top of page

Arama Sonuçları

"" için 198 öge bulundu

  • Çıkışlar Hediyelik Eşya Dükkanından (Exit Through The Gift Shop) ve Banksy

    İngiltere’nin Bristol kentinde, yeni kiraladığım odanın bulunduğu eve doğru yürürken geçtiğim köprünün karşısında bu resmi gördüm: 2009 yılında, 19 yaşında biri olarak yurtdışında yaşıyor olmam yeterince heyecanlı olduğu için bu esere kayıtsız kaldım. Daha sonra dil kursundaki Avrupalı arkadaşlarım Banksy diye bir sokak sanatçısının olduğunu, Bristol Müzesi'nde sergisinin olduğunu söylediğinde de kayıtsız kaldım… Taa ki sabah, çalıştığım kebapçıdan yorgun argın çıkıp, otobüs boyunca kente inerken gördüğüm şu manzaraya kadar…. Portishead, Massive Attack gibi grupların ana merkezi de Bristol. Tabii o zaman bu gruplardan da haberim yok. Vizyonsuzluk işte. Banksy ve eserlerini, geçtiğimiz senelerde saygın bir müzayedede kendi eseri satıldıktan sonra parçalara ayrılma olayı ile tanıyor olabilirsiniz. Barış Özcan süper bir şekilde anlatıyor bu olayı. Kim Bu Banksy ve Eserleri Nasıl Şeyler: “Banksy, 1990′ların başında serbest bir grafiti sanatçısı olarak sokaklara resimler yapmaya başlamıştır. Londra ve Bristol’de yapmış olduğu grafiti sanatı ile ilk kez dikkatleri üzerine çekmiştir. Genelde eserlerinde anti-savaş, anti-kapitalist ve anti-kuruluş gibi düşünceleri görsel hale getirmesiyle ünlüdür. Her zaman krizin, çatışmanın ortasındaki insanların problemlerine dokunacak işler çıkaran; bir başka deyişle, dünyanın kanayan yaralarına parmak basan bir tarzı olmuştur. Eserlerinde belli başlı imgeler kullanır: çocuklar, balonlar, yaşlılar, polisler, askerler ve maymunlar gibi.” 1. Kız ve Asker adındaki bu eser, İsrail duvarının Beytüllahim bölgesine resmedilmiştir. Banksy, ''Santa’s Ghetto'' sergisinin tanıtımında bu resmi kullanmıştır. Sergi için Beytüllahim bölgesini seçmiş olmasının nedenini, buranın İsa’nın doğum yeri olması ve aynı zamanda tüm insan hakları ihlalleri iddialarının da merkezi olması, şeklinde açıklamıştır. (Kaynak) 2. Banksy’nin yapmış olduğu Harap Edilmiş Telefon Kulübesi heykeli, balta ile yaralanmış, kanlı bir görüntüye sahiptir. Farklı eyaletlerde de bu tarz acı çeken telefon kulübeleri heykelleri mevcuttur. Londra’da Soho Meydanı’nda sergilenen bu özel parça, Şubat 2008′de New York Sotheby’s'de 605.000 dolara satılmıştır. 3. Banksy son işini İngiltere’nin Dover şehrinde bir binanın duvarına yaptı. Duvar resminde bir işçi AB Bayrağı'nda yer alan 12 yıldızdan birini parçalıyor. Duvar resmindeki işçinin, yıldızlardan birini parçalamasıyla bayrağın tümünde ilk bakışta fark edilmeyen 'çatlaklar' oluştuğu dikkat çekiyor; Brexit ile tüm birliğin parçalanma sürecine girdiğine yönelik bir mesajın verilmek istendiğini buradan anlayabiliyoruz. 4. Banksy, Molotof kokteyli bir bukete dönüşen bir protestocu imajında ​​sokak dövüşü tutkusu ile pasifist şevki birleştiriyor. Piksel Zorbası / Alamy 5. Banksy'nin sanatı, kapitalizmin eleştirisini taşıyor. 15 Haziran 2015, Londra. Gelelim belgesele... Sahte belgesele... Yani tam bilemiyoruz sahte mi değil mi. Belgesel ilk başladığında Banksy bizi karşılıyor. Tabii yine anonim. Yüzünü gölgede bırakan kapüşonluyla ve sesini de tanınmamak için distorte ederek. Banksy, belgeselin kendi hikayesi olarak değil, hayatına giren çılgın bir Fransız olan Thierry Guetta'nın hikayesi olarak devam edeceğini söyler. Hemen bu çılgın Fransız'ın hayatına giriş yapıyoruz. Los Angeles'da "çakma" kıyafetler satan bir dükkanın sahibi olan Guetta'nın, grafiti sanatçılarının videolarını çekmeyi takıntı haline getirdiğini ve rastgele çektiği bir sürü video kasetin olduğunu görürüz. Bunların hiçbirini izlememiştir. Klasik bir çocukluk travması olarak, ailesini erken yaşta kaybetmesinin getirdiği "her şeyi kayda almalıyım" takıntısına sahip olduğunu görüyoruz. Kendisini, eşini ve çocuklarını çekerken; birden grafiti sanatçılarının peşinde, onları iş üzerinde kayda alan bir kameraman haline gelir. Peşinde dolaştığı grafiti sanatçıları sayesinde oluşturduğu ağ sonucu nihayet Banksy'ye ulaşır. Banksy, bu adama güvenerek iş üzerindeyken kendisini çekmesine (kasetleri sonra kontrol etmek şartıyla) izin verir. Çektiği görüntülerden sonra birbiri ardına eklenmiş sürreal ve hızlı kesmelerden oluşan video klip ortaya çıkar. Guetta kendine bir mahlas bulmuştur. "Mr.Brainwash" bu mahlasla o da bir belgeselci olmuştur. Bunların doğru mu, yoksa sadece sahte mi ya da tamamen şaka mı olduğunu söylemek imkansız. Ancak Banksy, Guetta'nın durumunu değiştirirken, Guetta, Banksy'nin durumunu değiştirir ve kendisini aldığı bu mahlasla bir de bir grafiti sanatçısı olarak ilan eder. Sadece bu da değil, evini ipotek eder ve bir depoda devasa bir pop art şovu düzenler ve pop art'ın en büyük hırsızı Andy Warhol gibi seri ve sıradan "iş"leri kendi sanat eseri olarak ortaya koyar. Cevap vermekten çok soru soran bu filmde kesin olan bir şey, Banksy'nin yeteneklerinin sprey kutusunun ötesine geçtiğini ve kameraya kadar uzandığını kanıtlamasıdır. Banksy'nin dehasının büyük bir kısmı sadece sanatı değil, aynı zamanda çevresinde o kadar derinlemesine beslediği bu gizem kültü sayesinde belgesel boyunca sürekli ne gerçek, ne değil sorguluyoruz. Ancak bu filmin -gerçek veya sahte bir belgesel olmasını bir kenara bırakarak- net amacı, sanat dünyasına ve bu dünyaya atfedilen değerin, zoraki bir yorumlama olduğunu göstermeye çalışmasıdır. Thierry gerçek bir insan ve tüm kanıtlar onun gerçekten filmde tasvir edilen kişi olduğunu gösteriyor: yıllarını, her şeyi kaydeden, çoğu zaman gerçek ünlülerle yüzleşen takıntılı, zihinsel olarak dengesiz bir adam (Jay Leno ile bir karşılaşma var). Ayrıca binlerce saatlik görüntüsünden yaptığı film gerçek ve Youtube'da bulunuyor. LA Times, halka açık kayıtları kullanarak ve Thierry'nin geçmişteki ortaklarıyla röportaj yaparak hikayeyi kontrol edecek kadar ileri gitti. O halde tek gerçek soru, Banksy'nin bu "yeteneksiz pisliği" bir sanat süper yıldızına dönüştürme niyetinin sırf sanat dünyasının, sanatı değerlendirme konusunda ne kadar aptal olduğunu herkese göstermek miydi? Kasıtlı olsun ya da olmasın, gerçek sanatçıların yaydığı ateşin dumanından beslenen Thierry Guetta'dan modern sanat üstadı yaratma yolculuğu dikkate değer bir hikaye. Filmin üçte birlik bölümü, bazı (ve bilinen) sokak sanatçılarının işlerini yaparkenki görüntülerinden oluşuyor. Doğası gereği geçici olan bir sanat tarzı olan grafiti bu şekilde kayda alınmış oluyor. Her ne kadar Banksy ve diğer sanatçıların, şehirlerin etrafına yaptığı eserleri, halk tarafından korunsa ve kıymet verilse de en üstte, önünden geçtiğim resmin üzerine daha sonra boya atıldığını örnek gösterebilirim. Sonuç olarak, bu sahte belgesel (mocumentery) veya gerçek artık hangisiyse, sanatı değerlendirmenin nasıl bir aptallık oyunu olduğunu ortaya koyuyor. Konu "modern sanat" olduğunda hiç kimsenin ne halttan bahsedildiğini gerçekten anlayamadığı, bu yüzden Thierry gibi bir zoraki sanatçının gişe kapatacak kadar ilgiye boğulan modern sanat sergisi yaratabildiğini ispatlayan tuhaf bir hikaye. Muzlar, Maymunlar, NFT'ler Bu satırları yazdığım tarih itibariyle NFT heyecanı da tarih olmaya başlamıştır. Belgesel 2010 yılında, herhangi bir insanın, pazarlama ve algıyla nasıl sanatına aura katabileceğini kanıtlarken; Bitcoin teknolojisini bir kenara bırakırsak, Altcoin ve NFT hikayelerinin de bir heyecan trenine atlayan insanların yolculuğu olarak tanımlamayabilirim. Modern sanat müzesine bant ile yapıştırılan bu muza atfedilen suni heyecanın ve auranın, çok geçmeden maymun.jpeg'lerinin, NFT galerilerinde yüksek fiyatlarla satılmasına evrilmesi bu belgeselden çok sonra olup, bitti. Belki yine başka bir hype ya da zoraki bir değere sahip yeni büyük sanat işiyle karşılaşacağız. Belki mi? Kesin... BONUS Banksy, Bristol Müzesi'ne nasıl kendi "vandallığını" imza olarak atmışsa yine bu sataşmayı, Simpsonların klasik neşeli jeneriğini vandalize ederek 20th Century Fox'a gönderme yapıyor. Kaynaklar 1-Bora Özen, Gökhan Eken SOKAK SANATININ GİZLİ SANATÇISI, BANKSY https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/783329 2-https://www.macleans.ca/uncategorized/opening-weekend-iron-man-2-banksy-babies-and-please-give/ https://www.austinchronicle.com/events/film/2010-05-14/exit-through-the-gift-shop/ 3-https://www.independent.co.uk/arts-entertainment/films/reviews/banksy-makes-his-mark-on-the-film-world-but-stays-incognito-1878651.html

