen komşum oldu. Onlar kim? Nasıllar? Bir sabah gidip onlarla tanışmak istedim ama sonra fikrimi değiştirdim. Belki onlarla tanışmak yerine onları hayal etmek daha iyidir.’’ Komşuyu hiç görmüyoruz. Ne olay tekrar ediliyor ne de Alexandre buraya tekrar dönüyor. Yine de burada onlarla tanışmak yerine onları hayal etmenin daha iyi olabileceği fikri, kahramanımızın ölen karısının yarı hayali görünümüyle geri dönüyor. Alexandre, ölmeden önceki son gününde hastaneye yatışını gerçekleştirmek üzere yola koyulmuşken, tek yoldaşı olan köpeğini emanet edebilmek için kızını (Iris Hatziantoniou) ziyaret etmeye gider ve bu ziyaret esnasında kızına, annesi Anna (Isabelle Renauld) tarafından yazılan mektupları verir. Bilirsiniz ki mektuplar, insan sıcaklığının ve varlığının bir temsilcisi haline gelmiş geçmişin en büyük kalıntılarıdır. Kızı mektuplardan birisini yüksek sesle okumaya başladığında, Alexandre balkona doğru yürür ve yüzündeki tebessümle, Anna’yı ortaya çıkarmak için perdeyi aralar. Alexandre film boyunca Anna’yla çeşitli zamanlarda karşılaşmaya devam edecek olsa da bu sahnede hatırladığı anı, onun hayatına dair pişmanlıklarını hissetmeye başladığı ve hayatının çoğunu neden onu en çok sevenlerden sürgünde geçirdiğini sorgulamaya başlayacağı ilk anı olacaktır. İşte Alexandre’nin yolculuğu, birazdan başlamak üzeredir… O -ya da biz- o son mükemmel güne nasıl ulaşacağına dair herhangi bir fikir edinmeden önce, Alexandre’nin yolu, 9-10 yaşlarında arabasının ön camını silen bir çocukla (Achilleas Skevis) kesişir. Işığın değişmesini beklerken camları temizleyen küçük çocuk, tatlı bir gülümsemeyle bahşişini bekler ve Alexandre de aynı şekilde gülümseyerek çocuğa ödemesini yapar. Çocukla çok farklı koşullar altında tekrar karşılaştığında, kendisini tamamen beklenmedik bir maceraya kaptırır. Alexandre bu çocuğun, komşu Arnavutluk’un Yunanca konuşulan bölgesinden gelen binlerce yasa dışı göçmenden birisi olduğunu ve sokakta yaşadığını öğrenir. Onu zengin Yunanlılara gizlice çocuk satan bir çeteden parayla satın alarak kurtarır ve Arnavutluk’taki büyükannesine geri götürmeye çalışır. (Başta çocuğun yalan söylediğinden ve büyükannenin var olmadığından habersizdir.) Bu, Angelopoulos filmlerinde çok önemli bir bileşen olan ‘’yolculuğun’’ da başladığı sahnedir. Angelopoulos, muhteşem şekilde fotoğrafladığı bu film boyunca, terk edilmiş çocuğun basit, beklenmedik dostluğuna tutunurken, kahramanın hayatından önemli anları ona yeniden yaşatarak şimdi ve geçmiş arasında pürüzsüz bir geçiş yaratmaktadır. İlginç bir şekilde, geçmişe dönüş sahnelerinde de Alexander, daha genç bir aktörden ziyade yine Ganz tarafından canlandırılmaktadır. Alexandre yolculuğu boyunca, ölümü aşmasını sağlayacak bir köprü bulmayı ummakta ve bu köprünün, fiziksel olarak var olup olmayacağına bakılmaksızın onu hayatta tutacak kelimeler olduğuna inanmaktadır. Eternity And A Day, The Suspended Step of the Stork (1991) ve Ulysses’ Gaze (1995)'den sonra Angelopoulos’un ‘’Sınır Üçlemesi’’ nin son bölümüdür. Ancak filmde ele alınan sınır, fiziksel bir sınır değildir. Bizi kuşatan yaşam ve ölüm arasındaki sınırdır. Alexandre sonunda Arnavut çocuğa veda ettiğinde, bu dünyayı barış içinde terk etme kararlılığını hissediyor gibi görünmektedir. Çocuk fiziksel bir sınırı geçerken, Alexandre mecazi bir sınırı geçer ve nihayetinde ikisi de özgürlüğüne kavuşur. Felsefi Yaklaşımlar Filmin başında ilk felsefi yaklaşım ‘’Zaman nedir?’’ sorusuyla başlamaktadır. Film ilerledikçe zamanın anlatımının iç içe geçtiğini ve geçmişin, bugüne ev sahipliği yaptığını görürüz. Geçmişe döndüğü sahnelerde Alexandre, hayatını edebiyat ve şiirlerle geçirirken ailesini ihmal ettiğini hatırlamaktadır. ‘’Tek pişmanlığım Anna, hiçbir şeyi bitirmemiş olmak. Her şeyi taslak olarak bıraktım, şurada burada sözcükleri parçaladım…’’ Filmde varoluşsal sorgulamalar da oldukça yoğundur. ‘’Yarın’’ sembolik bir zamandır. Geçmişin bir sonu vardır ve Alexandre yarının sonsuzluğunu yaşayabildiği kadar vardır. Varlığını kendi zamansallığı aracılığıyla deneyimleyebiliyorsa, ölümünü de ancak zamansallığını idrak ederek anlamlandırabilir. Ayrıca filmde, Alexandre’nin anlam arayışını da gözlemliyoruz. Sadece tamamlayamadıklarından pişmanlık duymaz, aynı zamanda anlam peşinde koşmaktan da umutludur. Hayatı boyunca aradığı kelimelerin aslında ne anlama geldiğini, ona nelerin acı verdiğini araştırmaktadır. Annesini ziyareti sırasında kurduğu cümlelerle aslında hayatını gözden geçirmekte, hangi duyguları yaşadığını, ne açıdan eksik olduğunu, nasıl yaşayabileceğini sorgulamaktadır. Angelopoulos’un tüm filmleri bir maceradır. Ona modern zamanın Homeros’u demek abartı olmayacaktır. Herhangi bir ortamda çok az yönetmen, yolculuğu ve zaman kavramını, yaşam ve ölümün döngüsü için böylesine güçlü bir metafor olarak kullanabilir. Bu filmde zaman ana temadır. Heraklitos’un dediği gibi: ‘’Zaman nedir? Zaman, denizin kenarında çakıl taşlarıyla oynayan küçük çocuktur.’’ Hepimiz sadece komşuyuz, müziğimizi pencerelerden çalıyor, duyulmayı umuyoruz.

  • Süpermen, süpermen olmak lazım bazen. (Her Şey Çok Güzel Olacak 1998)

