top of page

Arama Sonuçları

"" için 198 öge bulundu

  • NOT OKAY - Medya ve Yalanlar

    Bir topluma zarar vermenin iki yolu vardır. Bir zarar fiziksel yollarla verilirken, diğeri yalanların kullanılmasıyla verilir. “Not Okay” filmi, ilgi görmek isteyen bir yazarın saldırıya uğraması hakkında yalan söyleyerek, yanlışlıkla ünlenmesini konu ediniyor. Çevresi tarafından sürekli dışlanıyor gibi hisseden, ilgi arayan Danni, bir adamın ilgisini çekebilmek için Paris’e gideceği hakkında yalan söyler. Bu yalanını biraz abartarak fotomontajlarıyla paylaşımlarda bulunur. Tesadüfen o gece şarjı biter ve telefonu kapanır. İnsanlar ona ulaşmak ister, çünkü Paris’te terör saldırısı gerçekleşir. İşte o andan itibaren insanlar onu merak etmeye başlar. Ülkesine döndüğünde, hayatta kalan tek kişi olarak verdiği röportajlarla ün kazanır. Gerçek gaziler ve travmaları olan insanları taklit ederek kendini öne çıkartır. Günümüzde de bu sorunla sürekli karşılaşıyoruz aslında. Filmin gerçekleri yansıttığını ve süslü bir şekilde bizlere sunduğunu söyleyebilirim. Sosyal medyada asılsız paylaşımlar veya gereksiz gösterişler yapan insanları her gün görüyoruz. İnsanların bir ilgi çekme yöntemidir bu. Kendilerini ön plana atarak “Hey! Ben buradayım” demek için geliştirilmiştir. Son zamanlarda duyduğumuz “Z KUŞAĞI” var ya hani. İşte! Karakterimiz Danni o toplumu temsil ediyor. Davranışlarıyla ve sözleriyle, bugün karşılaştığımız o insanları bize hatırlatıyor. Bu tamamen, yeni nesil medyanın yanlış yüzünü gösteren kısmı. Bir de bu davranışların, ülkeler arasındaki siyasette olduğunu hatırlayalım. Kimler doğru söylüyor? Yapılan reklamlar veya gerçekleştiği görülmeyen hizmetler… İnsanlar arasındaki samimi gibi görünen bu iletişim araçları, aslında fiziksel olmayan bir savaştır. Medyanın ne kadar doğru söylediği her zaman soru işareti olarak kalacaktır. Danni, kendini sürekli öne çıkartmak isteyen biri. Bunu istemesinin sebebi tabi ki medya. Çünkü insanlar ünlülere tapıyorlar neredeyse. Sanki bir insan, milyonlarca kişiye muhtaçmış gibi hissediyor. Onların davranışlarını da sürekli tekrarlıyor. Garip hareketlerden tutun, çeşitli kuruluşlarla kendini öne çıkartma ihtiyacında bulunuyor. Örnek olarak vermek istediğim konu, bazı insanlar için hassas olabilir fakat bu bir doğrudur. LGBTİ+ yapısı ve eşcinsel insanlar üzerinden ön plana çıkmaya çalışan çok fazla insan var. Eşcinselliğe bir saygı gösterebilir insan, bu kesinlikle bir yanlış değil. Fakat günümüz medyasında bu çok yaygın. İnsanlar LGBTİ+ destekçisi olduğunu duyurmak için can atıyorlar. Filmde özellikle bu çok iyi işlenmiş. Danni, bir eşcinsel değil ve eşcinsel arkadaşı da yok; yani onun umrunda olmayan bir yapı olan LGBTİ+’yı öne çıkartarak ilgi çekmeye, arkadaş edinmeye çalışıyor. Diğer kuruluşlara veya toplumlara sızıp ilgileniyor gibi yaparak, kendi reklamını yapmaktan çekinmiyor ve büyük saygısızlık yapıyor. Bir insanın kendini öne çıkartmaya çalışırken veya ilgi çekmek için göstermiş olduğu tuhaf davranışlardan bahsetmişken, sizlere o davranışların ustalarını tanıtmak istiyorum. Michael Scott ve David Brent! The Office serileri medyadan uzak olsa da, Danni'nin davranışlarından farksızlar ve amaçları aynı. Filmde, yalan ve medyanın büyük ilişkisine yine tanıklık ediyoruz. İnsanların, sosyal medyada duyduklarını gerçek olarak algılaması büyük bir sorun. Öğrenilen bilgilerin araştırılması ve doğruluğunun çeşitli kaynaklarla kanıtlanması gerekir. Eğer ilk tezle çelişkili bir durum varsa, o içeriğin doğruluğu şüphelidir. Yalan, özellikle günümüzde büyük bir silah haline geldi. Sosyal medyada çok hızlı yayılan yalanlar, ne kadar fazla yayılırsa o kadar gerçek oluyorlar. Neyse ki filmde akıllı bir karakter var. Harper, Danni’nin çalıştığı derginin editörlerinden. Harper, Danni’nin anlattıklarında bazı çelişkiler fark edip onun yalan söyleyip söylemediğini anlamak için araştırma yapıyor. Danni’nin aslında her zaman yanlış bir işe kalkıştığını biliyoruz. Paris’teki terör saldırısını yapan, yüzü gizli kişi onu rüyalarında ve iç sesinde rahat bırakmıyor. Vicdanının bunu kaldırmadığını anlıyoruz. Özellikle tanıştığı genç arkadaşı Rowen’ın, ona değer vermeye başlamasıyla, Danni’nin pişmanlığını görüyoruz. Panik ataklar ve değişen yapısı bunu gösteriyor. Rowen, bir saldırıda kaybettiği kardeşi için barış propagandaları yapan biri. Bu işte olmak; Danni’i iyi bir hale getiriyor fakat geç kalıyor. Yalan söyleyerek kazandığı arkadaşını kendi itirafıyla kaybediyor. Filmin biçimsel yönünden bahsetmek istiyorum. En başarılı bulduğum kısım, sanat yönetimiydi. Dekorlar ve renkler... Özellikle kostümler... Kostümler, insanları anlatır. Ünsüz insanlar normal giyinirken, ünlü bir insanın çorabını, eşofmanının dışına giymesi… Danni’nin, ünsüzken bakımsız ve sıradan kıyafetleri vardı. Yükseliş aşamasında ise renkli ve süslü kıyafetleri, onların yerini aldı. Çöküşündeki kıyafetleri de sizler tahmin edebilirsiniz. Filmin, medya ve yalanları hakkında basit bir konusu var. Bu filmin, farkındalık yaratabilecek bir yapısı var mı emin değilim. İnsanlar bunu izledikten sonra farklı manşetleri okuyup doğruyu bulma peşine düşer mi emin değilim. Fakat yönetmen Quinn Shephard, güzel bir iş çıkarmış diyebilirim. Yönetmen Quinn Shephard da filmde yer alıyor. Filmin bütünlüğü, Shephard'ın anlatmak istediğini anlatırken; aynı zamanda filmde Danni'nin yüzüne karşı, onun suçlu olduğunu söyleyerek yaşattıklarının farkına varmasını sağlıyor. İzlediğim filmleri ve dizileri, önerilerimi kaçırmak istemeyenler buraya tıklayabilir! 🙂