  • The Menu, Son Ziyafet

    Succession dizisinden tanıdığımız Mark Mylod'un bu sene Filmekimi'ne verdiği yapım, The Menu büyük bir beklenti ile izlendi. Bu filme aslında beklentisiz gittim diyebilirim. Kadrosu ve yönetmeni sebebi ile heyecanlanmıştım, fakat film beni çok mutlu etmedi. Konu iyi, fakat eksiklikleri de bol bir film. *Sonrası spoiler içerir* Konu ve Senaryo Konusunu, bir şefin misafirlerine sunduğu son yemek olarak anlatabilirim. Misafirler olaylardan habersiz, bir adaya, çok ünlü bir şefin elinden yemek yemeye gelir ve olaylar birden gerilmeye başlar. Konusu güzel ama senaryo neden bu kadar eksik? Bu tarz insan kovalamacalı filmlerde genellikle kendimi kötü karakterin yerine koymak isterim. Onların mantığını az çok anlamaya çalışırım. Bu filmde kötü karakter olarak izlediğimiz karakterin yerine, yani şefin yerine kendimi pek koyamadım. Neden insanları öldürdüğünü anlasam da bir noktada bana boş bir sebep gibi geldi. Sanki ipin ucu kaçmış gibiydi. Filmdeki karakterlerin izleyicide bıraktığı bir soru işareti vardı. Bahsettiğim gibi ben bu tarz filmlerde kendimi karşı karakterlerin yerine koymak isterim. Nedense bu filmde kendimi hiçbir karakterin yerine koyamadım. Mantık oturtamadığım noktalar vardı. Şef neden bu haldeydi? Annesi neden oradaydı ve durmadan alkol almaya devam etti? Çocukluğunda travma yaşayan bir adam bu noktaya nasıl geldi? Bu film bende bir sürü soru işareti bıraktı. Oyuncu ve Karakter İşleyişi Margot'un, şefin travmalarından faydalanıp çiz burgeri eve götürmek istemesi bence iyi bir noktaydı. Sanırım filmde en beğendiğim nokta bu oldu. Margot'un kişisel olarak bu tarz bir karakter ilerleyişi hoşuma gitti. Diğer karakterlere gelecek olursak, şef karakter olarak çok hoşuma gitti. Gördüğümüz o sakin ve gergin hali çok iyi işlenmişti. Hoş, Hannibalvari bir tavrı vardı. Diğer karakterlerden en hoşuma gideni de eleştirmen olan kadındı. Aslında kadının, gördüğümüz gibi şef ile farklı bir bağı vardı. Tyler gibi biraz. Tyler'ın da şefe üst düzey hayranlık beslemesi de şef ile arasındaki bağı farklı bir boyuta taşımıştı. Bunlar film boyunca güzel detaylardı fakat yine de senaryonun eksikliğini kapatamamışlardı. Karakterlerden bahsederken biraz da şef ile çalışan yardımcılardan bahsetmek istiyorum. Kendilerinin neden şefe bu kadar bağlı ve sadık olduklarını pek anlayamadım. İntihar edecek kadar bağımlı olmaları iyi bir psikolojik etki bıraksa da altını dolduramadığım başka bir sorunu ortaya çıkardılar. Neden bu kadar uğraştılar? Elsa'nın tam olarak derdi neydi? Sorulacak bir sürü soru var. Son Söz Sonlara gelecek olursak, Mark Mylod iyi bir konuyu eksik bir şekilde işlemiş. Kadroyu çok iyi düzenlemiş, soundtrack çok başarılı; fakat senaryo çok eksik. Mark, Succession kadrosunu ve aynı tarzda soundtrack kullanması ile benden ek puan kazandı. Bir sürü soru işareti ile ortada kaldığım The Menu filmine puanım 6/10. Daha başarılı bir senaryo ile umarım film yapmaya devam eder.

  • Men (Adamlar)