    Her Şey Çok Güzel Olacak, bir Cem Yılmaz filmi olmayan en iyi Cem Yılmaz filmidir. Yılmaz, film kariyerinin başında olduğu için yönetmen kendisi değildir; oyuncu olarak filmin ana damarıdır. Mazhar Alanson ise zaten MFÖ ile Türkiye’nin en iyi müzik gruplarından birinin efsanevi solistidir; ancak oyunculuk yeteneği en az müzisyenliği kadar iyi olduğundan, Cem Yılmaz ile birlikte o dönem mükemmel bir kimya oluşturmuşlardır. Çünkü Cem Yılmaz, kendi ifadesine göre müzik yapmayı “yeteneği limitli” olmasından dolayı hobi olarak görüyor. Ancak stand-up komedyeni olarak, film aktörü olarak müzik kulağının olduğunu ve şarkı söyleyebildiğini, yapımlarında ve sosyal medya paylaşımlarında görüyoruz. Yılmaz ve Alanson'un müziğe karşı tutkularının olması ayrı bir kimya oluşturuyor. Her Şey Çok Güzel Olacak filminde yer alan “Bilemiyorum Altan” repliği yeni kuşak için de sık sık kullanılan bir deyiş halinde. Film için oluşturulmuş müzikler günümüzde hala popülerliğini sürdürüyor. En azından belli bir kuşak için. Ömer Vargı'nın yönettiği filmin yapımcılığını Filma-Cass adına Mine Vargı üstlenmiş, görüntülerini ise Garry Turnbul çekmiştir. Cem Yılmaz'ın Mazhar Alanson ile başrollerini paylaştığı ilk sinema deneyimidir. Ayrıca Cem Yılmaz bu filmin senaryosunda da yer almıştır. Film, Cem Yılmaz’ın o dönem stand-up komediliği kariyerini sömürmek yerine klasik bir drama çatısı altında iç amaçları, engelleri, çatışmaları olan komple bir film olarak tasarlanmış. Parası olan, düzenli, tertipli “ama” obsesif bir abi ile, para sıkıntısı çeken, düzensiz, “hayalperest” kardeş arasındaki karakterler çatışmaları, tabiatıyla hem dramatik hem de komik sahnelerin yer almasına neden oluyor. Diğer engeller/hedefler ise Altan’ın (Cem Yılmaz) karısına karşı kendini ispatlamaya çalışması / bunun için bar açılması / bar için paraya ihtiyaç olunması / para için aile, mafya ilişkilerinin içinde olayın kaosa dönmesi üzerine ilerliyor. Buralarda karakter değişimi olarak Mazhar Alanson’un (Nuri) Altan’ın her türlü tehlikeli eylemini sineye çekip, kendi konfor alanının dışına çıkma isteği izleyicide rahatlık yaratabilir. Konfor alanımız bizi tehlikelerden korurken aynı zamanda haz ve zevk dürtülerimizi de köreltebilir. Burada Nuri, konfor alanından çıktıktan sonra bir de Akdeniz’de aşkı bulunca artık Altan kadar “dengesiz, cahil cesaretli” bir karakter değişimine girebiliyor. Mafya ile böyle savaşıyorlar. Küçükken Tolga diye bir arkadaşım vardı. Yaşlarımız epey küçük tabii. Filmin tanıtımları dönerken bir rüya sahnesinde Altan, bara gidip “Tolga Naber?” dedikten sonra taranıyordu. Eh 90 doğumlu olan çocuklar olarak böyle bir sahne bizde ne iz bıraktı bilemeyiz ama filme karşı ilgimizi pekiştiren bir durumdu. Bu tür nedenlerden dolayı ilk yazılarımı hep en erken dönemde bana etki eden filmler üzerinden yazmayı tercih ediyorum. Umutlar, Hayaller, Hayatlar. Porshe, bir eczacı için çok uzak bir hedef olabilir ama bir arzu nesnesi. Altan için yani hiçbir işi olmayan birisi için pub/bar açmak ise imkansız bir hedef (legal yöntemlerle). Dolayısıyla hayatta arzularımızın peşinden giderken her şeyi kitabına göre yapmak için bazı insanlar 40 sene sebat ediyor bazı insanlar da illegal yöntemlerle bunları elde edip yakalanmayana kadar bir tedirginlik riskiyle zevkini çıkarıyor ya da daha da kötüsü daha düşük arzuların yaşanacağı yerlere düşüyorlar. Hapis gibi mesala. Bu yüzden filmin şarkı sözleri, filmin erişilmesi güç arzuları için çok güçlü nitelikte. Bir zamanlar fırtınalar estirirdim şarkı sözlerine bakalım: İnsan olmak yetmez, yetmiyor zaten süpermen, süpermen olmak lazım bazen (burası Altan’ın bar arzusu). Nasıl da yeniden aşık oldum ben? Bu sevda bambaşka avare eden, ne bileyim ben (Bilemiyorum Altan repliği bu kısımla alakalı olabilir mi acaba?) Bu ne biçim Hikaye Böyle Şarkısında ise: Bu ne biçim hikaye böyle Hasta mısın nesin bana söyle Gel gidelim güneylere Yenilenip dinlenmeye Deliyim ben aslında Senin gibisin' sevmekle Deli. Buraya kadar Altan’ın mentalitesi. Buradan sonrası da Nuri (Mazhar Alanson’un) her şeyi kabullenişiyle alakalı olabilir. Konfor alanından çıktı, zorluklar yaşadı. Ancak üzerindeki ölü toprağını atabildi. Bir kere olsun aşkı yaşadı belki de. Ancak yine de bize göre değil. Hayat zor. Evet, Altan. Yenge de aldattı seni ama hayat böyle. Başarısız olduysan oldun Yıkma kendini zaten yorgunsun Ya bu deveyi güdersin Ya bu diyardan gidersin Ya vazgeçer unutursun Ya da yolun açık olsun Hadi.

  • Duvara Karşı, Gegen die Wand, (2004)