  • Ben O Değilim

    Tayfun Pirselimoğlu'na ait, gerçek bir, az önce ben ne izledim, filmi; ama malesef iyi anlamda değil. Yönetmen de bunun az buçuk farkında olacak ki joker olarak Ercan Kesal'ı yapıştırmış; zokayı yutup izlediyseniz geçmiş olsun. Film, benim zihnimde dört bölümden oluşuyor. Aslında, sınırları tarafımca çizilmiş ilk bölüm, gayet güzel. Oldukça sıradan başlayıp, olması gerektiği ölçüde gerçekçi bir varoşlukta ilerliyor. Nihat'ın arkadaşlarının kötü oyunculuklarına, diyaloglar arası anlamsız duraklamalara rağmen her şey yerli yerinde. Derken, herhalde bizim anlayamayacağımız aşırı gerekli bir sebepten ötürü fecaat bir dublaja maruz kalmış Ayşe karakterimiz çıkageliyor. Ayşe, yedi cihan yansa Nihat'a dönüp de bakmayacağını rahatlıkla söyleyebileceğimiz kadar güzel ve genç bir kadın. Bu nedenledir ki Nihat kadar bitik bir erkeğin etrafında neden fır döndüğünü anlayamıyoruz ve bir bit yeniği olmalı diyen kirli zihinliler olarak bizleri film, beraber göründükleri ilk saniyede içine alıyor. Meraklanmayın, ilginç bir durum yok; hatta o kadar ilginç bir durum yok ki sıradanlığı yadırgıyoruz. Filmin ilk bölümü bu civarlarda sona eriyor. İkinci kısmın önemli sahnesi, kadının, denize atlayıp? sevgilisinden günaydın öpücüğü bekler bir pozda, yarım saat içinde kıyıya vuruvermesi. Ne istediniz hayatın olağan akışından bu kadar... Üçüncü bölümün önemli olayı, sosyoekonomik konumu gereği korkup arkasına bakmadan sefil hayatına geri dönmesi beklenecek Nihat'ın, psikopat bir kocası olduğu apaçık olan aşığı, feci şekilde kıyıya vurduktan sonra, elini kolunu sallaya sallaya maktulenin evinde takılıp geniş geniş yiyip içmesi, çay falan demlemesi. Dördüncü ve son perde, evet, bir şekilde filmin ana temasına uyup, uğrunda mahpushane kaçağı damgası yemekten kaçınmayan Nihat, bir başkasına dönüşümünü tamamlamış; yaşamadığı, sadece nefes alıp verdiği hayatını epey bir değiştirmiştir. Peki ama sorarım size ey Romalılar, ilkinde göz yumduğumuz o mayo sahnesinin bir ikincisine gerçekten ne kadar gerek vardı? Eh ayrıca, sakil bir uzun kot etek giydirilip, dip boyası gelmiş her kadın, anında kenar mahalle gülü olmuyor. Günümüzün sanat dünyasında seviye bu kadar arşa çıkmışken, çok daha ince detaylara ihtiyaç var. Hadi kabul edelim, tüm bu eleştiriler, eleştirilemeyecek bir doğallıkta var olsaydı o zaman izlenecek bir film kalmazdı geriye. Ama zaten maharet de tam olarak bunu yapabilmekte değil mi?

  • The Shining: Here's Kubrick!

    Kubrick, gerçek bağımsızlığını ancak yönetiminin büyük stüdyolardan mümkün olduğunca uzak durulması ile elde edebileceğini söylemekteydi. Kubrick sinema ile ilgilenmeye ''Look'' dergisinde fotoğrafçılık yaparken başladı. Kubrick ilk iki filmi için gereken parayı ailesinden ve arkadaşlarından borç olarak almıştı. O zamanlar körü körüne gibi görünen bu destek olmasaydı ünlü yönetmen şimdi bulunduğu yere asla gelemeyebilirdi… Kubrick, 1980 dönemi için başarılı bir yönetmen olarak görülüyor olsa da Kubrick’le çalışmayı içten içe neredeyse kimse istememekteydi. Bunun en büyük sebebi Kubrick’in mükemmeliyetçi takıntısının sette çalışanları zorluyor olmasıydı. Bunun en belirgin örneği, günümüzde uygulanan aynı dekor içinde çekilecek sahnelerin çekilip diğer dekora geçme planlamasını istememesiydi. The Shining filmi için senaryodaki sahneleri kronolojik sırayla çekmek istedi. Bu isteği üzerine set, sürekli farklı odalara taşındı; - Bahçeden, bara - Bardan, otel odasına - Otel odasına, otel odasından - Banyoya, banyodan tekrar - Otel odasına Seti taşımaktaydı. Kubrick’in son anlarda senaryoda yaptığı değişikliklerin yoğunluğu sonucunda Jack Nicholson bu durumdan şikayetçi olmaya başlamıştı. Çekilecek sahnelerden önce ona repliğinin söylenmesini ve çekim öncesi ezber yapmak istediğini belirtti. Bunun sebebi Kubrick’in ezberlediği her şeyi çekim sırasında zaten değiştiriyor olmasıydı. Kubrick ve Jack tüm set boyunca yakın bir arkadaş gibi olmuştu. Bilinene göre The Shining setinden sonra bir daha birbirlerini hiç görmediler. Kısa bir Kubrick hatırlatmasından sonra The Shining filminin detaylarına göz atalım; Film, Stanley Kubrick tarafından Stephen King'in aynı adlı romanından uyarlanıp 1980 yılında beyaz perdeye yansıtılmıştır. Filmin çekildiği dönemde film gerektiği değeri ne yazık ki görmedi. Oscar’ın, The Shining’i görmezden gelmesi bir kenara; Kubrick ve The Shining aday olarak bile gösterilmedi. Film adeta yıllandıkça değer gördü. Film, yazar olan Jack Torrance’nin ailesi ile birlikte kış sezonu boyunca kapalı olan Overlook Otelinde, Jack’in yazı yazmaya başlaması ve sonrasında gelişen olayları anlatmaktadır. Hava koşulları sebebiyle otelin çevresi ve otele giden tüm yollar karla kaplanmıştır. Devasa bir otelde üç kişilik bir ailenin var oluş çabasına film boyunca tanık oluyoruz. Torrance çiftinin oğlu (Lloyd) Danny'nin, filmin başından beri sakin ve soğukkanlı bir çocuk olması ne kadar normal bir durum gibi gözükse de filmin atmosferiyle birlikte rahatsız edici bir duruma dönüşmektedir. Danny’nin hayali arkadaşı “Tony” bu huzursuzluğu ikiye katlamaktadır. Şu an 50 yaşında olan Lloyd, filmin çekildiği dönem, bir korku filminde oynadığını bilmemektedir. Dolayısıyla oynadığı filmi de yıllarca izlememiştir. Danny’nin, Tony’ye işaret parmağını oynatarak hayat vermesi gibi birçok sahne, Danny’nin doğaçlama yapmasıyla ortaya çıkmıştır. Danny karakteri geçtiğimiz yıllarda, The Shining’in devam filmi olan Doctor Sleep’in ana karakteri olmuş ve The Shining serüvenine devam etmiştir. Delirme ve reenkarnasyon üzerine kurulu olan hikâye, cinnet hissini tüm izleyiciye kusursuz bir şekilde aktarıyor. Bu durumda da The Shining filmi Türkçe'ye ''cinnet'' olarak çevriliyor. Filmin neredeyse başından sonuna kadar, diken üstünde oturma hissini yaşıyorsunuz. Bu film için Jack Nicholson haricinde Robert De Niro ve Robin Williams gibi başarılı isimler aday olarak yer alsa da Kubrick, Jack’in bu film için en uygun kişi olduğunu düşünüyor. The Shining filmine ve Jack Nicholson’a takıntılı olan biri olarak; bu filmde Robert veya Robin, Jack Torrance karakterini canlandırıyor olsaydı film nasıl bir hâl alırdı merak ediyorum. Az önce de bahsetmiş olduğum, filmi izlerken oluşan huzursuzluk hissini sadece filmi izleyenlerin hissettiğini düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Filmin set ortamının da huzursuzluk dolu olduğu bilinmektedir. Wendy Torrance rolünü canlandıran Shelley Duvall'in bu huzursuzluktan en çok etkilenen kişi olduğu da bilinmektedir. Hatta daha sonrasında Duvall psikolojik bir tedavi bile görmüştür. Shining hakkında bazı bilgiler; - Romanda 217 olarak belirtilen otel odasının numarası, filmde 237 olarak değiştirilmiş. Bunun sebebi ise Timberline otel yönetimin, filmden sonra hiç kimsenin 217 numaralı odada kalmak istemeyeceğini düşünmesi. Otelde 237 numaralı bir oda bulunmamaktadır. - “Here’s Johnny!” sahnesinin çekimleri üç gün sürmüş, sahne için toplam altmış kapı baltalanmıştır; “Here’s Johnny!” seslenişiyle ünlenen bu sahne, doğaçlama bir sahnedir. - Jack Nicholson ve Joe Turkel, bar sahnesinin çekimleri için altı hafta prova yapmış. - The Shining’in son sahnesindeki gizemli fotoğraf aslında photoshoptur. Diane Johnson, bu fotoğraf hakkında “Evet, fotoğraf hakkında bir açıklamamız var; ancak bu, herkese biraz ilginç gelebilir. Jack aslında o otelde yıllar önce bulunmuş ve reenkarnasyon ile o otele gelmiş hayali bir canlı; ancak aynı zamanda biz Jack’in 'o andaki' başka halini de görüyoruz. Biraz paradoksal ve fazlasıyla karışık farkındayım.” açıklamasında bulundu. - The Shining, Yılın En Kötülerinin Belirlendiği Razzie Ödülleri’ne Aday Gösterildi. - The Shining’in Yıllar Sonra Gelen Devam Filmi: Doctor Sleep - The Shining filminin kapı kırma sahnesi için Kubrick, The Phantom Carriage filminden esinlenmiştir. - Filmdeki kırmızı tuvalet sahnesinde 180 derece kuralına uyulmamıştır. - Kubrick, “Filmin çok karışık ve anlaması zor olduğunu kabul ediyoruz, ancak olmasını istediğimiz şey zaten buydu. Kesin ve anlaşılabilir bir son olmasını hiçbir zaman istemedik. O dönemde, anlaşılmaz bir film olduğu için herkes tepki göstermişti; ancak şimdi en iyi korku filmi diye anılıyor. Puzzle gibi bir filmdi, bırakın öyle kalsın.” - Filmin final sahnesi olan karlar içindeki Jack Torrance’ı gördükten sonra, film, oteldeki balo fotoğrafını izleyiciye gösterir ve film biter. Filmin açık uçlu bir şekilde bitmesiyle birlikte aylar sonra öğrenilir ki aslında bu iki sahne arasında bizim görmediğimiz bağlayıcı bir sahne çekilmiştir fakat Stanley Kubrick, bu sahneyi filmden çıkarmaya karar vermiştir. Yazan: Ceren DERE