    Men (Adamlar), Ex Machina ve Annihilation filmlerinden hatırladığımız Alex Garland’ın uzun metrajlı son filmi. İngiliz kırsalında geçen filmde, kocasının sarsıcı intiharıyla baş etmeye çalışan bir kadının hikayesi anlatılıyor. Basit ve tek cümleyle aktarılabilen bir konusu olması sizi şaşırtmasın, izlediğim filmler içerisinde en katmanlılarından biri olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Bir kadının travma sonrası yaşadığı içsel yolculuk olarak özetlenebilecek filmin konusu; gücünü ve vuruculuğunu belki de bu sadelik ve basitlikten alıyor. Zira gerek konu gerek metaforlar çok tanıdık olsa da tanıdık olduğu ölçüde vurucu ve etkileyici. Metaforlar ve sembolik öğeler filmde o kadar yoğun ki hangi açıdan filme yaklaşacağını şaşırıyor insan. Alex Garland, filmin galasının soru cevap kısmında on yıldan uzun süredir sembollere takıntılı olduğunu ifade etmiş. Hal böyle olunca filmin katman katman hali, belki de sandığımızdan daha derin diye düşündürüyor. Basit konulu, fakat metaforlarla dolu çok katmanlı filmleri seviyorsanız, filmden çıkınca üzerine saatlerce hatta günlerce konuşmak istiyorsanız, bu film tam size göre. “Eğer beni terk edersen intihar ederim” Eşi James (Paapa Essiedu)’den ayrılmak isteyen Harper (Jessie Buckley)’ın duyduğu bu sözün çıkmazıyla başlıyor film. Çiftin fiziksel ve psikolojik şiddet içeren kavgaları, ardından gerçekleşen intihar ve Harper’ın kendine gelmek için yola çıktığı seyahat, çok bilindik bir hikâyenin tekrarı havasında. Harper’ın yaşadığı trajedinin şokunu atlatmak için geldiği kırsalda, kiraladığı evin sahibiyle (Rory Kinnear) yaşadığı ilk diyaloglardan birinin yasak elma esprisi olması da bu bakımdan şaşırtıcı değil. Film boyunca Havva ve Adem'e gönderme yapan elma metaforu sıklıkla kullanılıyor. Dikkat çeken bir diğer metafor da Pagan Mitolojisi'nden hatırlayacağımız Green Man (Yeşil Adam) sembolü. Yapraklar ve dallar arasından bakan, bedeni olmayan, yalnızca başı görünen bu erkek yüzünün; ağzından, burnundan, kulaklarından dallar çıkıyor. Taştan ya da tahtadan oymalarda, kolonlar ve sütunlarda karşımıza çıkan, katedrallerde ve kilise çatılarında gördüğümüz bu figür, farklı kültürlerde farklı anlamlar taşıyor. Doğa/Bitki Tanrıları ile anılan bu figürün “ölümdeki yaşamı ve yaşamdaki ölümü” simgelediğini söyleyenler de var. Harper, kırsalda yaptığı yürüyüş sırasında onu takip eden çıplak bir adam olduğunu fark eder. Ürperti, şaşkınlık ve korkuyla kaçmaya çalışır. Green Man’i ilk olarak bu şekilde görürüz; alnında yaprak olan çıplak bir adam. Bu adam, Harper’ı evinde de gözetler. Filmin sonunda çıplak adam tam bir Green Man halini alarak dallarla ve yeşilliklerle kaplı bir yüze sahip olur. Bu arada Green Man figürü kilise sahnesi içerisinde taştan bir oyma olarak da karşımıza çıkar. Doğa, doğum, ölüm gibi anlamları simgeleyen bu sembol, Harper’in ruhsal olarak yaşadığı travmatik yolculuğu da anlatır. Ölümün içinde yaşam olabilir mi? Kocasının sarsıcı intiharıyla baş etmeye çalışan Harper, kırsala, tüm olanlardan uzaklaşmak için gider. Onu kiraladığı evin sahibi Geoffrey (Rory Kinnear) karşılar. Geoffrey, evli olup olmadığını soran taşralı erkek bakışıyla karşımızdadır. Kasaba içerisinde karşılaştığı diğer erkekler; çıplak adam onu takip ettiğinde aradığı ve konuya ilgisizce yaklaşan polis; ziyaret ettiği kilisede rahatsız edici bir diyalog yaşadığı, kocasının ölümü konusunda onu suçlayan papaz; kilisede karşılaştığı, uygunsuz bir zamanda ısrarla oyun oynamak isteyen çocuk; bardaki adam; hepsi aynı kişilerdir. Tüm bu karakterler Rory Kinnear tarafından canlandırılır. Bu aynılık, Harper’ın karşılaştığı her adamın, kocasının farklı yönlerinin bir yansıması olduğunu düşündürür. Filmin sonunda birbirini doğuran adamlar sahnesinde son doğan kişi kocası James’tir. Yönetmen bu mesajı açıkça verir; bu travmatik içsel yolculukta Harper için karşılaştığı her erkek James’in bir parçasıdır. Sembollerle ve metaforlarla dolu bu filmde, görüntü ve müzik o kadar başarılı şekilde bir araya getirilmiş ki Harper'ın doğada yürüyüş yaptığı şiirsel sahnede usul usul anlatının içine çekiliyoruz. Bir tünelin içerisinde sesinin yankısını dinleyen Harper’la beraber biz de artık o tünelin içindeyiz. Bu sahnelerde Harper’la, seyirci olarak bizim aramızdaki çizgi adeta ortadan kalkıyor. Kocasının onu suçlayarak intihar etmesinin yaşadığı iç sıkıntısını, çıkmazı içimizde hissediyoruz. Ve çıplak adamın, tünelin sonunda belirmesiyle her şey bir anda değişiyor ve gerilim öğesi artarak filmin odağına oturuyor. Tekrar tekrar izlenerek çok daha derin okumalarla yorumlanabilecek bir film ortaya koymuş Alex Garland. Filmin korku türünden çok, gerilim türünde bir yapım olduğunu söylemek mümkün. Sheela na gig sembolüne gönderme içeren erkeklerin birbirini doğurduğu kareler, şüphesiz filmin en sarsıcı sahnesini oluşturuyor. Bu sahnede doğumun dehşeti o kadar sarsıcı verilmiş ki bazı anlarda ekrana bakamadığımı söylemeliyim. Filmin pek çok yerinde Freudyen okumalarla da yorumlanabilecek birçok öğe mevcut. Farklı dönemlerde farklı anlamlarla kullanılan, uzmanların üzerinde çok da fikir birliğine varamadığı sembolleri, sinemasal anlatı içerisinde böyle sarsıcı bir dille kullanmak son derece rahatsız edici ve etkileyici. Filmden çıktığınızda “Neydi bu şimdi?” diyerek Harper’ı, James’ı, aynı yüze sahip fakat aynı ruhun parçası olan kasabadaki adamları, kadın ve erkek olmayı, doğayı, dünyayı, yaşamı ve ölümü düşünürken buluyorsunuz kendinizi. Böylesi soruları sorduran bir filmin verdiği rahatsızlık, çok makul bir rahatsızlık değil mi?