    Duvara Karşı çok kompleks bir film. Filmi özel kılan en önemli unsurlardan biri, filmin gri tonda olması. Mutlak sonuçlar çıkarmadan, karakterlerin kendine has mücadelelerini gösteriyor. Döneminde (2004) başrollerinin gerçek hayattaki kimliklerine yakın olması, "Alamancılık" diğer önemli unsurlar. Karakterlerin, olayların, şehirlerin siyah ve beyaz kadar zıt yansıtılmaması, filmi gerçeğe yaklaştırıp samimi kılıyor. Fatih Akın, Alamancılık ile ilgili tespitlerini filmin her yerine serpiştirirken; Sibel karakterinin, tutucu ailesinin baskısı ile özgür olmak arasındaki çatışmasını ve Cahit karakterinin varoluşçuluk, yalnızlık, aidiyetsizlik buhranıyla birleştiriyor. İki karakter de rehabilitasyon kliniğinde denk geldiklerinde win-win bir anlaşma içerisine giriyorlar. Filmin, o zamana denk yapılan diğer Türk filmlerinden ayrı olmasındaki (ki Duvara Karşı resmi olarak Alman filmi) en büyük unsur, karakterlerinin ne çok iyi ve de ne çok kötü şekilde yanısıtılmış olması. Neyse o. Burada salt gerçekliğe yaklaşmanın filmi sıkabilme ihtimalini Akın, dinamik kurgu ve sahne geçişleriyle geçiştirmiş. Bazı sahneler, kullanılan müziklerin üzerinde o kadar klip havasında duruyor ki o kısmı alıp, müziğin resmi klibi olarak dağıtıma koyabilirsiniz. Cahit karakterinin, filmin başında hayatını sonlandırmak istemesini düşünecek olursak bu karakterin ya da bu karakterin yansıttığı gerçeğin bir insanın kendi kendine, diğer şartlar ve durumlardan daha fazla zarar verecek potansiyelinin olduğunu söyleyebiliriz. Vücudumuz, her türlü hayatta kalma güdüsüne göre şekillenmiş /evrimleşmiş. Buna rağmen ilk sahne, Cahit'in kasti olarak arabayı duvara çarpmasıyla başlıyor. Fatih Akın, bu sahneyle Cahit'in hayatının tamamen yaşanılmaz halde olduğunu ekonomik bir şekilde anlatıyor. Sibel karakteri için durum farklı. O, Cahit'in aksine yaşamdan zevk alıyor ve motivasyonsuzluk içinde değil. Tam aksine, zevklerinin ve arzularının, ailesi tarafından engellenmesine karşı kendisine zarar veriyor. Hayatta kalmak için, hayatını sonlandıracak eylemler yapacak kadar yaşama sevdalısı. Film boyunca "Türk-Alman, Alamancı" temalarına uygun sahneler, anektodlar, olaylar, durumlar var tabii. Fatih Akın da "Alamancı" olduğu için bu sahneler oldukça samimi ve renkli. Ancak filmin odaklandığı ana hikaye, hayat dolu bir karakterin, hayattan zevk al(a)mayan bir karakterle ilk başta zorunluluktan, daha sonra da keyfi olarak birleşmesini göstererek karakterlerin bireysel çabalarını sunmak. Bu birleşmeden en fazla Cahit olumlu yönde etkileniyor. Aşık oluyor, hayattan zevk almaya başlıyor. Küçük detayların keyifli olabileceğini görüyor; ancak Sibel, bastırmak zorunda olduğu arzularını rahatça yaşayabilmek için evlilik anahtarıyla dilediği arzu kapılarını bir bir açarken, Cahit'in hapise girmesiyle çok kısa sürede hayatının yine aynı kabusa döneceğini düşündüğünden kendine zarar veriyor. Öz kıyım demiyorum. Çünkü, bir-kaç kez yapılan bu eylem, bazı insanların kollarına faça atması gibi duyguları fiziksel acıyla bastırma eylemi haline gelmiş durumda. Tabii asıl sorun ne? Asıl sorun, gazetenin, cinayet haberini verirken Sibel ve Cahit evliliğinin içinde yaşanan çok eşlilik ve buna bağlı kıskançlık haberini vermesi... Sanırım... Sanırım çünkü Almancam yok ve hatırladığım kadarıyla detaylı bir altyazı da yoktu. Kıskançlık cinayeti gibi bir şey hatırlıyorum. Yine sanıyorum orada bütün detaylar yazıyor ki baba, kızını tam anlamıyla siliyor. Fotoğraflarını yakıyor. Şimdi burada kafamda bazı sorular oluştu. Film 2004 yapımı. Aşağıda alıntıladığım kaynakların yorumlandığı seneye göre yakın bir tarihte. O döneme ve o döneme kadarki Almanya'daki Türklerin analizlerine bakalım. "...Sarrazin gibi düşünenlerin 1960 ve 1970’lerde gelenlerde entegrasyon sorunu daha fazla olduğunu, 3. kuşaklarda bunun azaldığını, Almanca dilini konuşabildiklerini ve Alman toplumuyla daha fazla yakınlaşma sağladıklarını belirtmektedirler. Türklerin entegrasyon sorunu Türkiye’nin AB üyeliğini ve Türkiye’nin imajını etkilemektedir. Entegrasyonun sadece dil bilmek olmadığını Fransa’daki mağrip ve Afrika kökenli göçmenlerden farklı olarak, Almanya’da yaşayan Türklerin sistemle ve rejimle problemlerinin olmadığını bu konuda uyumlu yaşadıklarını ve entegrasyondan neyin anlaşılması gerektiği yönündeki sorumuza, meselenin dilin ötesinde kültürel olduğunu, dinin bu konuda etkili olduğunu Almanya’ya gelen İtalyan ve Uzakdoğululardan ziyade Türklerde ve Araplarda bu sorunların daha fazla yaşanmasının bundan kaynakladığı şeklinde cevaplar verilmektedir. Türklerin diğer İslam ülkelerinden gelen göçmenlere göre radikal eğilimlerinin olmadığına da dikkat çekilmektedir. 61 Bazıları ise her ülkede olduğu gibi Fransa’da da sosyal problemlerin olduğunu, medyanın bu olayları gereğinden çok yansıtması bu konudaki olumsuz algılamalara yol açtığını belirtmektedirler. 62 AB kamuoyunun Türkiye’nin imajıyla ilgili algılamalarda özellikle Almanya’da yaşayan Türk toplumunun önemli misyon üstlenmeleri gerektiği yönünde düşünceler vardır. Almanya’da vatandaş olmuş olanlar birlikte yaklaşık 3,2 milyon civarında Türk yaşamaktadır. Bunların önemli kısmı esnaf veya işçi statüsünde çalışırken az bir kısmı da işveren olarak çalışmaktadırlar. Diğer yabancılara oranla sayıca çoğunlukta olmalarına ve çok sayıda dernekleri olmasına rağmen aralarında işbirliği ve koordinasyon bulunmaması, Türkiye’yle ilgili konularda lobi faaliyetlerinde bulunmamaları, Türkiye’nin Avrupa’da olumsuz imajının silinmemesinde etken olduğu düşünülmektedir. 63 Bununla birlikte Almanya’da yaşayan Türklere olumlu bakanlar da bulunmaktadır. FDP uluslararası ilişkiler yetkilisi Helmut Metzner, her ne kadar Almanya’daki Türklerin geleneksel özelliklerini sürdürdüklerinden dolayı İstanbul’da yaşayanlardan farklı olsa da bunların Alman toplumuna yönelik zararlarının olmadığı, sistemle uyumlu oldukları, alman toplumuna karıştıkları, çeşitli alanlarda iş yaptıkları ve mesleklerini sürdürerek ekonomiye katkı sağladıkları, bu da entegrasyonu kolaylaştırdığını savunmaktadır." Direkt alıntı: Dalar, M. , Ayhan, V. & Ataman, M. (2012). ALMANYA’DAKİ TÜRKİYE ALGISI: SAHA ARAŞTIRMASINA DAYALI BİR ANALİZ . Journal of Management and Economics Research , 10 (18) , 33-47 Tevfik Başer'in filmi olan 40m2 Almanya'sı aslında ilk kuşağın Almanya ile olan taşra-metropol-batı kültürü-anadolu kültürü çatışmasını anlatan ilk ve en iyi filmlerden biri olarak önem arz etmesi bakımından izlemenizi tavsiye ederim. 