  • Druk/Körkütük

    “Gençlik nedir? Bir rüya. Aşk nedir? O rüyada gördüğün şey.” Soren Kierkegaard Thomas Vinterberg yönetmenliğinde 2020 yapımı bir film. Testosteron azalmasından sessizliğe gömülmüş, öğrencilerinin dahi saygı duymadığı, orta yaş krizinde, lise öğretmeni bir adam; güzel karısıyla bitik ilişkisi; kendi gibi sıradan hayatlar yaşayan, enerjisi düşük arkadaşlarıyla olan sıkıcı muhabbetler… Yine yeni yeniden, bir İskandinav depresyonu ile karşı karşıyayız sayın seyirciler. Film, bir genç topluluğunun, geleneksel bir yönü olduğunu anladığımız, göl kenarında koşturarak bira kasası taşımaca oyunu oynadığı bir sahneyle başlıyor. Yarınlar yokmuşçasına eğlenen sorunsuz ülke gençlerinin saf mutluluğu, devamında sürekli Martin’in meymenetsiz suratını izleyecek olmamızdan habersiz, filme kendimizi bir anda kaptırmamıza neden oluyor. Adıyla, afişinin de yardımıyla, film aslında daha çok başlarda rengini belli ediyor. Belli ki, mutsuz bir avuç orta yaşlı erkek, çocukça bir fikre kapılıp alemin akıllısı gibi bunu uygulayacaklar; başta mükemmel sonuçlar alarak git gide dozajı artıracaklar; sonra ipin ucu kaçacak, sakın biz bir hata yapıyor olmayalım diye şöyle bir düşünecek ama adam sen de hadi vur vur diyecekler; en nihayetinde kaçınılmaz son biçiminde işemeli ölmeli alkol vurgunu yiyerek tanrım biz ne yaptık diyecekler… Şişede durduğu gibi durmuyor sonuç olarak. Dünya liderlerinin sarhoş ve komik halleri, filmin en güzel kısmıydı; birisi, küçücük bir dokunuşla filmi bir üst segmente taşımış, hem de sadece kaynak taramasıyla, çok zekice… Martin’in, kendisine yamuk yapan karısına delirip evi dağıtmasına şaşırdığımı belirtmeden geçemeyeceğim; demek medeniyetin beşiğindeki erkekler de sinirlendiklerinde mutfağı, sofrayı yere indiriyormuş, aşkolsun. Eğlenceli, hoş bir film kabul; ancak neden bu kadar olay yarattığını asla anlayamadım. Martin’in kapanış dansı da güzeldi evet ama üzgünüm, eğlenmenin bu kadarı yalnızca gençlere yakışıyor.