  • Balkanlardan Gelen Güney Rüzgarı: Južni Vetar & Južni Vetar: Ubrzanje

    Južni Vetar Belgrad'ın yeraltı dünyası hakkındaki enfes bir Tom ve Jerry gerilimi. Balkan bölgesi hakkındaki bazı kirli işleri gün yüzüne çıkarmaktan çok daha fazlasını yapıyor. Južni Vetar (Güney Rüzgarı), yönetmen Milos Avramovic'in yazıp yönettiği bir Sırp suç filmidir. Karakterleri kusurlu, temposu hızlı ve bolca klişenin bulunduğu bu film size Balkan insanının suç, şiddet, işlevsiz aileler, gizli homofobi, kadın düşmanlığı ve bir ton küfrü ile iç yüzünü size göstermektedir. 1995 Dayton anlaşmasının Bosna'daki savaşı sona erdirmesinden bu yana 20 yıldan fazla bir süre sonra, eski Yugoslav film yapımcıları artık (kendilerine) dayatılan savaş filmleri yapma zorunluluğundan büyük ölçüde kurtuldular. Savaş alanını günlük yaşam alanıyla değiştirdikten sonra, artık temel ama doğası gereği anlaşılması zor sorudan kaçamadılar: Bir filmi iyi yapan nedir? Hollywood'un bize öğrettiği iki tür film vardır; -Ahlak dersi verenler -Gerçeği tasvir edenler İki türde de iyi veya kötü filmler yapılabilir; ancak tür, kaliteyi belirlemez. Filmimizin (Gerçeği tasvir edenler) bu baz alınarak yapıldığı çok belli, çünkü gerçekten Balkanlarda olanların beyaz perdeye yansımasıdır Juzni Vetar. Filmin zaten (Ahlak dersi verenler) bunun tam zıttı üzerine kurulu bir konusu olduğundan Juzni Vetar hiçbir ahlaki ders taşımaz. O halde yukarıdaki sorumuza dönersek Juzni Vetar'ı iyi bir film yapan nedir? Cevap, Hollywood'un şampiyon türlerinden olan Tom ve Jerry gerilimi, yani kovalamaca köklü filmlerde yatıyor. Bu filmlerde de olduğu gibi seyirciye anti kahramanı sevdirerek bunu yapmayı başarıyor. Aynı zamanda bu tür filmleri ve Juzni Vetar'ı etkili kılan şey, hepsinin güçlü bir mantıksal simetriye dayanmasıdır. Yeni duyanlar için Juzni Vetar; yıldızı yükselen Sırp yönetmen Milos Avramovic tarafından müthiş bir şekilde resmedilen film. Çok büyük bir ölümcül tutkusu olan ana karakter Petar Maraş'ın, arabalar için her şeyi yapabileceğini gösteriyor. Milos Avramovic Maraş'ın (Miloš Biković) ölümcül araba tutkusunu göstermek için çerçeveye odasındaki bir sürü eski oyuncak arabayı getiriyor. Ölümcül tutkusuna kapılan Maraş ve arkadaşları, özel bir otoparktan, çalınmaması gereken bir araba çalıp Belgrad'ın her yerinde sürmeye başlarlar. Filmin ilk yüksek adrenalini verdiği bu araba sürme sahneleri film boyunca devam eder ve bu durum izleyici açısından sıkıcı olsa da arabalar bu film için önemli ve bir Çehov silahı olduğunu kanıtlar hale getiriyor. Maraş ve arkadaşlarını ilerleyen dönemde çok şaşırtıcı bir haber bekliyor. Maraş'ın da aralarında olduğu bu haydut grubunun başı Dragoslav işi bırakmaya karar verir. Bu da filmin ikinci Çehov silahıdır. Bırakma planlarını açıklayan Dragoslav daha sonra oluşan değişiklikler yüzünden bunu yapmaktan vazgeçer. Bu çete liderliğini bırakma hikayeleri hepimizin birçok kez gördüğü bir Hollywood kinayesidir. Maraş'ın çaldığı ve kız arkadaşına ithafen onun ismini verdiği Mercedes araç Belgrad'ın yeraltı kralı Golub'un (Merhum Nebojsa Glogovac) olduğunu ve aracın bagajında yüz binlerce avroluk uyuşturucu da saklandığını da öğrenir. Bundan sonra olanlar, film boyunca devam eden mükemmel mantıksal simetrinin ilk örneğidir. Yüz binlerce avroya neden olan bu hırsızlık üzerine Golub, Maraş'ı en zayıf yerinden kız arkadaşı üzerinden vurmaya karar verir. Golub, Maraş'ın kız arkadaşının beynini tornavidayla çıkararak vahşice öldürür. Tabii ki, hiçbir Balkan film yönetmeni böylesine tüyler ürpertici bir sahneyi bu kadar yakından göstermenin “zevkine” karşı koyamaz. Fakat burada ve film boyunca başka birçok durumda da rasyonel eylem ve tepki dengesini bozan şey, yeraltı dünyasının duygusal inatçılığıdır. Açıkçası, Golub'un kararında mantıklı hiçbir şey yok; çünkü Maraş'ın kız arkadaşını öldürmek onu arabayı almaya daha da yaklaştırmıyor. Golub'u bu kadar acımasız ve havalı yapan şey ise Michael Corleone tarzı bir yüzüğü olmasındandır. Ardından, filmin sonuna kadar süren hızlı tempolu ve güzelce düzenlenmiş bir Tom ve Jerry gerilimi var. Filmin sonu beklenilen kadar iyi değil, çünkü Maraş'ın bir mafya babasını ve üç adamını tek başına öldürmesi gibi biraz mantıksız anlatı seçiminin yanı sıra bu en başından beri öngörülebilen bir olay olgusudur. Büyük ahlaki ders verme zorunluluğu olmayan Južni Vetar, Belgrad yeraltı dünyasını tüm karanlık ve acımasız nüanslarını tasvir etme konusunda muazzam bir iş çıkarıyor. Bu film, karakterlerine hiçbir evrim ve bağışlanma şansı sunmayan çok acımasız aynı Golub gibi bir karaktere sahiptir. Aynı zamanda Tom ve Jerry gerilimi için mükemmellik için tüm maddeleri tikleyen, tutarlı ve mantıksal simetri duygusu sunan bir filmdir. Üstüne üstlük, eski Yugoslav sineması için biraz nadir sayılabilecek ve onlarla aynı derecede yaratıcı ve övgüye değer olan, ancak onlara göre daha az belirgin olan bazı incelikler de içeriyor Južni Vetar. Bu inceliklerin en dikkat çekici örneği, olay örgüsünün hizmetinde Sırpça ve diğer Balkan dilleri arasındaki dilsel kodun etkin kullanımıdır. Južni Vetar: Ubrzanje 2018'de, ilk Južni Vetar filmi benzeri görülmemiş bir heyecana neden oldu ve film son yirmi yılda Balkanlarda en çok izlenen film oldu. Bunda Miloš Biković oynadığı Petar Maraş karakterinin çok etkisi oldu. Devlet bir ortaktır, aynı zamanda bir hasımdır, çünkü Maraş sürekli bir sınavda olduğunu ve attığı her yanlış adımın kendisine ve önemsediklerine pahalıya mal olabileceğini bilir. Önceki filme göre temel fark, Belgrad sokaklarının yerini Sırp otoyollarının alması. Uzak yollar ve ormanların yerini ise Bulgaristan'daki köylerin alması olmuştur. Ancak yer değişikliğinden bağımsız olarak, aksiyon artık her yöne yayılıyor ve film bir önceki filmden bile daha iyi bir hal alıyor. Bu normal, çünkü yazarlar da artık daha deneyimli ve ne istediğini bilerek yazıyor. Filmin yönetmeni Miloš Avramović ilk film ile birlikte kendini kanıtlamış ve çerçevelerini izleyenlere kabul ettirmişe benziyor ki ikinci film için bu kadar yoğun ilgi başka türlü olamazdı. Başka herhangi bir filmin ikincisi gündem oldu mu izleyici olarak daha çok takip ettiğimiz ana karakterler, şiddetli kötü adamlar olurdu ancak bu filmde bu karakter anti-kahraman unvanını taşıyorlar. Filmin ikincisi gündem olunca eleştirmenlerin tepkisi de büyük oldu. Çünkü ilk filmde açıkça bir suça teşvik etme görünse de filmin asıl anlatmak istediğinin bu olmadığını şöhret, güç ve paranın çok büyük bir bedeli olduğunu göstermesinden anlıyoruz. İkinci film ilkine göre biraz daha eleştirel ve gerçekçi bir film olmuştur. Južni Vetar, Ubrzanje ile Sırp hükümetini eleştirirken aynı zamanda yaşanan bu olayların da son bulmasını istediğini çok açıkça belirtmiştir. Filmde de göreceğiniz üzere bu olaylar oluyor ancak devlet bunlara göz yumuyor ve sonunda da üç maymunu oynuyor. Južni Vetar: Ubrzanje, ilk filmde olduğu gibi ikinici filmde de Tom ve Jerry gerilimini müthiş işleyerek yine seyirciye adrenalini yüksek, karakterleri kusurlu, temposu hızlı ve bolca klişenin bulunduğu; ancak karakterlerin, ilk filme göre tek farkı, olayın sonunda ahlak dersi alması olmuştur. Bununla birlikte eleştirisini de çok net bir şekilde ortaya koyan bir olmuştur. Bir rüya olarak başlayan bu seri gerçek bir hikayeye dönüşünün ilk adımlarını ilk filmden sonra gelen diziden sonra göstermişti. İkinci filmi ile bu adımlar artık ciddi bir ses çıkartmaya başladı. İletişim İçin: madeinblkn00@gmail.com

  • Hytti Nro 6/6 Numaralı Kompartıman

    Soğuk ve yağmurlu -tercihen karlı- bir havada, yapacak daha iyi bir işinizin olmadığı o nemrut günlerden birinde izlemek için çekilmiş, yer yer gri yer yer beyazın pek talep görmeyen tonlarında bir film. Ancak böyle tasvir edince, sakın çerezlik bir film olduğu zannedilmesin; Rus kültürünü bu kadar güzel yansıtmayı başarmış bir sanat eserine çerezlik dersek dilimiz kurusun. Sıkışık, ağzına kadar insan ve çoluk çocuk dolu, daracık kompartımanların olduğu, muhtemelen berbat kokan bir Rus treninde adı sanı olmayan bir başrol çocuk… Dazlak kafasına taktığı çakma Adidas beresi; sıcakla uzaktan yakından alakası olmayan eprimiş paltosu, onunla karlar içinde yuvarlanmak zorunda kalıp durması; ağzında sigarayla düz kontak yapıp çalıştırdığı dandik arabası; 90’lara özgü, içine geçmeli plastik bardaktan içtiği votkası; ayıkken göz teması bile kuramayan bir yabaniyken, sarhoş olduğu anda çenesinin bağının çözülmesi, ona buna salça olmaya başlaması… Yavaş yavaş kendini açsa da ciğerine işlemiş sert erkek figürü, kendisini öpen bir kadın karşısında bile Kızılay’da kan verir gibi durmaya çalışması ve ardından çareyi kaçmakta bulması… Öyle mükemmel bir Rus tasviri ki Dostoyevski olmasa bile en azından Umut Sarıkaya görse ayakta alkışlar. Kompartımanımıza bir süreliğine misafir olup, ambiyansa turp suyu sıkan Finlandiyalı romantik yakışıklı da bir turist olarak bu betimlemeyi yakalamış olacak ki, “buralarda bu adamlardan üreten bir fabrika olmalı” diyor. Ofansif mizahını da alıp git buradan iyi görünümlü kötü çocuk. Şu diyaloğa haddinden fazla güldüm, filmdeki hemen her şey gibi bu da çok doğaldı: “- Fince merhaba nasıl denir? - Hei. + Peki hoşça kal nasıl denir? - Hei hei. + Asdasdasdasdas.” Ölüm gibi bir kar fırtınası, ekran başından hissedilebilir bir soğuk, kallavi Rus adamların bile, bu havada gidilmez, yağmurlarda gidilmez, aslında hiç gidilmez dediği soğuk cehennem gibi bir mekân ve romantizmin kitabını yeniden yazan çiftimiz orada da kar topu oynayarak şakalaşma derdinde. Ah minel aşk ve minel garaib. Burun kıvırıp, pek çokları gibi klişe deyip geçmeye dilim varmıyor; bizde klişe dendi mi, yaz güneşi cama vururken bir trende yapılan aşırı güzel erkek ve kadının entel sohbetleri akla gelir. Bize zaman akışını bile kızımızın eskiyip duran ojeleriyle anlatan Juho Kuosmanen’in başarılı bir yönetmen ve iyi bir gözlemci olduğu belli.