40m2 Almanya filminin geçtiği tarihinden (86) diğer filmin tarihine (2004) aynı kuşağın çok da değişmediğini görmüşken, 2. kuşağın ise yarı yarıya entegre olup kendi aralarında zıtlaşabildiğini, 2. kuşak olan Sibel ve abisi üzerinden görüyoruz. Sahi 3. nesil ne yapıyor, onların hikayeleri nasıl ilerliyor acaba? Buradaki yorumda dikkatimi çeken, günümüzde de yurtdışından gelen ve ülkenin gündemi üzerine yorum yapan gurbetçi/alamancı/Türk-Almanların en büyük problemleri Türkiye'yi, Almanya standartlarında yaşayarak idealize etmeleri. Burada kişisel bir anekdotumu anlatmak isterim. 2008'de İngiltere'de, haftalık 100-150 Pound'a çalışıp; biriktirdiğim paralarla İstanbul'a geldiğimde rahatça para harcamanın, İstanbul'un konforlu yerlerinde olmanın keyfini o zaman bile aldığımı hatırlıyorum. Verna Von Eicken'in makalesi filmin sosyolojik boyuttaki en iyi ve ender incelemelerinden biri: "...Duvara Karşı’nın İstanbul temsili, Türkiye'nin idealize edilmiş bir temsilinden büyük ölçüde kaçınıyor. Akın, Naficy tarafından analiz edilen "diaspora film yapımcılarının çalışmalarında sıklıkla efsanevi, ilkel bir vatan olarak işlenen "anavatan" tasvirini karmaşıklaştırdığını söylüyor. İstanbul'un görsel temsili, şehrin klişe görüntülerini bir doğu cenneti olarak göstermektedir..."...Bir grup müzisyen, İstanbul'un en büyük camisinin resimli kartpostal görüntüsünün önünde..." Bu gözlemde Akın, oryantalist öğelerini filme ekleyerek, batı seyircisinin her zaman beklediği İstanbul tasvirine cevap vermiş oluyor aslında; ama Akın, İstanbul böyle kartpostaldaki gibi bir şehir değil diyerek İstanbul, Türkiye sahnelerinde şehrin kompleksliğini ortaya koyuyor. İstanbul tasviri Sibel'in kişisel gelişimini gözler önüne seriyor. İstanbul, başlangıçta Sibel'in etnik anavatanıyla olan bağını, yalnızlık ve umutsuzluk duygularını gösteren bir anonimlik ve düşmanlık odağıdır. Filmin sonunda, Sibel'in güneşli ve dostane bir İstanbul'a bakan görüntüleri, Sibel'in hayatı üzerinde elde ettiği kontrolü görselleştirir. Sibel hem en karanlık saatlerini hem de en büyük mutluluğunu İstanbul'da yaşar. Aynı zamanda, Sibel'in kendini keşfetme süreci Hamburg'da başlar ve İstanbul'a taşınması kasıtlı değil, tesadüfidir. Her iki kahraman da nihayetinde Almanya yerine Türkiye'de yaşamayı seçse de, Duvara Karşı, göçün başarısızlığını ilan etmekten çok, hem Türk hem de Alman kültürlerinde büyüyen veya yaşayan insanların karşılaştığı zorlukları ve fırsatları tasvir ediyor. Batılı yaşam tarzını, tüm erdemleri ve tuzaklarıyla deneyimlemenin, karakterlerin kimliklerini nasıl şekillendirdiğini ve etnik anavatanlarına ilişkin algılarını nasıl etkilediğini gösteriyor. Cahit, birinci kuşak göçmen olarak doğduğu yerin romantik imajını korurken, Sibel'in Türkiye ile güçlü bağları yoktur. Sadece belirli bir gruba ait gelenekleri ve aile yapılarını bilir. Ailesinin Almanya'da uygulamaya devam ettiği Türkiye'deki zaman ve yer, anne babasının muhtemelen 1960'larda veya 1970'lerde terk ettiği Zonguldak şehri. Duvara Karşı, bu 1. nesil göçmen karakterleri aracılığıyla, on yıllardır Almanya'da yaşayan, ancak kültürel bütünlüklerini korumak için Alman toplumunun liberalleşmesini görmezden gelen Türk-Alman ailelerdeki arkaik aile yapılarının kalıcılığını sorunsallaştırıyor ve bu nedenle kadın kurtuluşu, Almanya'dakinden daha muhafazakar. Türkiye'de yaşayan birçok aile. Ailesinin baskıcı ataerkil bakış açısının Sibel'in Almanya'da yaşadığı kadın eşitliğiyle yüzleşmesi, babasına ve erkek kardeşine karşı isyanının temelini oluşturur. Aslında yazıda akademik nicel olarak aradığım (aslında çok arasam bulabilirim belki ama bu yazıyı yayınlamayı aşırı zorlaştıracak) "yurtdışındaki, ilk göçmenlerin, Türkiye'deki aynı zamanda doğmuş yaşıtlarına göre daha muhafazakar olması durumu." Bu, bir derste, bir yerde, bir yerlerde duyduğum bir tespitti. 40m2 Almanya filmindeki olan aşırılıklar aslında bu güdünün örnek bir yansıması olabilir. Filmin sonunda Sibel hem kendini bu aile baskısından kurtarmış hem de İstanbul'da yeni bir hayat kurarak aidiyet duygusu kazanmıştır. Bu nedenle, olumlu sonuyla Duvara Karşı, Alman-Türk topluluklarında kalıcı ataerkil yapılar sorununu inkar etmeden; Sibel karakterini yalnızca bir kurbandan ziyade kendi kendini yöneten bir kişi olarak tasvir eden kahramanının dokunaklı bir güçlenme hikayesidir. "Güçlenme" ifadesini biraz iyimser olarak yorumlamaktayım. (Yalnız bu yazı, filmin eleştirisinden çok eleştirinin eleştirisi gibi oldu ama film gibi dağınık bir yazı işte hehe.) Fatih Akın, bir röportajda filmin sonu için şöyle söylüyor: (Sibel'in) Bir erkeği (kocası) var ve bir çocuğu var. Ama o bundan memnun değil. Bence değişmez olan şu: bütün karakterlerim arayış içinde... Daha iyi bir yaşam arayışı içinde. Ancak SOLINO dışında hepsi başarısız oluyor. Yoksa daha iyi bir yaşamı bulup bulmadığı her zaman açık kalır. Ve menşe ülkede kurtuluş ararlar. Ama kurtuluş bulamıyorlar. Filmin belki de Türkiye'de çok fazla izlenmemesinin nedeni sanat filmlerinin örüntüleri içinde olan belirsizlik, gerçekliğe yaklaşmak gibi unsurların oluşu olabilir. Filmin çıktığı sıralarda 14 yaşındaydım ve film tabii ki malum olan bir konu hakkında ünlüydü ve büyüklerimizin, bunun hakkında konuşarak filme gitmek veya korsan CD'sini almak hakkında aklımda kalan konuşmaları var. 20'li yaşlarımın başında ilk izlediğimde ayrı, 30'lu yaşlarımın başındayken ayrı değerlendirmelerim oldu. Kitaplar için malum olan bu deneyim bazı filmler için de geçerli. Farklı yaşlarda izlemek, farklı algılamaları ortaya çıkarıyor ve yeni bir deneyim sunuyor. Duvara Karşı da bunu yapan filmlerden biri. Ancak Fatih Akın bu kadar olgun ve detaylı bir film yaparken daha sonraki filmlerinde -bir-kaç tanesi dışında - yarattığı sığ ve tekdüze filmlerine anlam veremiyorum. Not: Bu yazının yazıldığı akşam şöyle bir Instagram hesabının paylaşımına denk geldim :) Kaynaklar 1- Eicken, V. von. (n.d.). German-Turkish Identity in Fatih Akin’s Head-On: Transgressing Gender Boundaries, Redefining Home and Belonging. Diasporic Constructions of Home and Belonging. doi:10.1515/9783110408614-028 2-Dalar, M. , Ayhan, V. & Ataman, M. (2012). ALMANYA’DAKİ TÜRKİYE ALGISI: SAHA ARAŞTIRMASINA DAYALI BİR ANALİZ . Journal of Management and Economics Research , 10 (18) , 33-47 Yazı: Gurur Sönmez İletişim: gurursonmez@gmail.com