  • En İyi 10 Mitolojik Film & Gerçek Hikayeleri

    Eski Yunan dilinde "söz" kavramını karşılayan üç ayrı kelime kullanılıyordu: epos, logos ve mythos. Epos; güzel, şiirsel söz anlamına gelirken logos; bilimsel gerçekleri anlatan söz demekti. Ancak bunların arasından mythos; duyulan söz, efsane anlamına geliyordu. Mythologia yani mitoloji kelimesi ise mythos ve logos sözcüklerinin birleşiminden meydana gelmiş ve efsane-bilimi anlamını taşımaktadır. Günümüzde mitoloji denince akla genellikle Yunan mitolojisi gelse de mitolojinin tanımı "bir kültüre ait geleneklerin, doğa olaylarının, masalların anlatıldığı efsanelerin tamamının anlatıldığı söylenceler"dir. Dolayısıyla aslında Pers mitolojisi, Hindu mitolojisi, İskandinav mitolojisi, Mısır mitolojisi hatta Türk mitolojisi dahi vardır. Bu film listesinde genellikle Yunan mitolojisinden izler taşıyan filmleri görsek bile arada Rus, İskandinav ve Sakson mitolojisinden anlatılar taşıyan filmler de göreceğiz. Bunun sebebini, Batı kültürünün Yunan mitolojisine hayranlığı olarak düşünebiliriz; elbette Hollywood da Batı kültürünün ilgisini en çok çekecek konularda filmler yapıyor. Keyifli seyirler! NOT: Bu başlıkta mitolojik karakterler ile çekilmiş filmlere değil, anlatımları da mitolojik olan yapımlara yer vermeye çalışıldı. Dolayısıyla Thor da İskandinav mitolojisindeki bir Tanrı olmasına rağmen filmleri Marvel Comics'in süper kahraman filmlerinden olduğu için filmin kurgusu mitolojiyi değil Thor'un günümüzdeki maceralarını anlatıyor. Ya da Mumya filminde Mısır mitolojisinden karakterler yer alsa da öyküsü mitolojik değil, modern çağda geçen fantastik- macera filmi segmentinde yer alıyor. Pan'ın Labirenti filmi de aynı şekilde; Pan, mitolojik bir karakter olsa da modern çağdaki küçük bir çocuğun yas sürecini anlatan film asla mitoloji filmi segmentine koyulamıyor. 1) 300 Spartalı Spartalıların hikayesi aslında Herodot'un yazılarında Termofil Savaşında anlatılmaktadır. Milattan önce 5. yüzyılda çok zor yaşam koşullarında gerçekten de Agoge denilen vahşi bir eğitim sistemiyle savaşçı olarak yetiştirilen Spartalı çocuklar aslında biraz yabani, çokça da kuvvetli askerler oluyorlardı. Heredot'a göre Meşhur Pers Kralı Xerxes (Serhas) Antik Yunan bölgesine saldırdığında 2.600.000 kişilik bir ordu toplamıştır; karşılığında Yunan birlikleri (Peloponnes kuvvetleri) ise toplam 4000 kişilik bir savunma (içlerinde 300 kişilik Sparta birliği de mevcut) ile deniz ve kara yolunu tutmak için toparlandı. Tabii "tarihin babası" olarak bilinen Herodot'un öteki lakabını da bilirsiniz; kolpaların babası. Dolayısıyla o çağda toplam Pers nüfusunun bile ancak 3 milyon olabileceği düşünülürken 2.600.000'ini antik Yunan topraklarına sefere çıkarması mümkün değildi. Kral Leonidas ve Spartalı askerleri Termofil geçidinin en dar bölgesinde bir savunma kuruyor ve binlerce Pers askeriyle çarpışıyor. Bu esnada Leonidas'ın birliğinin 300 değil 4000 kişi olduğu söyleniyor. Sonra hain bir Termofilli çoban keçilerin geçtiği gizli patikayı Pers Kralı Xerxes'e söylüyor ve böylece Pers birlikleri gizlice geçici arka yoldan geçip Sparta birliklerini pusuya düşürüyor. Geçidi üç gün boyunca tutan Spartalılar 20.000 Persliyi yok ederek üstün başarı gösterse de sonunda düşüyorlar. İşte bu efsane de müthiş yönetmen Zack Snyder tarafından 2007'de Gerard Butler'ın başrolüyle ekranlara uyarlanıyor. Bahsedilen Termofil Geçidi yaklaşık 24 yüzyıl sonra 1897 Harbi esnasında "6 ayda geçilemez" denilirken Osmanlı askeri tarafından 24 saatte geçilmiştir. Bu savaş Osmanlı'nın kazandığı son savaş olarak tarihe geçmiştir. Termofil'in laneti de diyebiliriz:) 2) On Drakon Slav mitolojisinde ejderha figürü tanrısal bir yaratık olarak yer almaktadır. Bazen kadınları kaçıran insansı ejderha hikayesini anlatan bu film 2015'te Indar Dzhendubav'in yönetmenliğinde beyaz perdeye masalsı bir anlatımla aktarılmıştır. Oldukça romantik bir anlatıma sahip olan film, yöresel müzikleri ve muhteşem "kurban etme" sahneleriyle akıllara kazınıyor. Bir kentin insanları, ejderhanın saldırmaması karşılığında her yıl en güzel bakireleri ona dinsel bir törenle kurban ediyorlar. Ve yüzyıllar geçse bile bu bir ritüele dönüşüyor. 3) Beowulf Eski Anglo-Sakson edebiyatındaki bu efsane, aslında bir şiir olarak kaleme alınmıştır. Hatta 3182 dizeyle eski İngiliz edebiyatının en uzun eseri olmakla ünlüdür. Aslında İngiliz değil Danimarka kralı olan Beowulf'un yaratık Grendel ve sonrasında annesiyle olan savaşını anlatan hikaye 2007'de Robert Zemeckis tarafından Real D teknolojisiyle beyaz perdeye aktarılıyor. Filmde Angelina Jolie, Anthony Hopkins gibi yıldız isimler olmasına rağmen 6.3 IMDB puanı ile Beowulf underrated kalıyor. 4) Titanların Savaşı / Titanların Öfkesi Yunan mitolojisindeki ünlü karakterlerden Perseus'un hikayesini anlatan bu iki film, kesinlikle türünün en iyi örneklerinden. Filmde Pegasus'tan Medusa'ya kadar birçok mitsel karakterin tasvirini görüyoruz. Müthiş ataerkil Yunan mitolojisi yine Zeus'un kaçamaklarından bir çocuğun dünyaya gelmesini sağlar; Perseus. Zeus bir gece Argos Prensesi Danae'nin çatısından yağmur damlası şeklinde sızarak ona tecavüz eder. Böylelikle yarı-tanrı olan Perseus doğar. Perseus, mitolojide tehlikeli ama acıların kadını Medusa'yı öldürmesiyle de bilinmektedir. Aynı zamanda yine yarı-tanrı olan Herkül'ün hem büyük dedesi hem de yarı kardeşidir. Filmin başrolünde fantastik filmlerin gözbebeği Sam Worthington'ı izliyoruz. Sekans filmi olan Titanların Öfkesi'nde ise bu defa tüm tanrıların yaratıcısı olan Titanların lideri Kronos ile bir mücadele anlatılıyor. Yarı-insanın tanrı-yaratanı yenmesi mitolojik anlatımların belki de en yüksek noktasıdır. 5) Kaplan ve Ejderha Çin Halk Cumhuriyeti yapımı olan film 2000 yılında, en ünlü Çinli oyuncularla birlikte sinemalara girdi. Filmin eşsiz müzikleri, pastoral havası ve hüzünlü anlatımı ile En iyi Yabancı Film ile birlikte dört ayrı Oscar ödülü kazandı. Çin mitolojisindeki ritüelleri anlatan filmde bir sahnede Türkçe bir şarkı duyabilirsiniz, muhtemelen efsanedeki karakterin Uygur olmasından kaynaklanıyor. Şaşırmayın:) 6) Ölümsüzler: Tanrıların Savaşı Yönetmen Tarsem Singh, bu filmi çekerken resim sanatındaki Rönesans akımında bir görsellik sağlamaya çalıştığını söylemiştir. Filmde Hollywood'un beyaz atlı prensi Henry Cavill ve Drakula'da da bahsedeceğimiz Luke Evans gözleri şenlendiriyor. Filmde, yine yarı Tanrı olan Prens Theseus'un mitolojik öyküsü anlatılıyor. Tabii bu defa gizli baba Zeus değil, Poseidon. Hatta Prens Theseus'tan, Homeros'un Truva destanında da bahsediliyor; Truva Savaşı'nda Yunanlılar tarafında savaşan hatta Truva atının içine saklanan askerlerden biri olduğu söylenen Acamas, mitolojide yarı-tanrı olarak anlatılan Prens Theseus'un oğludur. 7) Drakula: Başlangıç "Bu bizim bildiğimiz vampir Drakula değil mi, neresi mitolojik?" derseniz, hayır değil. Tarihte Drakula olarak bilinen kişi aslında 15. yüzyılda yaşayan Eflak Prensi Vlad III. Voyvoda'dır. Voyvoda'nın Drakula ismini alması ise babasından kaynaklanmaktadır. Baba II. Vlad kendisine Rumencede ejderha anlamına gelen dragul lakabını koymuştur. (Daha önce söylediğimiz gibi ejderha Slav kültüründe çok önemli bir yere sahiptir.) Bunun üzerine oğlu III. Vlad de ejderhanın oğlu anlamına gelen Drakula olarak çağırılmaya başlanmıştır. Eflak Prensliği'nin Osmanlı'ya vergi ödemeyi reddetmesi üzerine çıkan savaşta baba Vlad Dragul yenilmiş ve iki veliahtını Osmanlı'ya esir vermiştir. Hatta Voyvoda 12 yaşındayken kardeşiyle birlikte Osmanlı İmparatorluğu'nun esiri olarak Tokat Kalesi'nde hapsedilmiştir. , senelerce bir şehzade gibi eğitim görmüştür. Önceleri Fatih Sultan Mehmet'in ordusunda bir komutan olarak savaşan Voyvoda, 1456'da Osmanlı'nın desteğiyle Eflak'ın başına geçmiş, ancak sonra isyan etmiştir. Ayrıca vahşi işkence yöntemleri ve esirlerini kazığa geçirtmesiyle tanındığı için Kazıklı Voyvoda olarak da tanınan bu tarihi kimliği, Bram Stocker Drakula romanında Transilvanya'da yaşayan bir vampir olarak tasvir etmiştir. Gerçekten de Stocker, vampir kadar karanlık bir kötü karaktere uyarlanabilecek en makul tarihi kişiliği seçmiş olabilir. Örneğin Theodor Aman'ın aşağıdaki tablosu, Voyvoda'yı ziyarete gelen Osmanlı elçilerini resmetmektedir. Bu sahnede Voyvoda, elçilerin sarıklarını kafataslarına çiviletmektedir.. Sonunda 1476'da Osmanlı'ya yenilen Kont Vlad (yani Kazıklı Voyvoda) idam edilmiştir. Hatta öldüğünü kanıtlamak için Voyvoda'nın kafası, bozulmaması adına bir bal kasesinin içinde Fatih Sultan Mehmet'e teslim edilmiştir. Gary Shore'un 2015 yılında yönetmenliğini yaptığı bu film ise klişe Drakula hikayeleri gibi Jonathan'ın kalesini ziyaret ettiği vampir Drakula'dan ziyade bizzat tarihte yaşamış Kont Vlad'in hayatını anlatıyor. Elbette ki mitolojik bir hikaye olarak sahnelenen film özellikle Osmanlıları aciz ve şeytani göstermesi sebebiyle Türk izleyiciler tarafından pek beğenilmedi. Milliyetçilik damarlarını bir kenara bıraktığımızda Luke Evans'ın başrolünü canlandırdığı film ise karamsar anlatımıyla sinematografik olarak çok güzeldi. 8) Mısır Tanrıları Film, Mısır mitolojisindeki tanrıların aralarındaki savaşı anlatan harika bir anlatıma sahip. Güneş Tanrısı Ra, Çöl Tanrısı Seth, Nil Tanrısı Anuket gibi Mısır hiyerogliflerinde de geçen mitolojik karakterleri barındıran filmin başrolünde Nikolaj Coster'ı ve anti-kahraman rolünde 300'den bildiğimiz Gerard Butler'ı görüyoruz. Film tam bir görsel şölen olmasına rağmen animatik sahneleri nedeniyle çok beğenilmedi. Maalesef zor bir tür ve bu türde iyi film çıkarmak daha zor. 9) Pers Prensi: Zamanın Kumları Ortaçağ'da İran'da yaşayan Prens Dastan (destan)'ın hikayesini anlatan 2014 yapımında Jake Gyllenhaal yer alıyor. Walt Disney prodüksiyonu olan filmde Disney'in çocuksu heyecanını görüyoruz; bu noktada yetişkin filminde görmek istediğimiz karanlık, kan ve gözyaşı dolayısıyla da gerilim bu filmde mevcut değil. 10) Herkül Efsanesi Yunan mitolojisi yine Zeus'un çapkınlıkları sonucu yarı-tanrı bir çocuk daha dünyaya getirmiş ve olağanüstü güçteki bu çocuk Zeus'un karısı Tanrıça Hera'nın en büyük intikam takıntısı haline gelmiştir. Aslında başta ismi Alcides olan çocuğun varlığını Hera keşfedince, koruyucu ailesi çocuğa "Hera'nın gururu" anlamına gelen Herakles (Herkül) ismini vererek Tanrıçayı yumuşatmak istemiştir. Herkül zamanla Hera'nın oyunları yüzünden delirmiş ve çocuklarını öldürmüştür. Bunun kefareti olarak tanrılar da ona 12 görev vermiştir. Herkül'ün mitsel maceraları da bu görevlere dayanmaktadır. Herkül temasıyla anlatılan oldukça fazla yapım var olmasına karşın aklımızda kalan en sevdiğimiz 1995-99 yılları arasında yayınlanan Kevin Sorbo'nun başrolünde yer aldığı Herkül dizisiydi. Tabii zamanla beyaz perdeye yeni animasyon ve çekim teknolojileriyle birlikte daha görsel olarak doyurucu yapımlar girmiştir. Bunlardan bir diğeri de Dwayne Johnson'ın oynadığı Herkül: Özgürlük Savaşçısı'dır, ancak bu listeye onu almadık. Dwayne Johnson'ın Herkül'ü biraz daha animatik ve biraz daha komedi unsurları içeren bir yapımdı. Onun yerine en sevdiğimiz Herkül temalı mitolojik film olan Herkül: Efsane Başlıyor'u konu aldık. Mükemmel bir casting ile Kellen Lutz ve Spartacus dizisinden bildiğimiz Liam McIntyre filmde yer alıyor. Bonus: Truva Daha önce belirttiğimiz gibi bu başlıkta mitolojik karakterler ile çekilmiş filmlere değil, anlatımı da mitsel olan fantastik filmlere yer vereceğimizi söylemiştik. Ancak bir kült haline gelen Truva filminde çokça mitolojik karakter yer alsa da doğaüstü sahneler veya Tanrıların varlığı yer almıyor. Gayet realistik bir anlatımı olan filmde ara ara Archilles'in annesinin geldiği veya topuğundan vurulduğu sahneler dışında mitsel bir ilerleyiş mevcut değil, yalnızca karakterlerin kendi inançlarındaki mitsel öğelerin bahsi geçiyor. Film fantastik film türü sınıfına koyulamadığı gibi geri kalan her şey savaş filmi segmentinde. Ancak tarih filmi de denilemez çünkü tarihçiler Truva Savaşı diye bir olayın gerçekleşmediğini söylüyorlar. Yine de Homeros, İlyada ve Odessa destanında bu savaşa yer vermiş, Homeros'un bu destandaki Truva Atı metaforunu da Çanakkale Biga yarımadasında gördüğü antik Truva Atı heykelinden esinlenerek destanına eklediği tahmin edilmektedir. Çanakkale'deki antik Truva Kenti ise 1998 Unesco Dünya Mirası listesinde yer almaktadır. Yalnız küçük bir bilgi; uzun zamandır Çanakkale'de yer alan Truva Atı antik bir eser değildir, onun canlandırmasıdır. Heykel (yukarıda gördüğünüz), 1975'e bir Alman belgesel için sanatçı İzzet Senemoğlu tarafından inşa edilmiştir ve Truva ören yerinde beklemektedir. Bunun yanı sıra bir diğer Truva Atı heykeli de şu anda Çanakkale merkezde yer almaktadır. O da mevzu bahis olan 2004 yapımı meşhur Truva filminde kullanılan ahşap heykeldir ve Warner Bros tarafından Çanakkale belediyesine hediye edilmiştir. Efsanevi filmde Brad Pitt, Eric Bana, Orlando Bloom, Rose Byrne, Diane Kruger, Sean Benn gibi dev bir kadro, stop motion çekim efektleriyle ve Josh Groban müzikleriyle seyircinin beynine unutulmaz sahneler kazıyor. Truvayı da bonus olarak bu listeye fantastik film olmasa bile mitsel öğeleri anlatan bir savaş filmi olarak eklemek istedik.