  • Horse Girl

    Horse Girl, hayatında tuhaflıklar sezen ve anlam bulmaya çalışan bir kızı konu ediniyor. Film, akıl karıştırıcı ve ayrıntılı olduğundan ilk izleyişte anlaşılmayan bir film. Eğer filmi bir kere izlediyseniz, ikinci kez izlemeden bu yazıyı okumanızı önermiyorum. Bu film bir gizem filmi. Film sizlere birçok olay ve kanıt sunuyor. Bunları birleştirip bir anlam bütünlüğü oluşturmak izleyiciye kalıyor. Biçimsel açıdan bakmak gerekirse, gerçekten karmaşık bir senaryoya sahip film. Her ayrıntıya iyi bakmak gerekiyor. Hatta bu yazıyı yazmadan önce filmi iki kere izlediğimi sizlere hatırlatmak isterim. İkinci izleyişimde çok daha fazla ayrıntı fark ettim. Birkaç kez daha izleyeceğime eminim. Sarah, bir el işi ve kumaş dükkanında çalışan sıradan bir kadın gibi. Fakat birçok paranormal olaylar yaşıyor ve bunu anlamlandıramıyor. Fakat her zaman şüphelendiği bir konu var. Elinde bir fotoğraf bulunuyor. Bu fotoğraf ona göre büyükannesinin fotoğrafı. Sarah, büyükannesine çok benziyor, o da bunu biliyor. Sürekli izlediği bir dizi var. Bu diziyi izlerken karakterlerin klon olduğunu hatırlıyor. Böylece, kendisinin bir klon olduğu için büyükannesine benzediğini düşünür. Klon olup olmadığını nasıl anlayacağını bir doktora sorar ve DNA testinin işe yarayacağını söyler. Daha önceden DNA’sını, kökenini öğrenmek için yolladığını ama cevap alamadığını hatırlar. O da klon olduğu için cevap vermediklerini düşünür. Sarah, sürekli aynı rüyaları görmeye başlar. Beyaz bir odada sağda yatan, uyuyan bir adam; solunda, uyanık olan bir kız. Uyanınca, gerçek dünyada da o adamı defalarca görür. Onunla iletişim kurar ama adam onu tanımaz ve garip olaylar yaşadığını hatırlamamaktadır. Filmin sonuna doğru rüyasındaki kızın, onunla aynı hücrede olduğunu görür. Kızın 1995 tarihinde uyuyup birdenbire 2020 yılında uyandığını söyler. Sarah o an anlıyor ki, uzaylılar tarafından kaçırılıp farklı zamanlara geri bırakılıyorlardı. Sarah’nın bu yeni teorisi daha tutarlı. Bunun kanıtları da filmin sonundaki birkaç sahneden anlaşılıyor. Öncelikle sizlere sıçramalardan bahsetmeliyim. Sarah’nın araba sürerken dalıp gitmesi ve sokaktaki telefon kulübesinde uyanması gibi olaylar bunu anlatıyor. Bunu yaşadığını iki kere görüyoruz. Her yaşandığında da bulunduğu yerde sanki tırnak izlerine benzeyen çizikler beliriyor. Bu çiziklere uzaylıların tırnakları diyebiliriz, kanıtı da filmin ortasındaki uzaylı siluetleridir. O parmak hareketleri çok dikkat çekici bir şekilde gösterilmişti zaten. Bu kaçırılma olayları, insanlar üzerinde deneyler yapıldığını gösteren bir unsurdur. Fakat uzaylıların amacı filmde söz konusu değil. Kaçırılıp geri bırakılan insanların farklı zamanlara bırakıldığı da kanıtlanabilir durumda. Sarah’nın kaçırılıp eve döndüğü sahnede masa saatini görüyoruz. Bu saat kaçırılmadan önce 11:02 iken geldiğinde 11:04 oluyor. Yaşadığı her şey sadece 2 dakika içinde gerçekleşmişken, aldığı telefon çağrısı 25 dakika önce yapılmıştı. Zamandaki kaymayı kendisi de burada fark ediyor. Geceleyin yatmadan önce salondan, ev arkadaşının biriyle konuştuğunu duyuyor; bu konuşma henüz gerçekleşmemişti. Ertesi gün o konuşmayı yaptığını biz izleyiciler fark edebiliyoruz; fakat Sarah o an anlamış değil. Filmin bizlere sunmuş olduğu bir kanıt sadece. Filmin sonuna da bakacak olursak Sarah’nın kriz geçirdiği sahnede, mağazada telefon çalar ve bakar. Arkadaşının ona verdiği teselliyi telefondan, daha önceden yani gelecekten duyar. Bu yine farklı zaman dilimlerinin bir kanıtıdır. Filmde sadece farklı zaman dilimleri değil, farklı olasılıkların da olması söz konusu olabilir. Bunun bir kanıtı yoktur; fakat benim yorumlarıma göre, Sarah’nın evine döndüğünde ev arkadaşının farklı birine bürünmesi ya da erkek arkadaşının gece başka, gündüz başka birine bürünmesi, Sarah’nın farklı olasılıklara bırakıldığının bir kanıtı olabilir. Aynı zamanda iki tane Sarah’nın bulunması mümkün mü? Tabii ki mümkün. Hatta gördük! Filmin başı ve sonundaki at sahnesi aynı anda geçiyor. Burada tekrarlayan bir zaman paradoksu da söz konusu. Sarah’nın iş arkadaşıyla mağazada olduğu bu sahnede arkadan at geçiyor. Filmin sonunda aynı zamanı dış çekim olarak izliyoruz. Atı aslında oraya Sarah getiriyor. Daha sonra karşılaşmamalarının sebebi de olayların başladığı o gün Sarah’nın kaçırılmasıdır. Filmin sonunda uzaylılar göğe doğru onu ışınla kaçırırlar. Film çok kafa karıştırıcı olabilir. Bize sadece kanıtlar sunuluyor ve tamamlamamızı istiyorlar. Fakat düşüncelerimizin hiçbir kanıtı yok. Olanları, Sarah’nın gözünden izledik; bir şizofrenin gözünden izlemiş olabiliriz. Bunu da işin içine kattığımızda ben farklı yorumlara da ulaşıyorum. Sarah’nın annesinin mezarı… O mezarı filmde hiç görmedik. Ama sürekli mezarlığa gidip durdu. Bu, annesinin intiharından sonra benimsediği bir travma olabilir. Bir diğer düşüncem ise, annesinin intiharından sonra farklı bir kişilik edinmiş olabilir. İkinci bir kişiliğinden dolayı zamanda sıçramalar yaşıyor olabilir. Tabii bu düşüncemi çürüten iki kanıt var: biri, 2 dakikalık kayboluş sahnesi; bir diğeri de filmin sonunda gördüğümüz iki tane Sarah. Foreshadow etkileri çok fazlaydı filmde. Özellikle dikkat çeken bir sahne vardı. Filmin başlarında bir kadın, kumaş almaya geldi. Tarot kartları okuyan bir kadın. Bu kişiler, geleceği gören ve yorumlayan kişilerdir. Çalıştığı yer için, kumaş bakıyordu. Renklerin enerjisine inandığı için şeftali rengi bir kumaş beğendi. O rengin, koruyucu ve rahatlatıcı olduğunu söyledi. Filmin sonlarından bir sahneye gelelim şimdi. Demin anlattığım olay buraya bir göndermeydi. Sarah kendisini evdeki duşta kaybediyor ve kendini birden işyerinde çıplak halde buluyor. Sarah o an üşüyor ve kaybolmuş hissediyordu. Arkadaşı hemen en yakın kumaşı alıp onu sarıyor. Fakat seçtiği kumaş sıradan kumaş değil. Demin bahsettiğim tarot kart okuyucu kadının seçtiği kumaştır. Sarah’yı rahatlatır ve ısıtır. Filmde sanki bir şey eksik gibi. Yolladığı DNA örnekleri nerede? Sonuçları neden gelmedi? Filmde sürekli zamanın değişmesi ve filmin sonunda, filmin başındaki zamana geri dönülmesi o sonuçların gelemeyeceğine bir kanıttır. Belki de değişen her zamanda Sarah yüz tane DNA örneği göndermiştir. Şirket bıkmıştır. Ona geri dönüş yapmıyordur. Kim bilir :D Horse Girl filmi, izledikçe farklı yorumlar çıkarabileceğimiz bir film. Şu anki yazım sadece filmin bize sunduğu kanıtlardan oluşuyor. Kafamdaki yorumlarım bunlardı. Hiçbir yorumum kesinlik içermiyor, çünkü film bir kesinlik sunmuyor. Bu karmaşık filme, karmaşık bir yorum sundum sizlere. Bu film üzerine düşüncelerim henüz burada bitmedi. Sizler filmi nasıl buldunuz? Neler düşünüyorsunuz? Bu film üzerine çok düşünüp, ortaya güncel tezler atabiliriz bence. İzlediğim filmleri ve dizileri, önerilerimi kaçırmak istemeyenler buraya tıklayabilir! 🙂