  • Benliğin Yolculuğu: IDA

    İnsan, aşkın bir varlıktır. Var olduğu andan itibaren başlayan hayat yolculuğunda, dünyayla yaşadığı bedensel aidiyetin yanında dünyaya dair olmayan, ruhsal aidiyeti de beraberinde taşımaktadır. Peki aidiyetimizi ve benliğimizi oluşturan nedir? Onu yeniden keşfettikten sonra geçmişi ne yaparız? Bizi mümkün kılar mı, bizi kurtarır mı? Dünümüz, bugünümüz ve yarınımız iç içe midir? Nereden geldiğini bilenler, nereye gideceğini de bilenler midir? Polonyalı yönetmen Pawel Pawlikowski’nin 2013 yapımı filmi Ida, Stalin sonrası adeta gri bir gökyüzü altında yol alan yorgun, büyüsü bozulmuş bir ülke olan 1962 Polonya’sında geçiyor. Sessizliğin, sadeliğin ve portrenin muhteşem kullanıldığı, siyah beyaz görüntülerden oluşan Pawlikowski’nin Ida’sı, Andrzej Wajda’nın ‘’Masum Büyücüler’’ ’inden, Jerzy’ye kadar uzanan filmlerde olduğu gibi adeta bir başyapıt niteliği taşıyor. Bu kompakt şaheseri, öfke ve yasın birbirine karıştığı, ideolojik, sosyolojik ve felsefi çatışmaların iç içe geçtiği, dinin ve benlik olgusunun birbiriyle çatıştığı bir hesaplaşma olarak nitelendirebiliriz. Pawlikowski Polonya’da doğmuş olmasına rağmen, çalışmalarının çoğunu (My Summer of Love, Last Resort…) Büyük Britanya’da gerçekleştirdi. Bu nedenle Ida için, yönetmenin çocukluğunun anılarından, manzaralarından ve seslerinden izler taşıdığını ve bir çeşit eve dönüş hissi uyandırdığını söyleyebiliriz. Bana kalırsa, bu retrospektif ve izlenimci bakış açısı aslında filmin kendi bakış açısına da ayna tutmakta. Film 60’lı yıllarda, yani Komünist yönetim ve modernleşme döneminde geçse de filmin Orta Çağ’dan beri değişmeyen bir manastırı temel aldığı düşünülürse, filmin perspektifinin Polonya tarihinin geniş bir alanını yansıttığını ifade edebiliriz. Görkemli bir manastırda rahibe adayı olan, hayatını dine adamış ve yaşamı boyunca kilisede büyümüş olan Anna (Agata Trzebuchowska), daha önce hiç manastırdan ayrılmamış ve ailesi hakkında hiçbir şey bilmemektedir. Rahibelik yeminini etmeden önce yaşayan tek akrabası olan teyzesini ziyaret etmek için Baş Rahibe tarafından yönlendirilmesi, Anna’nın benlik arayışının başladığı noktadır. Teyzesi Wanda Gruz’u (Agata Kulesza) bulduğunda, gerçek adının Ida olduğunu, ailesinin katledildiğini ve aslında bir Yahudi olduğunu öğrenir. Filmin bundan sonrası için kelimenin tam anlamıyla bir yolculuğa çıktığımızı söyleyebiliriz. Ida ve teyzesi Wanda, aslında birbirinin zıttı iki karakter olsalar da ailelerinin mezarını aramak için çıktıkları bu yolculuk, her ikisi için de kendi iç dünyalarına yaptıkları bir yolculuğa evirilecektir. Ida’nın inancı ve disiplinli sadeliği yaşayacağı deneyimlerle sarsılacak, Wanda ise kendi gömülü üzüntülerinin hayata dönmesiyle sınanacaktır. Film, iki ana karakterin de (Ida ve Wanda) birbirlerine aykırı yaşam tarzlarını göstererek çatışma yaratırken, aynı amaç uğruna birleşen bir çift uyumlu arketip de sunuyor. Wanda zaman zaman Ida’ya sorduğu sorularla onu kışkırtarak farklı perspektifler sunmaya çalışsa da her ikisi de birbirlerinin hayatına saygı duyarak ilişkilerini dengeli yürütüyor. Ida manastırı terk ettiğinde dünyaya açılan hevesli bir rahibe adayı izlenimini yaratırken, Wanda ise hem kendisine hem de başkalarına yaşattığı dehşetten etkilenen, neredeyse hayata küsmüş, nihilist bir izlenim yaratıyor. Wanda’nın intiharından sonra benliğinin sınırlarını tamamen aşan ve düğümlerinden kurtulan Ida, rahibelik yeminini etmekten vazgeçerek teyzesinin evine taşınıyor ve hayatının bundan sonraki kısmında teyzesini rol model alıyor. Tam burada Ida’nın yolculuğunun bittiğini düşündüğümüzde, onun için yol yeni başlıyor. Geçmiş hayatından sıyrılan ancak yeni hayatına da ait hissetmeyen Ida, bu yolculuğu içine sindiremeyerek yeniden Manastır’a dönüyor. Ancak bu son sahnede, Agata Trzebuchowska’nın da şahane oyunculuğuyla, Ida’nın geri dönse bile artık eski Ida olmadığını, sorgulama, inkâr, kabul gibi süreçlerden geçtiğini ve artık adanmışlık hissinden arındığını görebiliyoruz. Filmde çok az bilgi doğrudan veriliyor. Bunun yerine izleyici olarak sıradan diyalog ve açıklamalardan, ince ve detaylı önerilerden bilgiler toplayabiliyoruz. Filmde kullanılan bu çıkarım tekniği de bana kalırsa filmin nihai amacını daha güçlü ve bütünsel olarak hissettiriyor. Dağınıklığı ortadan kaldıran Pawlikowski, kamerayı neredeyse hiç hareket ettirmiyor. Sahnelerin çoğu, genellikle yüzleri kısmi gölgede bırakan ve tek bir ışık kaynağından beslenen uzun süreli çekimlerden oluşuyor. Figürlerin yer yer çerçevenin alt kısmında yer aldığı görüntülerle, sanki lanetli bir ülkenin tüm yükü insanların omuzlarına yüklenmiş gibi hissediyorsunuz. Bana kalırsa yakın tarihte çok az film Ida kadar çarpıcı bir görsel şölen sunabilir. Filmi izlerken durdurup uzun uzun her sahnesine bakmaktan kendimi alıkoyamadım. Yer yer kaybolan renkler bana Vermeer aydınlatmasını anımsattı. Görüntü yönetmenleri Lukasz Zal ve Ryszard Lenczewski özel bir tebriği hak ediyor. Pawlikowski, filmi yalnızca Holokost ve Polonya tarihi üzerinden eleştirilenlere kızdığını söylemiş. Kısmen haklı çünkü Ida kesinlikle bir kimlik arayışı ve ruhsal yolculuğu temsil ediyor. Yine de her ne derse desin, her karesiyle tarih kokan mükemmel bir film yapmış. Ne demiş D.H. Lawrance, ‘’Azla vezneye güvenme, veznedara güven. Bir eleştirmenin asıl işlevi, hikâyeyi onu yaratan sanatçıdan kurtarmaktır.’’ Ida benim için kısa sürede çok şey başarmış bir film. Performanslar mükemmel, mekân ve dönem duygusu mucizevi. Pawlikowski’nin başyapıtı olarak kabul edilebilir ama henüz 64 yaşında olan bu yönetmenin daha söyleyecek çok şeyi olduğunu düşünüyorum.

  • Çevreci Teröristler: The East

    Yaklaşık 10 yıl önce izlediğim bu yapım sayesinde Brit Marling ve klişe dışı senaryolarıyla tanışma şansı buldum. Benim gibi; sakin, içe dönük ama dünyadan 1-2 saatliğine de olsa dünyadan koparan hikayeler izlemek isteyenler için kendisini bilmeyenlerle de tanıştırmak isterim. VIP tüzel müşterileri olan bir güvenlik şirketinde çalışan Sarah Moss, son dönemlerde terör eylemlerinde bulunan The East adlı bir radikal çevreci grubu takip etmek için gizli göreve gidiyor. Doğa ve insan sağlığına zarar veren herhangi uluslararası şirkete, kendi silahlarıyla terör saldırıları düzenlemeyi misyon edinmiş bu grup, hippie akımını benimseyerek her türlü tüketim ve israf kültürüne karşı yaşıyor. Her türlü teknolojiden, modern tıptan hatta kişisel hijyen malzemelerinden bile uzak yaşamayı misyon edinmiş bu gruba zamanla sempati beslemeye başlayan gizli ajan terör eylemlerine katıldıkça The East'in aslında terörist değil idealist olduğunu anlıyor. Irmaklara siyanür döken maden şirketleri, tehlikeli yan etkileri olan ilaçları piyasaya süren ilaç firmaları gibi vahşi kapitalizmin kolonisi olan bu ulusötesi yapıların ve hatta hükümetlerin kâra tırmanırken insan sağlığı ve ekosistemi çiğnediği mesajını filmden çok sakin bir şekilde alıyoruz. Bu insanların birbirini koşulsuz sevgi ve anlayış ile kabul ettiğini, toplumsal hırslardan izole yaşadığını şaşkınlıkla gözlemleyen kahramanımız, görevinden modern yaşama döndüğü zaman aralıklarında müthiş mutsuzluk çekmeye başlıyor. Çünkü o kirli yaşam artık ona modern dünyadan çok daha pür geliyor. Özellikle sıra dışı senaryoları ve inanılmaz dinlendirici anlatılarıyla tanıdığımız Brit Marling yine filmin başrolünde bizi karşılıyor. Burada Brit Marling'i övmeden geçemeyeceğim. Seneler önce bir röportajında okuduğuma göre, ABD'de yaşayan oyuncu Hollywood'da yer almak isteyecekleri kadar kaliteli ve özgün senaryolar bulamadıkları için bu filmin de yönetmeni olan Zal Batmanglij'le birlikte kendileri senaryo üretmeye başlıyor. Bunun üzerine ortaya The East'in yanı sıra I Origins, Sound of My Voice, Another Earth ve The OA gibi muhteşem yapımlar çıkıyor ve hepsinin de başrolünde kendisi yer alıyor. Bu filmlerin hepsinin tarzı birbirine çok benziyor, dolayısıyla artık beyaz perdede "Marling tarzı" denildiğinde bilenler hangi anlatı biçimden bahsedildiğini hemen anlıyor. Ayrıca oyuncu kadrosunda çokça hayran olduğumuz Alexander Skarsgard ve sonradan cinsiyet değiştirerek erkek olan Ellen Page (yeni adıyla Elliot Page) yer alıyor. Oldukça akıcı anlatıma sahip olan yapım seyirciyi içine çekiyor, yalnız akıcı derken hiçbir aksiyon yok. Belleğe kazınan sekanslar, doğru yerde giren müzikler ile yavaş yavaş seyirciyi düşündürüyor. -Bunu başaracak kadar sert olmadığı mı düşünüyorsun? -Hayır, o kadar yumuşak olmadığını düşünüyorum.

  • Neden Film İzlemiyorsun?