  • Japon Sinemasında İzlemeniz Gereken 5 Film

    Japon sineması her zaman karışık fakat tutkuludur. Ayrıca herkesin gözdesi olmasa da mutlaka izlemesi gereken filmler vardır. Kültleşmiş Japon kültürüne, dokusuna, macerasına ve dramatikliğine hâkim olmanızı sağlayacak filmler. Sizler için Japon sinemasında izlemeniz gereken beş filmi listeledim. Spirited Away (Ruhların Kaçışı) Çok klasik bir eser ile başlamak istiyorum. Spirited Away, Hayao Miyazaki’nin baş yapıtı bir anime filmi. Anne ve babasını, kaybolan ruhlar içerisinde arayıp başının çaresine bakmak zorunda olan Chihiro ve onun duygusal yolculuğu. Ringu (Halka) Korku diyarının derinliklerine götüren, nostalji kokulu korku filmi. Kuyunun dibindeki kayıp kız. Küçüklüğümüzün korku filmi “Halka” aslında orijinalde bir Japon filmidir. Çoğu kez yeniden düzenlenen versiyonu çıkmış olmasına rağmen korku filmleri Japonlardan iyi yapılmaz. Küçükken açıp izlediğim ama korkmadığım bu film, korku tarihine işlemiş bir kayadır. Korku ile ilgileniyorsanız bu filmi izlemenizi tavsiye ediyorum. Love Exposure (Aşka Maruz) Bu film hakkında bahsedilecek çok şey var. Kendisi benim için çok özel bir yere sahiptir. Japon sineması adı altında şunlardan bahsedebilirim; aklınıza ‘Japon sineması’ dendiği zaman gelen her sahne ve konuyu bir araya toplayın ve sonucunu düşünün. Sonucu bu filmdir. Aşkın, tutkunun, dramın ve vahşetin havalarda gezindiği film kusursuz bir yapımdır. Mesela artan psikolojik ve sosyal baskı da hayatlarının akışı ve yönünü etkiler. Her şeyden önce gençlik maceraları, hayalleri ve artan dini baskı, aileler ve bizim üstümüzdeki insan topluluğu, her zaman bir şeyleri yerine getirmemizi beklerler. Sonuç olarak bu macerada Yu, Yoko için bu baskıya karşı çıkmaya çalışır. Sion Sono’nun film zekâsı yine bizi hayran bırakıyor. Love Exposure sizi muhteşem 4 saatlik yolculuğa çıkaracak. Mutlaka izlenmesi ve detaylıca incelenmesi gereken bir eser. Tokyo Story (Tokyo Hikayesi) Tokyo Hikayesi, çocuklarını ziyaret eden yaşlı bir çiftin hikayesini anlatıyor. Japonya’nın taşra kentlerinden birinde yaşayan yaşlı karı-koca, uzun zamandır kendilerinden ayrı yaşayan çocuklarını ziyaret etmek için Tokyo’ya doğru uzun bir yolculuğa çıkarlar. Bu yolculuk onlara büyük şeyler katacaktır. Bir anne ve babanın yolculuğuna şahit oluyoruz. Japon sinemasının damarlarından biri olan bu filmi şiddetle izlemenizi tavsiye ediyorum. A Geisha Japon kültürünün bir parçası olan geyşalara güzel bir biçimde değinen film, Japon kültür ve tarihini anlamak için çok güzel bir fırsat sunuyor. Film, yerleşik bir geyşa olan Miyoharu ile Miyoharu’dan, onu çırak bir geyşa olarak alması için yalvaran genç Eiko arasındaki ilişki üzerinden; savaş sonrası Kyoto, Gion’daki hayata odaklanmıştır. Japon kültürünün damarlarına inmek için çok uygun bir yapım. Japon kültürüne hâkim olmak için güzel bir fırsat. Filmin, kültürü yansıtma becerisi gayet iyi. Bu sebeple Japon kültürüne hakimiyetimiz artıyor. Japon sineması, kendi kültüründen bol içerik barındıran bir sinemadır. Herkese iyi seyirler!