  • İçimizdeki Çocukluk - Twenty Somethings

    Twenty Somethings, yetişkinlik çağına yeni girmiş bir bireyin iç dünyasını anlatan bir kısa filmdir. Gia 21 yaşına yeni girmiş bir bireydir ve yetişkin olacak olmak onu korkutuyor. Karakterin içinde hâlâ bir çocuk yaşaması, daha doğrusu üç çocuk yaşaması, kaygılarını dışarı vurmasını sağlıyor. Filmin yaratıcısı Aphton Corbin, uzun bir palto içerisine üç çocuk saklıyor. 1,10 ve 16 yaşlarında olan bu çocuklar, gelişen benliğin bir yansımasıdır. İd, ego ve süperegoyu temsil ediyorlar. 1 yaşındaki Gia, yemeyi ve uyumayı; 16 yaşındaki Gia, her zaman güvensiz hisseden bir süperegoyu; 10 yaşındaki Gia ise yönetmene göre en olgun karaktere sahip olan, sağduyulu bir benliği anlatıyor. “I just love this idea of all these kids and what they’d look like stacked up in a trench coat. Trying to navigate through life. It felt like the perfect metaphor of trying to steer through life while hiding your insecurities.” “Tüm bu çocukları ve onların uzun bir palto içerisine tıkışınca, nasıl görünecekleri fikrini çok sevdim. Hayatı yönlendirmeye çalışmak, hayatta kendi özgüvensizliklerini gizlemeye çalışırken aynı zamanda hayata yön vermenin kusursuz metaforu gibi hissettirdi.” Aphton Corbin Gia’yı filmin en başından beri bir paltoyla görüyoruz. Henüz barın kapısındayken kaygısını yüzünden anlayabiliyoruz. Hikâye barda devam ediyor. Gia, bardan ne sipariş edeceğine karar veremeyip, olgunca bir içki söylemek yerine bir bebeğin benliğiyle hareket edip pastaya saldırmayı seçer. Kendisini zor tutar. Dans etmek için salonun ortasında kendine güvenini kaybedip sakar hareketler sergiler. Hemen ardından ise yine 16 yaşın hızlı değişen duygularıyla, bir erkek ilgisini çeker. Hatta bu sahnenin gösterge bilimsel yönünden bahsetmek istiyorum. Birinden hoşlanmanın, hissedilen duygunun yoğunluğu her zaman karında uçan kelebekler olarak hitap edilir ya, bu sahnede 16 yaşındaki Gia’nın paltonun karın bölgesinden dışarıyı izlemesini bizlere gösterir. Bir paltonun içinde yer değiştiren Gia’nın belikleri de içinde yaşadığı karmaşık duygularla kendini yönlendirmeye çalıştığını anlatıyor. O gece yaşadığı karmaşık duygular ve düşünceler, onun tuhaf davranışlar sergilemesini sağlıyor. Bu durum onu utandırıyor ve Gia kendini tuvalete kilitleyip ağlıyor. Peşinden gelen ablası, onunla konuşuyor. Her insanın kaygıları olduğu ve Gia’nın yolundan mutlaka geçtiklerini anlatıyor. Hatta yetişkin insanların hâlâ içlerinde birer çocuk yattığını ve bunun dışarı vurulmasının bir yanlış olmadığını ona öğretiyor. Doğru bir bilinçle doğru zamanda doğru yerde insanın kendini doğru yönlendirmeyi öğrenmesini hatırlatıyor. İzlediğim filmleri ve dizileri, önerilerimi kaçırmak istemeyenler buraya tıklayabilir! 🙂

  • TAIPEI SUICIDE STORY

    Yönetmenliğini Keff’in üstlendiği kısa metrajlı bir dram filmidir. Adından da anlaşıldığı üzere bir 'intiharlar' meselesidir. 45 dakikalık film yalnızca bir otelde geçer, tek bir dış sahnesi vardır. Bu otel yaşamına son vermek isteyenlerin gelip, bir gece konakladığı ve kendilerini öldürmeleri için tüm olanakların sağlandığı bir yerdir. Tek kural en fazla bir gece konaklayabilecek olmalarıdır, bu da bakıldığında son kez düşünmeleri için tanınmış bir olanaktır. İntihar eylemi gerçekleştikten sonra geride bıraktıkları mektuplarla ve tüm cenaze işlemleriyle -artık duyguları da körelmiş- otel çalışanları ilgilenmektedir. Temizlik personellerinden birinin gidip resepsiyoniste, odalardan birinde bir kızın neredeyse bir haftadır kaldığını söylemesiyle hikayenin yönü değişir. Resepsiyonist adam gidip kıza sertçe çıkışır ve son bir gece daha kalması için müsaade eder. O gece kız yemekhaneye indiğinde aynı adama denk gelir ve aşçı zehirlendiği için yemekhanenin kapalı olduğunu, isterse yakınlarda market olduğunu öğrenir. Tüm bunların dışında resepsiyonist sabahki sert çıkışından dolayı da özür dileyerek markete kadar eşlik etmek ister. Sanırım beni etkileyen sahnelerden biri de market çıkışında aralarında geçen şu diyalogtu; “Bir gün aynada kendine bakarken fark ediyorsun ki, gözlerindeki ışık çoktan sönüp gitmiş. Aniden yumruk yemişe dönüyorsun. Asla sana ait olmamış bir şeyin peşinden koşarken gençliğini nasıl da heba ettiğini fark ediyorsun.” Bu diyalogta da anlaşıldığı gibi esas kızın fark ettiği şey, bir hikayenin sonuydu. Sanırım gençken, kazanmaktan çok kaybettiklerimize odaklanıp onların peşinden gitmeye çalışıyoruz. Ve en çok, gençken aldığımız kararların dönüşü pek olmuyor. Tıpkı her filmin, her hikayenin bir dönüm noktası olduğu gibi bence insan hayatının dönüm noktası da gençliğidir. O çağları nasıl yaşadığın, geri kalanı nasıl yaşayacağını az çok belli ediyor. Esas kız belki de bunu anladığı için gözünde sönüp giden ışığı geri getirmek için artık çabalamıyor. Marketten otele döndüklerinde aralarındaki diyalogtan ikilinin enerjisi hissediliyor. Burada kendi hayatına belki de son verecek olan kıza mı kızmalıyız yoksa işini profesyonel yapmayı beceremeyen resepsiyoniste mi bilmiyorum. Bir süre sonra kız, resepsiyonu arayıp jilet ister ve bizzat adamın getirmesini söyler. Adam durumu gidip patrona izah ederken aralarında şöyle bir replik geçer; "Bir yabancıyı gömmek, bir dostu gömmekten çok daha kolaydır.” Patron, üzerine düşeni yapar ama adam odaya çıktığında aralarındaki meselenin artık ne olduğu tam olarak anlaşılır. Genç adamın hissettikleri için artık çok geçtir. Sabah olduğunda temizlik görevlisi çocuğun gelip resepsiyondaki çocuğa kızın gittiğini söylemesiyle tıpkı onun gibi seyirci de anlık olarak intihardan vazgeçtiğini anlar ama odaya çıktıklarında karşılaştıkları manzarayla, gidişin başka türlü bir gidiş olduğu ne yazık ki anlaşılır.