    Blog için saatlerce araştırıp, belgeleri ortaya dökmek için uğraşacağım filmler hep eski döneme ait. Motivasyonum bu yönde. Neden son çıkan filmlere karşı ilgi duymuyorum, hatta izlemeye tahammül edemiyorum bunu sorgulayacağım. İlk götürüldüğüm film, sanırım taş devriydi. Teyzem ve eniştem beni sevdiğinden mi alıp götürüyordu ilk başta yoksa evlenmeden önce flört etme şartı mıydım yoksa ikisi mi bilmiyorum. Ancak 94-95 arası sinemaya gitmek sanırım 80 ve 70'ler ile birebir aynı deneyim olmasa da şu anki deneyimden oldukça farklıdır. Sinema salonları AVM içinde de olsa evde olmayan bir ses ve görüntü sistemi var. Bütün işitsel algılarını işgal ediyor ve oradaki insanlar ile bir ritüelin içindesin. Film, fantastik bir evrende geçiyorsa bir kat daha heyecanlı oluyor. Film, Burger King oyuncakları ile pazarlanıyorsa, boyama kitapları, dergileri varsa iki katına çıkıyor; üzerine bir de oyunu da çıkarsa filmle artık bütünleşiyorsun. Bir de ufak birisi olunca bunların hepsine x10 heyecan ekleyin. Yıl 90'lar olunca x2 daha diyelim. Çünkü çok az şeyden etkileşim alınan bir dönemde biz bizeyiz. Hayat yavaş, ama en ufak şey bile keyif veriyor. Lise sonrası, 2000’lerde gitmenin de anlamı vardı. AVM olmayan sinemalar, ritüelin ve sosyalleşmenin farklı türünü oluşturuyordu. Sinema ve sonrası yapılan aktiviteler, bütün film izleme deneyiminin içindeydi. Film sıkıcı bile olsa, yanında özel birisi varsa ona odaklandığından filmin sıkıcı, olup olmaması çok önemli olmuyordu. Festivaller belli bir niş kitle için güzel bir toplanma bahanesi oluyordu. Festivaldeki bütün filmleri izlemek için satışlar açılır açılmaz, uzuuun kuyruklarda bekleyecek kadar sinemaya ve festivallere tapmadım; ama festivaldeki bütün filmlerin kaliteli olduğunu ve tamamen zevk alacağımı bilseydim kuyruğa ben çadırımla gelirdim. Bu filmler yıl boyunca art house olarak belirli yerlerde gösterilecek olan filmler zaten. Ne gereği var ki? Önemli filmleri aldıktan sonra festivalde tanıdıklara rastlamak, üst üste film izlemek, entelektüel bir faaliyetin içinde bulunma hissi, festival için ayrılan zaman ve ritüeller hoştu. Ancak ne film yapımcıları bir başka art house çekecek parayı ve imkanı bulabiliyordu ne de sürekli artan sinema deneyimi masraflarına ayıracak para vardı izleyicide. "Torrent, hdfilmcehennemi, 480p film izle vb." ile paralel olarak giden bu film izleme ritüelinden çekiliş, yerini Türk kapalı gişelerine bıraktı. Yani tek atışımız vardı. Ya Şahan Gökbakar, Şafak Sezer, Yılmaz Erdoğan, Cem yılmaz filmleri ya da Warnerbos, DC/Marvel Filmleri. Tüm bu gelişmelere parelel olarak Nuri Bilge Ceylan’ın (NBC) Cannes başarıları, filmini diğer ülkelere pazarlayabilmesi, entelektüel çevrelerde sık sık adının geçmesi... Hatta parodileri yapılarak popüler kültürle buluşan NBC ön plana çıkınca, art house (sanat filmi diyelim) film yapımcıları tarafından NBC filmlerinin replikaları gibi filmler yapılmaya başlandı. Bazıları küçük ölçekte öğrenci yapımlarıyken, bazıları büyük ölçekte, büyük stüdyo ve oyuncularla yapılan filmlerdi. Taşıma suyla değirmen dönmeyeceği için NBC değil ama NBC akımı da bir süre sonra sona erdi. (Taklitler aslını yaşatır). Çünkü sinema; eski, hantal, kolektif, acımasız, yorucu ve riskli bir uğraştı. Hala da öyle. (Evet iPad ile de film çekersin ama hala mekan, kostüm, dekor, oyunculuk, yeme-içme masrafları, lojistik, bürokrasi, sesçiler, ışıkçılar vb. bir sürü masraf var). Dijital kayıt ve düzenleme teknolojilerinin ilerlemesi ve ucuzlaması, kullanımı tabana yaydı. Vine videolarında 5-10 saniyede, insanlar bir hikaye anlatıyordu. YouTube videolarının içerikleri neredeyse profesyonel yapımlar gibi olmaya başladı. İnsanlar bir başkasının hikayesini izlemek için sırasıyla Televizyon, Torrent, Korsan sinema izleme sitelerini veya sinemaya gitmeyi yük olarak görmeye başladı. Netflix ve diğer platformlar gelince artık izleyici evinde masrafsız “iyi” şeyler izlemeye başladı. Sonra pandemi geldi ve sinema deneyimi artık yılda bir-kaç blockbuster için deneyimlenecek niş bir eğlence halini aldı. Bunun ötesinde sinemaya gitmek bir yana, film izlemek eskisinden daha yorucu bir hale geldi. Sahi eğlence için yapılan bir şey sıkıcı geliyorsa... O zaman? Evet, o zaman film izleme, tüketme ihtiyacı hissetmiyorsun. Eskiden hiç sevmeyeceğin ve gerçekten de berbat olan bir film için bir sürü zaman, efor, para verirken; şimdi, oldukça başarılı bir filmi izlemek istemiyorsun. Filmin hazırlanış evreleri, karakterleri tanımak, hikayeyi anlamaya çalışmak zihinde büyük bir yük yaratıyor. YouTube tarafından, içerikleri hızlı bir şekilde izlettirmek adına, izlenenlere x1, x2, x3… hızlandırma özellikleri eklenmesi, amatör video hazırlayanların anlatacakları konunun ilgi çekici/işe yarayan yerlerini görmek açısından kullanıcı deneyimine seviye atlattı. Uzun bir süre sonra bu özellik normal hayatımızda iletişim kurduğumuz insanların ses kayıtlarını hızlıca dinlemek için x2, x4 çarpanlı hızlarla ilerletilmiş bir hale geldi. Teknoloji, kullanıcıların talepleri ve deneyimleri üzerine büyür. Toplumda hareketin, hızlı olmanın önemli olduğu durumlarda böyle özelliklerin hayatımıza eklenmesi şaşırtıcı değil. Sadece kafamı yorduğum şey, toplumun tamamen ADHD, DEHB (Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu) semptomları yaşıyor oluşu. Normalde bu rahatsızlık ya da biyolojik/psikolojik fenomen, belli kişilerde genetik olarak, karakter yapısına işlenmiş olarak tanımlanır. Yerinde duramama, çabuk sıkılma, tatminsizlik, aşırı tepkisel durumlar gibi semptomları oluşturur. Time dergisi Microsoft tarafından yapılan bir araştırmayı aktarırken; çalışmanın, insanların ilgi/odak noktalarının azaldığı ile ilgili makelenin anahtar noktalarını koyalım: Kanada'daki araştırmacılar 2.000 katılımcıyla anket yaptı ve elektroensefalogramları (EEG'ler) kullanarak 112 kişinin beyin aktivitesini inceledi. Microsoft, 2000 yılından bu yana (veya mobil devrimin başladığı zaman) ortalama dikkat süresinin 12 saniyeden sekiz saniyeye düştüğünü buldu. Raporda, "Ağır çoklu ekranlar, alakasız uyaranları filtrelemeyi zor buluyor - birden fazla medya akışı tarafından dikkatleri daha kolay dağılıyor" dedi. Microsoft, değişikliklerin beynin zaman içinde kendini uyarlama ve değiştirme yeteneğinin bir sonucu olduğunu ve daha zayıf bir dikkat süresinin mobil bir İnternet'e geçmenin bir yan etkisi olabileceğini teorileştirdi. Anket ayrıca, mobil kullanım için nesiller arası