  • Ben Az Anlatıyorum, Siz Çok Anlayın: CADILAR ÜÇLEMESİ 15+

    Her üç kadından biri 15 yaşından itibaren fiziksel ve/veya cinsel şiddete uğruyor. Ben az anlatıyorum, siz çok anlayın. Asılması gereken kadınlar. Kötü insan deyince aklıma ''O'' geliyor. İkinize de yeterim. Canına tak eden kadınlar ,hapishaneden, sevgilerini ve öfkelerini anlatıyor. Kocalarından şiddet gören kadınların canına tak etmesini, yaralarını, sevgilerini, şifalarını ve hikayelerini anlattıkları deneysel bir belgesel. Şiddetin, zaman ve mekan tanımayan döngüsünde iki kadın suçlu bulunmasını sorguluyor. İki kadının hapishaneden duygularını döktükleri mektupları, anlatılanlara göre görselleştiren muhteşem bir dışavurum görüyoruz. İnsanlar hayallerinin peşinden giderken, özellikle bizim gibi ülkelerde, başkasının lafına göre hareket etme, başkası ne der gibi hareketler fazlaca gözlemlenir. Belki de ileri yerine geriye gitmemizdeki en büyük durumlardan biri de bu. Biz toplu yaşayan bir milletiz. Tekil yaşamak, bireyselleşmek bizde hiçbir zaman var olamayacak kavramlardır. Kan davası, töre, namus, intikam gibi sayısız çağdışı olayların hala yaşandığı ve yaşatıldığı bir ülkede yaşamaya çalışıyoruz. Yaşamaya çalışıyoruz diyorum çünkü herkes bizim kadar şanslı olmuyor. Bu ülkenin her yanı eşit seviyede eğitim görmüyor. Eğitimin yine her şeyden önemli olduğunu buradan da anlıyoruz. Belgeselde de yaşanan tüm olayları, eğitimsiz insanların yaşadığını ve yaşattığını görüyoruz. Sevgiden mahrum kalanların şiddet ile mücadelesi her zaman istediğiniz gibi sonuçlanmıyor. Sevgi sadece birisinden gördüğünüz sıcak davranışlar ya da duyduğunuz güzel sözler değildir. Sevgi en zor zamanınızda bile koşulsuz şekilde yanınızda duranlardır. Bazen hapishanedeki bir abla, bazen sizi o hapishaneden uzak tutmaya çalışan bir avukat bile olabilir bu sevginin kendisi. Açıklaması en zor duygulardan biridir sevgi. Herkes için farklı bir tanımı ve dışavurumu vardır. Sevgi gibi duyguların eğitimi olmaz ama sevgiden mahrum kaldığınız anda yapacaklarınızın hepsi eğitimle eş değerde hareket eder. Hayat o kadar acımasız ki en köşeye sıkıştığında bile sana gülesi yoksa seni "asılması gereken kadınlar" olarak bile lanse edebiliyor.

  • Görmeden İzlenen Film | The Guilty

    Antoine Fuqua’nın yönettiği The Guilty, özgün biçimiyle öne çıkan bir filmdir. Bu yüzden, en başarılı bulduğum Netflix yapımları arasında yer alıyor. Nic Pizzolatto ‘nun ele aldığı bu senaryo; acil servislerde çalışan Joe’nun, gelen aramada ters giden işlerin olduğunu anlamasıyla, bir cinayetin sırrını, sadece telefon konuşmasında çözmesini anlatıyor. Önemli Not : Yazı spoiler içermektedir. Filmi izlemeden bu analizimi ve yorumlarımı okumamanızı öneriyorum. Gerçekten her insana hitap edecek bir filmdir ve mutlaka izlemenizi öneririm. Filmi izlerken gerçekten bir gizem peşinde olduğunuzu unutmuyor, aklınızı kurcalayan her düşünceyle filme daha da odaklanıyorsunuz. Bildiğiniz gibi filmlerin kopma noktaları olabiliyor. Fakat bu film herhangi bir kopukluk yaşatmıyor. Filmin biçimi, izleyiciyi kendine çekiyor. Cinayet ve gizem temalı bu film, birçok yapımı ve yönetmeni izleyiciye hatırlatıyor. Alfred Hitchcock’un geciktirme yöntemi ve “12 Angry Men” filmindeki tek mekân hikayesi ilk akla gelenlerden. Tek mekânın içerisinde Joe ve çalışma arkadaşlarını görüyoruz. Onun dışında, telefon çağrısındaki kişilerin sadece sesleri duyuluyor. Başrolde Joe olarak Jack Gyllenhaal var. Bu oyuncunun bu role seçilmesi gerçekten harika olmuş. Jack Gyllenhaal, jest ve mimikleriyle filme çok büyük bir katkı sağlamış. Bu katkı çok önemli, çünkü telefonla konuştuğu kişinin durumunu ve duygularını bizlere aktarmak zorunda film. Böylece Joe karakteriyle özdeşleşip, telefonun diğer ucundaki kişinin durumunu daha benzer hayal edebiliyoruz. The Guilty filmi yarım bir filmdir. Diğer yarısını izleyici tamamlamalı. Filmde gördüklerimiz bir yarısı, duyduklarımız da diğer yarısıdır. İzleyici, bilinçsiz şekilde bu filmi tamamlayacaktır. Joe’nun konuştuğu bölümde onu görüp, telefondaki kişileri duyduğunuzda artık sesleri görüyor olacağız. Filmdeki en başarılı bulduğum teknik buydu. Bilincimizin tamamlamasını istiyorlar. Bunun başarılı olmasını tamamen senaryoya borçlu film. Senaryo yazılırken soyut kavramlardan tamamen uzak durulmalıdır ki bu sayede her sözcük akılda canlansın. Herkesin anlayabileceği bir dil de çok önemli. Tabii ki olmazsa olmaz aksiyonlar! Bu aksiyonlar ne kadar ayrıntılı yazılırsa, gerçeklik oluşturma olasılığı o kadar artar. Film çekimlerinde başarılı bir senaryoyu başarılı bir şekilde çekmek çok önemlidir. Her şey sözlerle anlatılmaz, görseller de önemlidir. Filmde dikkat dağıtan dekor kullanılmamış ve dikkati tamamen oyuncuya çekmişler. Karakteri izlediğimiz zaman onunla empati kuruyor, olaya tanıklık ediyoruz. Ses! Ses de çok önemliydi bu filmde. Telefondan gelen sesler sayesinde birçok aksiyonu anladık. Görmeye hiç gerek yokmuş demek. Örnek olarak bir sahneden bahsetmem gerek. Telefon konuşmasından bir kesit şu şekilde: “Bir kadının korku dolu derin nefes alış-verişi, bir arabanın kapısının kapanması, ardından bagaj kapağının kapanması”. Bu birkaç ayrıntıyı okurken hepinizin aklında canlandığını biliyorum. Bu sesler; zorla arabaya bindirilmiş bir kadının ve yanında onu kaçıran birinin, yol kenarında duran arabadan inip bagajdan bir şey almaya gittiğini hayal etmemizi sağlıyor. Filmdeki gizemi koruyan ve ters köşe yaptıran biçimsel unsur, tamamen, duyduklarımızın ve göremediklerimizin uyuşmazlığından kaynaklanıyor. Bilinçaltı bunu çok farklı kodluyor. Filmin amacını, biçimsel yorumumdan sonraya bıraktım bilerek. Filmin anlatmak istediği, karakterin çıkarması gerektiği bir ders bulunmakta. Joe karakterimizin film boyunca panik atak geçirdiğini ve astım ilaçları kullandığını görüyoruz, demek ki bazı sorunları var. Bunları görmemiz, bir olayı görerek anlamamızın çok önemli olduğunu da vurguluyor aynı zamanda. Joe, telefonda kurtarmaya çalıştığı kadının aslında akli dengesi yerinde olmadığını onun kocasıyla ve kızıyla konuştuğu zaman fark ediyor. Görmeden yargıladığı yanındaki kişi onu kaçırmıyor, onu seven kocası onu korumak için hastaneye götürüyordu. Bu bölümde gün yüzüne çıkan olaylar; görmeden, duymadan, olayın aslını bilmeden yargılamamanın farkındalığını da anlatıyor. Joe’nun telefonda konuştuğu hastaneye gitmek istemeyen kadın bir köprüden atlamak istiyor. Kendine ve sevdiklerine zarar vermemesi için onu ikna etmesi lazım, ikna etmek için de onunla empati kurmalı. Ve kuruyor. Joe, polis akademisindeyken bir suçluyu cezalandırmak için vurduğunu ona söylüyor kendi pişmanlığını anlatıyor. Filmdeki asıl suçlunun Joe olduğunu ve yaptıklarıyla kendini cezalandırdığını hepiniz görüyoruz. Bu hatanın yine tekrarlanmaması için büyük çabası da filmin ana konusudur. The Guilty. Suçlu. Çevremizdeki tartışmalarda ve olaylarda bir suç işlemek için, iyi ya da kötü olmak zorunda mıyız? Eylemlerimiz bizi kurtarsa da başkalarını cezalandırabilir mi? İzlediğim filmleri ve dizileri, önerilerimi kaçırmak istemeyenler buraya tıklayabilir! 🙂