  • Aşk Robot: Wall-E

    Birçok insan animasyon filmlerden uzak kalmayı tercih eder. Çünkü izleyiciler bu filmlerin çocuklar için olduğunu düşünür. Çünkü gerçek üstü olaylar ve renkli sahneler içerirler çoğunlukla. Bu kesinlikle yanlış bir düşüncedir. Bu canlandırma sinemasının yaygınlaşmasının sebebi hayal güçlerimizin daha kolay dışavurumudur. Bir araçtır. En başarılı animasyon filmlerinden biri bence Wall-E filmdir. Bu filmi hepiniz izlemişsinizdir ama ben yine de hatırlatayım biraz. Dünya’da yalnız kalmış çöpçü bir robot, uzaydaki insanların Dünya’ya yolladığı üstün teknolojik robota bir bitki vermesi sonucu, bitkiyle beraber uzaya insanlara giderler. Bu bitki insanların geleceği için yeni bir doğa yeni bir umuttur. İnsanlar bitkiyi Dünya’ya getirerek geleceklerini yeşertmeyi amaçlar. Şimdi… Nerden başlasam bilemedim. Bu film o kadar ayrıntılı ve önemli ki… Wall-E nasıl bir robot? Wall-E tam bir aşk robotu. Bir robot âşık olur mu diye soracaksınız ama oluyor. Wall-E insanların yükünü taşıyan bir robot. İnsanların mirasını üstlenmiş biri. Buna aşk da dahil. Eski dünyadan filmler izliyor. Filmden aşkın ne olduğunu öğreniyor. Buradaki aşk kesinlikle cinsel bir aşk değildir. Sadece yaşamak için bir şeye inanması gerekiyor. Bir hedefi olmalı. O da insanların yaptıklarını yapıyor. Kendini onlardan biri olarak görüyor çünkü. Aşık oluyor, uyuyor, dans ediyor ve sabah olunca işe gidiyor. Bu çöpçü robotların amaçları bina yapmak değildir. Ama Wall-E çöplerden bina yapıyor ve bir düzen sağlıyor. Düzenli bir robot olduğunu garajındaki koleksiyonlardan anlayabilirsiniz. Özellikle kaşığa da çatala da benzeyen elindeki aletin ne olduğuna karar veremediğinde anlıyoruz. Wall-E’nin robottan öte davranışlar sergilemesini aşık olmasıyla anlıyoruz demiştik. Bu aşk büyük bir umudu simgeliyor. Aşık olduğu robot beyazdır. Bu beyaz renk tertemiz bir geleceği temsil etmektedir. Bu robotun nerden geldiğini hatırlıyor musunuz? Uzaydan, gökyüzünden evet. O varlık gökten indirildi. Dünya’ya gönderildi. Korkmayın varoluş felsefesi yapmayacağım. Bu robotun ismini size şimdi hatırlatayım. İsmi, Eve! Eve, yani bizim dilimizde Havva. Bu robot, ismini ilk insandan alıyor. Adından anlaşıldığı üzere bu robotumuz bir dişi. Zaten bunu küçük bir çocuk da anlayabiliyor. Zarif ve temiz tasarımı bunu anlatıyor. Wall-E ise herkesin gözünde en başından beri erildi. Wall-E, Dünya’nın yeni umududur. Tohumu vermelidir. Tohumu çöplerin içinde bulur ve içinde güvenli bir şekilde saklar. Eve ile tanışınca ona vermek ister. Bitkiyi verir ve bitki otomatik olarak Eve’in karnına yerleşir. Evet aklınızdaki doğru. Dünya’daki iki bilinçli varlık. O iki robot. Biyolojik canlılar olmasa da, insanlara umut olabilecek bir aşama kaydediyorlar. Anne karnına verilen tohum ve dünyaya gelecek yeni insanlara yeni umutlara bir göndermedir. Buradaki davranışı hiçbir şekilde cinsel iç güdü değildir. Wall-E’nin çok kültürlü olmasından kaynaklanıyor. Sevdiğine çiçek vermesi gerektiği için yaptı bunu. İzlediği eski filmler boşa değil. Wall-E’nin çocukları diyeceğim ben bu karakterlere. Uzayda tanıştığı iki insan var ve film boyunca sadece tanıdık kişi olarak onları görüyoruz. John ve Mary, her insan gibi oturdukları yerden reklamlar izleyen, yiyen ve içen insanlardı. Her gün rutin davranışlarından dolayı yeniliklere bakmaya gerek duymayan insanlardı bunlar. Ta ki Wall-E ile tanışana kadar. Wall-E’nin uzay gemisine gelmesi birçok düzeni bozdu. Bu sayede filmin sonuna kadar onların çevrelerini gözetlemeye başladığını ve onları yönetenlerden bağımsız hareket ettiğini görüyoruz. İnsanların uzuvlarının körelmek üzere olduğu bu noktada, insan zihnini körelmediği ve her zaman düşünmeye, öğrenmeye meraklı olduğunu fark ediyoruz. Ayrıca filmin ilerleyen dakikalarında Mary ve John'un diğer insanlardan ayrıldığını fark ediyoruz. Kapitalist sistem tarafından yönetilen herkesin hâlâ mavi giyindiğini görüyoruz. Mary ve John ise eski moda olan kırmızı giymekteler. İnsan zihin sonsuzdur ve keşfedilememiştir. Aynı uzay gibi. İnsan uzayı düşündükçe kendini sorgular. Sonsuzluk, büyüyen ya da küçülen sonsuzluk. Filmin başında, galaksinin bir köşesinden Dünya’ya yavaş yavaş yaklaşıyoruz. Birden hızlıca yeryüzüne yaklaşıyor ve kirli bulutların ardından çöp dağları ve çöpten şehirler bizi karşılıyor. Dev yapıların arasında minik bir robot görüyoruz, Wall-E! Sonsuz uzayın minik bu gezegeninde minnacık bir robot, insanlığa umut olabiliyorsa. İnsanlar bir olsa, güçlerini birleştirseler neler neler yaparlar. İşte giriş sahnesi küçük bir umudun, büyük faydalar sağlayacağını gösteriyor. Kısaca BNL’den de bahsetmem gerekiyor. BNL Pixar’ın birçok filminde yer alan bir markadır. Özellikle bu filmde öne çıkmıştır. BNL aslında devlettir diyebiliriz. Uzaydaki insanların yöneticisidir. İnsanlığı kontrol eden, onları tek tipleştiren bir kurumdur. Film boyunca her yerde reklam görürüz. Hepsi de BNL reklamıdır. Ay’da bile görüyoruz. Hatta bunu bebeklere ders verirlerken de görürüz. “BNL, en iyi dostunuz!” insanların BNL’e ihityacı olduğu onlara aşılanıyor. Medyanın bu kötü amacı da sürekli filmde ön planda oluyor. Kapitalizmin uygulandığı bir sisteme merhaba! Ayrıca bu kapitalist dünyanın tarafında olan kendi kendini yöneten bir dümen görüyoruz. Süperegoyu temsil eden dümen her şeyi kontrol edip insanlara büyük bir zevk sunarken, onların elinden kolayca aldığını da görüyoruz. Wall-E filmi her izlediğimde bana yeni anlamlar veren bir film, çok zengin bir film. Son izlediğimde ilgimi çeken basit bir şey fark ettim. Son olarak Credits sahnesinden bahsetmek istiyorum. Bu sahne insanların Dünya’ya geldikten sonrasını anlatıyor. Neler yaptıklarını ve neler yaşadıklarını görüyoruz. Fakat önemli nokta şu, her çizim farklı bir dönemden. İnsanların farklı kültürlerle farklı kaynaklarla yeniden geleceklerini şekillendirdiğini anlatıyor. Mağara duvarı çizimleri, hiyeroglifler, mozaikler, Rönesans sanatçılarından Leonardo da Vincinin bilimsel çalışmalarından esinlenilen çizimler ve en sevdiğim ressamlardan olan Vincent Van Gogh’un fırça vuruşlarıyla resimler görüyoruz. İzlediğim filmleri ve dizileri, önerilerimi kaçırmak istemeyenler buraya tıklayabilir! 🙂