farklılıkları da doğruladı; örneğin, 18-24 yaş arası kişilerin %77'si, "Dikkatimi çeken hiçbir şey olmadığında ilk yaptığım şey telefonuma uzanmak" sorulduğunda "evet" yanıtını verirken, 65 yaşın üzerindekilerin yalnızca %10'u bu orana "evet" demektedir. Kaynak: https://time.com/3858309/attention-spans-goldfish/ Sosyolojik olarak bizi sabırsız yapan, her şeyden çabuk sıkan, tatminsizlik yaratan şeyin; her şeyi hıza bağlamanın, teknolojinin ve otomasyonun hayatımıza olan etkisi olduğu yorumunu yapabilirim. Hayatta bir çok şey yapabilecekken neden kasiyerin sırasında 2 dakikadan fazla bekleyeyimden, yavaş yavaş bu filmi izleyene kadar başka şeyler yaparıma… Mesala reels izlemek, instagramdaki ilginç videoları izlemek daha iyi olur gibi düşünüyorsun. Herkes gibi ben de yeni bir film izlerken çok zorlanıyorum. Eğlenmek için, eskiden sevdiğim filmleri tekrar izliyorum. Ancak özenilmiş bir filmi ve iyi hazırlanmış 20 dakikalık komik/ilginç YouTube videosunu izlediğimizde aynı hazzı aldığımızı düşünsek de film ve daha derin olarak kitap okumanın, hazzın yanında tatmin olma duygusunu da pekiştirdiğini düşünüyorum. Çok aç olduğumuzda yediğimiz lezzetli bir fastfood ile ambiyansı harika bir etkinlik için toplanılmış mükemmel bir yemeği yemek gibi aradaki fark. Birisinin hazzı kolay ve kısa zamanda alınıyor. Diğer tarafta ise komple bir deneyimle tatmin olma duygusunu elde ediyoruz. Elde bilimsel araştırma olmadan, alan da psikoloji olmadan, işkembe-i kübradan sallamak kolay ve etik dışı gelebilir; ama bu nasıl açıklanabilir ki? Veya böyle bir araştırma yapılabilir mi? Mesala çok fazla güldüğünüz, eğlendiğiniz günün sonunda ve bir yerlerinde neden aşırı kötü ve tatminsizlik içinde kalıyorsunuz? Her şey çok saman alevi gibi yaşandığından olabilir mi? İnsan bir mekanizma. Yıllardan beri dış etmenlere ve insan etkileşimine göre biyolojik ve psikolojik olarak etkileniyor. Şu an geldiğimiz nokta belki belli bir kuşak sonrası için standart haline gelecek ve onlar tamamen tatmin olma hissini yaşayacaklar. Yine de bilimsel açıdan gidelim, buradaki çalışmada sinemanın başlangıcından, günümüze film sürelerinin lineer şekilde arttığını güzel bir yöntemle sunmuşlar: https://towardsdatascience.com/are-new-movies-longer-than-they-were-10hh20-50-year-ago-a35356b2ca5b Türkiye'deki film sektörünün içinde olan bitenler, sinema salonlarının tekelleşmesi ile ilgili 2016 yapımı güzel bir belgesel var. Sadece Türkiye’de değil. Doomer kültürü tüm dünyada ve genç kuşakta da tasvirlenirken “hayatın tüm katmanlarını tatmış ama bunun çöküntüsü içinde olmak” olarak nitelendiriliyor. Geçmişle ilgili fantezilerde, “ah o eski günler” dediğimizde, o eski günlerin değeriyle şu anki hızla hareket eden otomasyonun ve insanların yaratamadığı tatmin duygusunu mu kıyaslıyoruz acaba? Bu arada tatmin olmak için doğalgazsız, sıcak susuz, hijyensiz, kıtlığı bol dönemlere gitmenin anlamı yok. Bu tür problemler üzerine insanlık çabaladı ve bu lüksler şimdinin temel ihtiyaçlarına döndü. (Ki ben bu yazıyı yazarken, gelecek olan kıtlık, savaş vb. ile ilgili makaleler yayımlanıyor). Şimdi film izlemeyi bir kenara bırakalım. Kitaplığımıza ve kitaplarımıza bir bakalım? Yoo yoo, gibi içten bir ses geliyor değil mi? Bunu yazarken işi yazarlık olan, akademisyen olan niş kesimi bir kenara bırakıyorum. Şeytanın avukatlığını yapabileceğim zamanlar oldu. Şimdi bu siteyi açarak, yazı yazmanın bile saçma geldiği zamanlardan; tam tersi, film izleyebildiğim, kitap okuyabildiğim ve yazabildiğim duruma evrildim. Bunun nedeni, bu hızlı tüketimin bir türlü tatmin edemeyişi histerisini yaşıyor olmam olabilir. Konfor bölgesi denilen durum, sahip olduğumuz ve alışkanlıklarımız olarak betimleniyor. Genelde yeni bir iş, uzak diyarlara gitme, sosyal ağı geliştirme durumunu sağlamak adına bunun propagandası yapılıyor. Aslında konfor alanı, bizi rahatsız eden alan aynı zamanda. İnsan adaptif bir canlı, bir şeye alışınca motivasyonunu yitiriyor. Çoğunlukla. Çünkü, annemin seneler boyunca aynı örüntü içinde yaşadığını görünce tamamen yanıldığımı düşünüyorum. Yemek yaparken, ütü yaparken, temizlik yaparken, yemek yerken hiçbir şekilde telefonuna bakmıyor, TV izlemiyor ya da müzik dinlemiyor. Salonda saatlerce dizi izliyor. Televizyonu kapatıp yatağına gidip uyuyor. Doomer jenerasyonun hayatı daha kompleks. Her eylemde bir başka etkileşim içinde olmak gerekiyor. Müzik dinlemek, podcast dinlemek, dizi & film oynatmak arka planda vb. Hatta “Second screen” olarak bir şey izlerken bile telefonla uğraşmak. Uyuma eylemi her türlü uyarıcıyı kenara bırakıp, yatağa kafayı koyup kendi başımızla kalmakla sonuçlanmıyor. Çünkü kendimizle de konuşacak kadar konforsuz hissetmek istemiyoruz. Bir sürü dert var çünkü. Sürekli kusursuz müzik, film, görsel, sanat yapımlarını sadece rutin işleri yaparken tüketmek belki de bizi hiçbir şeye karşı o kadar şaşırtmıyor artık. Belli sosyolojik gruplarda fandom (hayran kültürü) devam ediyor tabii ki. Koreli müzik gruplarının tutkularına bakın mesela. Genellikle filmler gerçeğin kendisine yaklaştığında keyifsiz bir hal alırken, fantastik ve bir sürü arzunun yer aldığı büyük bütçeli yapımlar ilgi çekiyor. Aslında sinemanın ilk çıktığı yıllara baktığımızda orijinal olarak fantastik, gerçek dışı janralar sinema sanatının temelini oluştururken; hayatı birebir kopyalayabilen yönetmenlere saygı duymanın ötesinde sinemanın normu buymuş gibi en prestijli ödüllerin bu tarz filmlere gitmesinde de haksızlık var gibi görüyorum. Korku filmleri, komedi filmleri ve fantastik filmler iyi yapıldığında drama filmleri kadar ödüllendirilmeliler. “Gişe başarısından kendilerine pay alıyorlar zaten bir de ödül mü vereceğiz?” denenebilir ama sinema sektörünün temeli eğlencedir. Eğlence endüstrisidir. Bu endüstride başarılı olmuş filmler, sinemanın varoluş ve var olma amacına destek verir. 4-5 tane kapalı gişe yönetmeninin bütün sinemayı domine etmesi karşılığında bütün prestijli ödüllerin de sanat filmlerine gitmesi gibi bir karşıtlık sürdürülebilir değil. Orta yol, organik bir şekilde bulunamadı. Sinemaya gitme ritüeli belki öldü ama filmler ve film izlemenin kıymeti hala sürüyor. Sadece film yapımcıları çoktan konfor alanlarının dışlarına çıktılar ve değişen izleme alışkanlıklarına ve platformlara göre yapımlar yapıyorlar ya da planlıyorlar. Çok sancılı ama yaratıcı bir dönem içindeyiz. Her ne olursa olsun klasik biçim ve anlatı yapısına sahip filmlere de şans vermek lazım.