  • Tek Kişilik Rock Monologu: tick, tick…BOOM

    Eğer müzikal tiyatroları ve Broadway müzikallerini ve onları yaratan sanatçıları seviyorsanız bu film onlara bir aşk mektubudur. Türünün son örneği olarak kendini tanıtan bir müzikal tiyatro yazarı Jonathan Larson’un hayatını konu alan tek kişilik rock monologu olan tick,tick…BOOM! Bu film, senarist Steven Levenson tarafından, şaşırtıcı derecede yetenekli yazar Jonathan Larson'ın Rent'ten hemen önce olan otobiyografik parçası tick, tick … BOOM!'dan uyarlandı ve ilk büyük müzikal tiyatro projesinin hikayesini anlattı. Larson (Andrew Garfield) 30 yaşına girmek üzereyken başlıyor film ve sekiz yıldır üzerinde çalıştığı distopik, fütüristik bir bilimkurgu tiyatro müzikalinin hayata geçmesi için hala mücadele ediyor. Larson, yıllardır üzerinde çalıştığı bu fantastik müzikal tiyatroyu oynayamadan hayatını kaybediyor; ancak Brodway müzikalleri arasına efsane olarak ismini, tarihe ve bu efsane filme yazdırmış oluyor. Filmin yönetmeni Lin Manuel Mrianda zaman zaman filmin temposunu kaçırsa da farklı açıları ve müzikal sahnelerdeki kamera hareketleri ile filmi çok iyi dengelemiş gözüküyor. Deniz dalgası gibi bir temposu olan film, izlerken sizi ekrandan koparıyor. Filmin kurgusu değişik bir dışa vurum olmuş. Sahneler arası kopukluklar çok göze batıyor ve izleyici olarak, olayı toparlamak çok zor oluyor; fakat bunu, bir eksi yön olarak saymak filme ve konunun işlenişine hakaret olur. Eğer bayadır üzerinde çalıştığınız ve tamamlayamadığınız bir proje varsa, bu filmi mutlaka izleminizi tavsiye ederim. Film öyle bir motivasyon veriyor ki daha izlerken kendinizi, projenizi yaparken buluyorsunuz. Size üzücü bir haber vermek isterim; bu film, kahramanına mutlu son veren bir film değil. Larson’ın o çok istediği oyun gecesi asla gerçekleşmedi. Sadece, bitmeyen çalışmasının, bir gün bu kadar çabaya değeceğine dair bir inancı vardı.

  • Rear Window (Alfred Hitchcock)| Bir Kadın Ne Kadar Güçlüdür?

    Rear Window filmi, Alfred Hitchcock’un en önde gelen filmlerinden biridir. 1954 yılında yapılmış, en iyi senaryo ve en iyi kadın oyuncu ödüllerini kazanmıştır. Hepinizin dikkatini buraya çekmek istiyorum. Arka Pencere filminin kazandığı bu ödüller, filmdeki en öne çıkan iki unsur çünkü. Hitchcock Tarzı Film, kaza geçirmiş bir fotoğrafçının, eve mahkum kaldığı günlerde karşı komşusunun cinayet işlediğini görmesini ve bu cinayeti çözmesini anlatıyor. Çok akıcı ve serüven dolu bir senaryoya sahip. Alfred Hitchcock’un çekim tekniklerine bayılan insanların yine hayran kalacağı bir film. Özellikle bahsetmek istediğim konu ise filmin tamamen tek mekânda tek kamerayla çekilmesi. Kameranın özgür olmaması, bacakları kırılmış ana karakterimiz Jefferies ile bir bağ kurmamızı sağlıyor. Çoğu zaman filmi, onun gözünden de görmemiz, o özdeşleşmeyi sağlıyor. Alfred Hitchcock, filmlerine her zaman kendi farkını koyup, izleyiciyi büyülemeyi başarıyor. Gizem dolu bu filmlerde insanların kafalarını karıştırmak gerekir. İzleyen herkesin, sonraki sahneler için merakla ekrana bakmaları hedeflenmelidir. Peki ya Hitchcock bu merak uyandırmayı nasıl başarıyordu? Tabii ki, geciktirme yöntemiyle. Geciktirme yöntemi, izleyiciye gerilimi yaşatıp, aklındaki soruların cevaplarının filmin sonuna saklanmasıdır. Hitchcock’un senaryo ödülü almasını sağlayan şey budur. Her filminde bu unsurları görebilirsiniz. Hitchcock her zaman dekora önem gösteren birisidir. Yapmış olduğu tüm filmlerde, kurduğu setler özenle inşa edilmiştir. Özellikle "Arka Pencere" filminin setine hayran kaldığımı söyleyebilirim. Kadınların Gücü Adına! Arka Pencere filminin senaryosu, bu sefer diğer filmlerden farklı tabii. Genelde filmler erkek egemenliğinde, erkeklere yönelik içeriklere sahipken bu film… sahip değil, demeyeceğim. Bu film de öyle; fakat bu film, bu düşünceyi kırıyor. Karakterimiz Jefferies’in güzel bir sevgilisi var. Kadın onu çok seviyor; fakat karakterimiz bazen onu önemsemiyor, başından savıyordu. Senaryonun bu kısmında kadın karakterinin güçsüz olduğu ve işe yaramayacağı vurgulanıyordu. Fakat bir sevgili karakteri bu filme boşuna eklenmemiş. Kadın karakter, sakat sevgilisinin yapamadığını yaparak cinayetin işlendiği eve gidiyor. Katille yüzleşiyor. Kovalamacalar başlıyor. Bu, kadının korkusuzluğunu ve zorluklar karşısında her zaman güçlü bir şekilde ayakta duracağını vurgulayan bir yapıdır. Film süresince kadın karakterini arka planda tutmaya çalışan Jefferies, o kadının değerini sonradan anlar. Hatta filmin afişinde de bu yapıyı görebilirsiniz. Sevgilisi Lisa, Jefferies’in hemen arkasında duruyor. Fakat kadının görünümünden onun güzel, zengin, güçlü bir insan olduğu anlaşılıyor. Alfred Hitchcock’un, karakter seçimini doğru yapması; bir kadın karakteri bu şekilde başarılı bir şekilde anlatabiliyor. Sadece ana karakterlerimiz değil; diğer karakterler, karşı komşulardan da bahsetmek gerekiyor. Mutsuz bir ev kadınının, mutluluğu arayışını izledik. Kadının psikolojik olarak çöktüğünü, fakat pes etmediğini fark ediyoruz. Bir diğer komşu ise balerin bir kadın. Evine sürekli gelen erkek misafirlerini görüyoruz. Ona bakışları ve davranışları cinselliği çağrıştırabiliyor. Bir kadının, cinsel obje olarak görüldüğü yansıtılmış. Başka bir komşudan bahsedelim; bu da bir kadın. Bu kadın ise intihara meyilli birisi. Çünkü yalnızlık çekiyor. Bunu, tek başına, çift kişilik masada romantik yemek yemesinden görüyoruz. Bu, onun kalbinin daha önceden bir erkek tarafından kırıldığını gösteriyor. İntihara meyilli olma sebebi de budur. Büyük zorluklar yaşatmış olmalılar. İlerleyen dakikalarda da onu bir erkekle görüyoruz. Fakat yine sorun yaşıyor. Erkeklerin amacının farklı olduğu ve kadınlara çoğu zaman üstünmüş gibi davrandıklarını vurguluyor. Filmin gizeminden bahsetmezsek olmaz. Bunu da duyunca diyeceksiniz ki “ee bu film tamamen feminist kurama uygun yapılmış”. Evet. Diyeceksiniz bunu eminim. Katil, bir erkek; kurban ise bir kadın. Bir kadını, katil göstermek istememiş Hitchcock. Bu pek doğal olamaz çünkü. Şimdi bu cümlemi bir feminist duysaydı “sen kadınlar katil olamaz mı diyorsun yani” diye eleştirirdi kesinlikle. Hayır! Ondan değil. Yaratılışımızdan ötürü her şey. Kadınlar daha narin ve cüssesi küçük yaratılmış da ondan. Filmde de bilerek iri bir adam seçilmiş katil olarak. Bir kadının cinayetinin, bir kadın tarafından çözülmesi kadın dayanışmasını gösteren ayrıntı bir çizgidir. En iyi kadın ödülünü almasının sebebi de budur filmin. Grace Kelly, kadınların güçlü olduğunu ve her işin üstesinden gelebileceğini bir kez daha insanlığa hatırlattı. İzlediğim filmleri ve dizileri, önerilerimi kaçırmak istemeyenler buraya tıklayabilir! 🙂

  • L'evenement/Kürtaj

    Audrey Diwan yönetmenliğinde, adını aldığı malum sahneleri nedeniyle izleyicilerin baygınlık geçirerek sinema salonunu terki diyar eylediği spekülasyonlarıyla gündem olmuş film. Üniversite hocası olmak günümüz şartlarında bile zorken, o dönemde bir kadının böyle bir şans elde etmesi neredeyse imkânsız. Zar zor geçinen bir aileden gelen, ancak çalışkan ve başarılı Anne’in şartlarında ise adeta başına tek bir kereliğine konacak bir talih kuşu. Bu talih kuşunun yoluna taş koyacak olan ise kaderin tatsız cilvesi gereği, masum bir bebek. Tekrar eden duş sahneleri, Anne’in bir nevi kendini arındırma çabasıydı. Eh bir de özensiz çıplaklığa eşlik eden bir miktar kıl, Fransız filmi olmanın şanındandır tabii. Yurt banyolarında kızlar, birlikte ve açık şekilde duş alıyorlar. Yani karşı cinse yasak olan kadın bedeni, söz konusu, diğer kadınlar olduğunda haddinden fazla, hatta kişinin özel olduğunu kabul etmesine müsaade etmeyecek derece açık. Çılgın bakire rolündeki sarışın kızımızın, arkadaşlarına seks hikayesi anlatma ayağına yastıkla halvet olma sahnesi bir miktar saçmaydı. O yaşlardaki genç kızların, fazlaca bu tip şeyler konuştuğu doğru; ama kimse, arkadaşlarının yanında kolay kolay mastürbatif davranışlar sergileyemez. Bu nedenle eğreti bir sahneydi. Bir benzerini Nymphomaniac’ta izlediğimiz şişle kendi kendine kürtaj yapma çabası, ne yazık ki o konumdaki bir kız için asap bozucu olduğu kadar doğal; hatta mecburi bir çaba. Bu nedenle bu sahneye yer verilmese film eksik kalırdı. Fikrimce film, Anne’in ikinci kürtajından sonra fenalaşıp hastaneye kaldırılması ve doktorun, dosyasına düşük yazılacağını söylediğini duyması üzerine geçirdiği fenalığın arasında, derin bir oh çektiği anda bitmişti. Devamında izlediğimiz kısacık sahneyle yönetmen, Anne ile birlikte kanırtıp durduğu izleyiciye kıyamayıp gönlünü almak istemiş olmalı. Çağımızın muasır medeniyetler seviyesinde cenin, kadın vücudunun bir parçası olarak kabul edilir ve kimse, istemediği bir bebeği, içinde büyütmeye zorlanamaz; elbette kabul edilebilir bir vakte kadar. Bunun etik yönünü filmin şu repliğinde duyuyoruz: “Bir gün çocuğum olsun isterim ama hayatım pahasına değil. Ama şimdi olsa onu suçlayabilirim. Hatta onu sevebilir miyim, bilemiyorum.” Bugün Türk hukukunda bekâr kadın kendi başına, evli kadın, kocasının onayıyla on haftaya kadar kürtaj yaptırabilmekte olup; 2020 yılında yapılan çiçeği burnunda bir saha araştırması, Türkiye’de yalnızca on tane devlet hastanesinde bu temel hak ve özgürlüğün kullanılabildiğini göstermektedir. https://gender.khas.edu.tr/tr/yasal-ancak-ulasilabilir-degil-turkiyedeki-kamu-hastanelerinde-kurtaj-hizmetleri Dolayısıyla, benim bedenim benim kararım twitleri atarak oturduğumuz fil dişinden kulelerimizde bazı sahnelerini izlemeye tahammül edemediğimiz bu filmin Türkiye’de hala yaşandığını söylemek malesef zor değil.

  • AŞIKLAR BAYRAMI: “Babalar Hep Yarım Kalır.”

    Yönetmenliğini Özcan Alper’in üstlendiği, Kemal Varol’un romanından uyarlanan film, 2 Eylül 2022’de Netflix dijital platformda yayına girdi. Başrollerinde Kıvanç Tatlıtuğ ve Settar Tanrıöğen’in yer aldığı filmde, babasını 25 yıldır görmeyen Avukat Yusuf karakterine Kıvanç Tatlıtuğ hayat verirken, babası halk ozanı Heves Ali rolüne ise Settar Tanrıöğen hayat vermektedir. Kemal Varol’un üçleme romanından sadece birini beyaz perdeye aktaran Alper, iki protagonist hakkında birçok soruyu da cevapsız bırakıyor. Yusuf Kırşehir’de rutin hayatını idame ettirirken bir gece ansızın babasının kapısına gelmesiyle hem hayatının hem de hikayenin yönü değişir. Sadece bir gece misafir olacağını, ardından Kars’a ‘Aşıklar Bayramı’na gideceğini söyleyen Heves Ali’nin gerçek derdini öğrenen Yusuf, Kars’a kadar babasına eşlik etmek ister. Asıl hikaye bence her zaman yolculukta rengini belli ediyor, yol boyunca babasına öfkesini kusan ama özlemiylede başa çıkmaya çalışan Yusuf’un çaresizliği, Kıvanç Tatlıtuğ’un başarılı oyunculuğuyla yeterince hissediliyordu. Aslında ölümün kıyısında olduğunun farkında olan Heves Ali, Kars’a kadar hayatta olan ya da olmayan aşıklarıyla vedalaşmak istedi belki de ama hesapta olmayan oğlu Yusuf’un tüm bunlara da tanıklık ediyor olmasıydı. Seyir halindeyken polis çevirmesine denk gelen baba- oğul, polisin isteği üzerine Yusuf’un bagajdaki valizi açmasıyla seyirciyi çarpıcı bir sahneyle karşı karşıya bırakır. Valizin içinde kefeni gören Yusuf ne yazık ki gerçek duygularını kendinden ve polisle arasındaki diyalogu babasından gizleyemez. Her ne kadar babasının durumunun farkında olsa da karşı karşıya kaldığı durum Yusuf’u oldukça incitir. Heves Ali’nin durumu aşıklar bayramı arifesinde kötüleşir ama yine de Yusuf ambulansla babasının son isteğini yerine getirmek için götürür, sedyeyle de olsa Heves Ali yetişir ve helallik alır. Dönüş yolundayken Yusuf’un ellerinden babasının elinin düştüğünü gördüğümüzde tıpkı onun gibi sonunu bilmemize rağmen bu ölüm karşısında tepkisiz kalıyoruz. Yolculuk yaparken duraklarından birinde Heves Ali’nin oğlunu çok küçükken götürdüğü o yerde Yusuf, babasına veda eder. Babasının ansızın gelişinde flashbackle Yusuf ve Heves Ali’yle bir fotoğrafçıda tanışmıştık, final sekansında babasına veda eden aslında 25 yıl sonra ki Yusuf değil, fotoğrafçıda babasına öfkeyle bakan ve sadece tek bir yaz babasıyla dışarıya çıkabilmiş Yusuf'un vedasına şahit olmuşuzdur belki de, kim bilir. “Baba dediğin zaten yarım kalmış bir kelimedir, babalar hep yarım kalır.” Sonbahar, Gelecek Uzun Sürer gibi filmlerle tanıdığımız başarılı yönetmen Özcan Alper’in “Aşıklar Bayramı” filmi tam anlamıyla bir dramla karşı karşıya bırakmasa da bizlere iyi bir hikayenin yanısıra iyi fotoğraflar ve akılda kalıcı karakterler sunuyor. Kitabını okumuş ve daha önce “Babam ve Oğlum” gibi bir film izlemiş olanların –benim gibi, hayal kırıklığına uğrayacağını düşünsem de izlemeye değer bir iş ortaya konulduğunu düşünüyorum.

bottom of page