  • Pembiş Işıklar Altında Suikastler

    Vizyona giren filmlerden olan Suikast Treni (Bullet Train) filmine gidelim mi sorusuna cevap veriyorum. Evet, gidin. Ancak bu tavsiye filmin, derin bir görsel tatmin sağlayacağı anlamına gelmiyor. Gidin ve Brad Pitt'i, Sandra Bullock'u, Ryan Reynolds'ı görün. Hatta bir ara Channing Tatum'u da görebilirsiniz. Ama gerçekten minik bir ara. Zaten Pitt dışındaki yıldızlar çok kısa görünüyor ekranda. Magic Mike'ın Bullet Train ziyareti. (Suikast temalı filmde çıkıp bi striptiz show yapsa işte o zaman gerçek bir aksiyon olurdu.) Bu bile iyi bir PR yapmaya yetiyor. Mesela ben hep merak ederdim Sandra Bullock'un botokslarını. Geceleri uyuyamazdım. En son halini gördüm ve merakımı giderdim. Artık Bullock'lu botoksların neye benzediğini biliyorum. Bu magazinel bilgiden sonra dublörün dilemmasını konuşalım. Hollywood film yıldızının dublörlüğünden, aynı yıldızın film yönetmenliğine giden yolun geldiği noktadır Suikast Treni. David Leitch aksiyon filmleriyle bilinen bir yönetmen. John Wick ve Deadpool 2 de aksiyon türü izleyicilerinin yakından bildiği seriler. Tür olarak bana pek hitap etmese de sevilen yapımlar bunlar. Fakat tüm o Hollywood mimikleri, klişeleri ve hızlı tempolu bir müzik eşliğinde dövüşmeli sahnelerin yanı sıra iyi-kötü ayrımından başka bir de "iyi niyetli" etiketinin bulunduğu bir film. Japon roman serisinden uyarlanan filmde -ki dikkat spoiler geliyor- birbirinden alakasız gibi görünen suikastçıların bir trende bir araya gelmesi ve aa çok şaşırtıcı bir şekilde aynı şeylerin peşine düşmeleri anlatılıyor. Bu bahsettiğim iyi niyetli kavramı da suikastçıların bazılarının kötü şansı sebebiyle yaptığı hatalara dayanıyor. Hata dediğim de adam öldürmek. Herkesin zayiatı, mesleğine göre tabi. Hakkını yiyemem. Suikastçıların absürtlüğü ve birbirine bağlanan karakter hikayelerinin nispeten çok boyutlu olması keyifli. Ama işte zevk meselesi. Dövüş sahneleri, hatta bizatihi profesyonel dövüş maçları ilgimi çekse de müzikli, ritimli ve şahını Jackie Chan abimizin yaptığı komedi bazlı dövüş sahneleri beni çok fazla çekmiyor. Aslında niyetim filmi faşist bir şekilde ele almaktı. Ama yazarken filmin bana hitap etmeyen bu türün en kötü örneği olmadığına karar verdim. O yüzden aksiyon severseniz gidin derim. Ama şunu kesinlikle söyleyebilirim ki en aksiyon severlerin bile listesinde ilk 10'a girecek bir film değil. Bir gün gerçekten çok beğendiğim bir filmden bahsedeceğim. O güne kadar da yaşlı ama karizmasından pek bir şey kaybetmeyen Brad gibi I'm Sorry diyorum.

  • TICKET TO PARADISE: Yarım Kalmış Aşklar En Tehlikeli Aşklardır

    Yazımında ve yönetmenliğinde Ol Paker’ın olduğu Ticket to Paradise, romantik komedi türünde bir film. Başrollerinde, Hollywood sinemasında çok yakından tanıdığımız George Clooney ve Julia Roberts bulunuyor. Filmin konusuna gelecek olursam, David ve Georgia yıllar önce boşanmış bir çift, birbirlerinden hiç hazzetmeseler de kızlarının mezuniyeti için bir araya geliyorlar. Mezuniyetin ardından kızları Lily, arkadaşı ile filmdeki tüm olayların başlangıç noktası olan Bali’ye tatile gidiyor ve orada hayatının aşkını bulduğuna, kendisinin aslında oraya ait olduğuna inanıyor. Kızlarının tatilden döndüğünde avukat olarak işe başlayacağını düşünen David ve Georgia yaşadıkları şok ile birbirlerine olan nefretlerini bir kenara bırakıp kızlarının haberi olmadan onu kararından vazgeçirmek için iş birliği yapıyorlar ve bu sayede bence filmin en eğlenceli sahneleri ortaya çıkıyor. Zaman zaman ailelerimizin her şeye karıştığını düşünür ve bu durumdan rahatsız oluruz. Filmi izleyen herkesin benimle hemfikir olacağını düşünmesem de ben bu film sayesinde biraz da olsa aileme hak verdim diyebilirim. Genel olarak aileler, kendi zamanlarında kötü tecrübe ettikleri olaylardan dolayı çocuklarının mutsuz olabileceği karardan dönmesi için çabalıyor. Tabii ki her konu için aynı şey olmak zorunda değil, çünkü hepimiz farklı bireyleriz; o anki olaylara karşı herkesin vereceği reaksiyon farklı olabilir. Filmde Georgia ve David, üniversiteden mezun oldukları gibi evlenmelerinin onları büyük bir hataya sürüklediğini düşünüyorlardı. Kızları da mezun olduğu gibi 2 aylık tanıştığı kişiyle kilometrelerce uzakta evlenmek isteyince, ister istemez aynı şeyleri yaşayacağını ve mutsuz olacağını düşündükleri için onu kararından vazgeçirmek istediler. Lily, ailesinin yaptığı şeyleri öğrenince kararlarına saygı duymadıklarını düşünse de, ailesi, vazgeçmesinin en iyi karar olacağını düşünüyordu. Bence Amerika’nın kültürüne bağlı olarak yetişmiş birisi için o kültürden tamamen farklı bir kültüre alışmak zordur ve epey zaman alır. Lily, yaklaşık 2 aydır Bali’de olmasına rağmen kültürlerine hemen uyum sağlıyor ve kendisinin oraya ait olduğunu düşünüyor. Aslına bakarsak aitlik düşüncesi çoğu kişiye fazla ütopik gelebilir ama bence insan, ilk defa gördüğü yerde bile aslında oraya ait olduğunu, yaşamı boyunca orada olabileceğini hissedebiliyor. Bana tek garip gelen şey, Lily’nin başka bir kültürü bu kadar hızlı kabullenebilmesi ve uyum sağlayabilmesiydi. Filmin teknik özelliklerine baktığımızda bariz bir gişe amacı mevcuttu. Başrollerde, Julia Roberts ve George Clooney ile yıldız sistemi kullanılmıştı. Oyunculuklar ise tek kelimeyle muhteşemdi. Genç oyuncular, her ne kadar güzel oyunculuk sergilemiş olsalar da filmi ayakta tutan ikili kesinlikle Julia Roberts ve George Clooney’di. Harika uyumlarının yanında canlandırdıkları karakterlerin özelliklerine kadar başarılı bir şekilde ekrana yansıtmışlardı. Karakterlerini o kadar başarılı canlandırmışlar ki ikisinin yerinde başka bir oyuncunun olduğunu hayal bile edemiyorum. Özellikle David ve Georgia, birbirlerine baktıkları anlarda her zaman o yarım kalmışlık hissi, seyirciye başarılı bir şekilde geçiyordu. Hani derler ya “Yarım kalan aşklar en tehlikeli aşklardır. 20 yıl sonra karşılaşırsanız yeniden başlamak istersiniz.” İşte bu cümle tam da bu filmin özetiydi. Her ne kadar birbirlerinden nefret ettiklerini söyleseler de aslında bu nefret, içlerindeki yarım kalmış sevgiyi aşamadıkları için olan nefretti. Filmdeki diyaloglar, tam romantik komedi türüne uygun yazılmıştı; bu sayede film hiç sıkmadı ve çok akıcıydı, bir an hiç bitmesin istedim. Eğer siz de benim gibi romantik komedi türündeki filmleri çok seviyorsanız, bu filmi kesinlikle vizyondayken izlemenizi tavsiye ederim. Birbirinden güzel Bali çekimlerini sinemada izlerken, adeta oradaymış gibi hissetmek isteyeceğinize eminim.

bottom of page