  • Gerçek Bir Çocuk ve Vicdanı

    Hepimizin çocukken okuduğu bir masaldır Pinokyo. Carlo Collodi tarafından yazılan orijinal hikaye 1940 yılında Walt Disney tarafından canlandırma sinemasına taşınıyor. Collodi’nin kitaplarının yanı sıra en doğru bilinen kaynaklardan biri bu animasyon filmdir. Bu film günümüzde (2022) liveaction olarak tekrar yapıldı. Pinokyo her zamanki gibi tatlı ve sevimli; babası Geppetto ise Tom Hanks tarafından canlandırılıp, muazzam bir karakter haline getirilmiş. Her şey Mavi Peri'nin, Geppetto’nun dileğini gerçekleştirmesiyle başlıyor. Kukla Pinokyo canlanıyor ve maceraya çıkıyor. Bu macera boyunca Pinokyo’nun büyük dersler aldığına şahitlik ediyoruz. Pinokyo filmi bazen uzun sekanslarıyla beni sıkmış olabilir, fakat hayranlıkla izledim. Çünkü gördüğüm her kare bana bir şeyler anlatıyordu. Göstergebilimsel olarak incelendiğinde çok yorum yapılabilir bu film üzerine. Öncelikle Pinokyo’nun iplerinden bahsedelim. Evet bu çok kolay! Pinokyo’nun iplerinden kurtulması, onun özgür birey olduğunu gösterir. Bir özgür birey, istediği her şeyi yapabilir. İyiyi ve kötüyü, her şeyi deneyimleyebilir. Fakat bir sorun var. Pinokyo henüz yeni doğmuş bir bireyken, iyiyi – kötüyü nasıl ayırt edecek? Önce birini tatmalı ki bilsin, değil mi? Pinokyo yaratılırken ona bir rehber veriliyor. Doğruyu ve yanlışı ayırt edebilmesi için ona vicdanlık edecek bir arkadaş, Jiminy! Kitaplarında bu rehber yer almazken Disney versiyonlarında bulunuyor. Hatta bu fikre bayıldım ben. Walt Disney’e dahi diyebiliriz. Vicdan, içimizdeki minik bir sestir, değil mi? Jiminy ise bir çekirgedir. Küçüktür ve konuşuyor. Vicdanın somutlaşmış halidir bu! Pinokyo’nun kötü karakterleri dinlemesi, vicdanın yüksek sesli olan kötü yanıdır. Bu yüksek sesin dediğini yapan Pinokyo bir maceraya çıkıyor. Bu macera boyunca kötülükleri tadıyor. En etkili bölüm Eğlence (Zevk) Adası kısmıydı. Ada tamamen kötülük dolu; kumar, içki, sahtekarlık. Bu oyuna kananlar eşeğe dönüşüyordu. Bu sahnelerden önce de yük arabası taşıyan eşekler görüyoruz. Üzerinde insanlar ve yükler var. Kötü yolda olan insanların, geri dönüşü olmayan bir yük üstlendiğini ve o yükle yaşamak zorunda kaldığını anlıyoruz. Neyse ki Pinokyo’nun vicdanı geç olmadan onun yanına geldi ve onu önledi. Kötülüğü tadan Pinokyo artık iyi olanı ayırt edebilir duruma geldi. Eşek kulağı ve kuyruğu çıkan Pinokyo, ona verilen kukla oyunculuğu teklifi yerine verdiği sözü tutarak babasına dönmesi. Vicdanın olduğunu gösteriyor. Gerçek bir insan olabilmek için vicdanlı olmak gerekir. Pinokyo gibi. Kötüyü geç kalmadan ayırt edebilmek, iyiye yönelmek, doğruya gitmek. Eğer biri kanlı canlı olsa bile vicdanı yoksa gerçek bir insan olmaz. Minik Pinokyo bizlere bunu öğretiyor. Vicdanın, verdiğimiz kararlarda çok büyük bir rol oynadığı bu çocuk masalı sayesinde bir kez daha öğrendik. Filmdeki göstergebilimsel semboller sadece bunlar değil tabi ki. Fakat hikayenin asıl konusu olan “Vicdan” için en iyi semboller bunlardı. Şimdi filmi bir “inek” olarak incelemek istiyorum :D Film 1940 yapımından farksızdı diyebilirim. Pinokyo’nun tasarımı tamamen aynıydı. Çok tatlıydı. Diğer karakterler de öyle. Fakat aynısını Mavi Peri için söyleyemiyorum. Günümüzde ticarete dökülmüş bu işlerde bir periyi Siyahi yapmak bana gereksiz geldi. Kesinlikle bu ırkçılık değildir, dediğim. Peri masallarında perileri her zaman bir ışık olarak tanıdık. Fakat bu geleneği bozmaya gerek var mıydı bilmiyorum. Tamam bozabilirsin. Bir tanesinden sorun olmaz. Fakat bazen göze çok batıyor, Little Mermaid kızıl saçlı, beyaz bir deniz kızıdır. Disney’in yeni filminde bu karakter siyahi biri tarafından canlandırılıyor. Duyar kasılarak ticari yönde ilerlemeye çalışan bu firmaların yaptığını yanlış buluyorum. Yani o perinin tasarımı değiştirilmemeliydi. Filmde çok fazla eastereggs mevcut. Bunlardan en iyisi Geppetto’nun duvarındaki guguklu saatlerde gizli. Her saatte bir Disney filmi tasarımı mevcut. Bir saat özellikle hoşuma gitti. Saatin guguklu kısmı, öne fırlayan yerden Toy Story’den tanıdığımız Şerif Woody var. Woody karakterinin Tom Hanks tarafından canlandırılıp, seslendirdiğini hatırlatayım. Filmin yavaş giden sıkıcı yapısından bahsetmiştim yukarıda bir yerlerde. Tam sıkıldım dediğim an film bitti. Çok hazırlıksız yakalandım. Birden film bitti, çok ciddiyim. Son sekansta pinokyo babasını kurtarmaya gidiyor. Geppetto ölüyor. Pinokyo ağlıyor ve gözünden yaş düşüyor. Geppetto canlanıyor. Ayaklanıp ışığa yürüyorlar. Film bitiyor. Evet. Bitti. Film boyunca Pinokyo’nun gerçeğe dönüşmesini beklerken bunu göremiyoruz. Film sanki bir kitap okurcasına bir akışa sahip ve bazı şeyleri bizim tamamlamamızı istiyorlar. Işığa giden Pinokyo; geleceğe, bir umuda, dileklerin gerçekleşeceği yere gittiğini anlatıyor. Bence gerçek bir çocuk oldu. 2. filme gerek yok artık :D İzlediğim filmleri ve dizileri, önerilerimi kaçırmak istemeyenler buraya tıklayabilir! 🙂

  • The Bear: Çok Fazla Bağırma!

    İyi ve yeni bir dizi izledim. Böyle bir cümleyi, bu kadar çok çeşit dizi varken söylemek çok zor; ancak The Bear bunların arasından sıyrılmayı çok iyi başarıyor ve kendini izletiyor. Eğer restorantlarda çalışan olarak zaman geçirdiyseniz, her gece gördüğünüz endişeli ve anksiyete dolu rüyaları bilirsiniz. İşte The Bear buna çok güzel bir pencere açıyor. FX’ten çöküşe geçmiş bir sandviç restorantının yükseliş macerasını anlatan; paketlenmiş siparişler, arızalı ekipmanlar, mutfağın yetiştiremeyeceği kadar hızlı yığılan sipraişler ve bolca yıpranan sinirlerle dolu müthiş bir mutfak hikayesi. Fazla yoğun, fazla rahatsız edici, fazla çiğ ancak mola veremeden bir sezonu tek seferde izleten; dizi bittiğinde kendini o mutfakta sanıp durduk yere ağlamaya başlarken bulduğun bir dizi. Karakterlerle birlikte izleyenin de sinirlerini alt üst etmeyi çok iyi başarıyor. Diziyi izlerken ilk aldığım not ‘’çok fazla bağırma’’ oldu. Dizinin yönetmeni Christopher Storer, havuç soyarken veya dev et dilimlerini kızartırken yakaladığı karakterler arasında hızlı geçişler yaparak bir yoğunluk oluşturmuş. Bu yoğunlukta size o an bir mutfak vardiyasında çalışıyor gibi hissetiriyor. The Bear izlemesi korkunç derecede stresli aynı zamanda heyecan verici, hırslı, komik ve yıkıcıdır. Bir mutfağın acımasız hiyerarşisi olabilir; ancak The Bear, mutfağın katı komuta zinciri olarak bilindiği için bir "tugay" yapısının başka yerlerdeki güç ve saldırganlık çerçevelerini nasıl taklit ettiğine sinsice göz kırpıyor. Dizinin kurgusu seyrek ve içerik, süre boyunca dağıtılıyor; ancak İtalyan biftekli sandviç dükkanını kurtarmak için Chicago'ya giden James Beard Ödüllü bir şef olan Carmen “Carmy” Berzatto'yu (Jeremy Allen White) kardeşinin intihar etmesine neden olan şeyi bulmak için kardeşinin dünyasına dalan Carmy’nin kendini cehennemde bulmasını gösteriyor. Bu tarz şeflerle ilgili şovlar, daha çok ego üzerine odaklanan işler oluyor. Netflix dizisi Chef’s Table, yemeği bir sanat formuna dönüştürmek için gereken sapık kişiliği araştıran bir belgesel. The Great British Baking Show gibi daha yumuşak gerçeklikte geçen, daha çok aileyi öne çıkarmaya çalışması göze çarparken; The Bear bunların hepsini dahil ederek gerçekte bir mutfakta neler döndüğünü saf ve stresli bir şekilde anlatıyor. The Bear, ilk sezonu boyunca erkekliği ve meşgul erkeklerin nasıl davrandığını çözmeye çalışan bir antropoloji analizi yapıyor. Erkeklerin domine ettiği kültürlerin başarısız olmak için kurulduğunu göstermeye çalışan dizinin bir sorusu daha var. İnsanların kurdukları hiyerarşilerde başarılı olmak için gereken mutfakların, toplantı odalarının, küçük çaplı suç gruplarının fark ettirmeden bu dünyayı içeriden zehirlediğini hiç merak etmiyor musunuz? Kısacası The Bear izlerken sizi ne kadar endişelendirse de kısa, keskin güzellikteki anlarla dolu muhteşem bir dizi. ‘’Botticelli’’ hatlarına, kol dövmelerine ve yanık izlerine sahip olan, duygulu, siyah gözlü üzgün bir çocuk olan Carmy olarak sonsuz bir şekilde izlenebilir.

  • Don't Look Up Uzerine Semantik Bir Analiz

    Dünyanın en büyük üyelik tabanlı dijital platformlarından Netflix’in Aralık 2021’de yayına soktuğu Don’t Look Up (Yukarı Bakma), ABD yapımı hiciv ve kara mizah türünde bir bilim-kurgu filmidir. Filmin konusu; astronomi doktora öğrencisi Kate Dibiasky’nin gözlemleri sırasında Everest Dağı büyüklüğünde yeni bir göktaşı keşfetmesi üzerine, hocası Dr. Mindy bu göktaşının 6 ay içinde dünyaya çarpacağını hesaplaması ve bu tehlikeye karşı ABD hükümetini ve halkını uyarma çabalarını anlatmaktadır. Bir göktaşının politik bir kavgaya dönüşerek kamuoyunu ikiye bölmesi ve uluslarötesi şirketlerin menfaat aracına dönüşmesine kadar farklı olayların işlendiği filmde hem hükümetler, hem kurumsal şirketler hem de manipülasyona açık kitlelere bir taşlama yapılmaktadır. Genel çerçeveden bakıldığında hegemonyanın kendi varlığının devamı ve çıkarı için diğer tüm sınıfları ikna ettiğinin, ikna edemedikleri ile de uzlaşı sağladığının bir parodisi işlenmiştir. 359.790.000 saat ile Netflix'in tüm dünyada en çok izlenen 2. yapımı olan Don’t Look Up, piyasaya komedi filmi olarak sunulsa da günümüz toplum ve iktidarlarının bir projeksiyonu olarak hafızalara kazınmış durumdadır. Hiciv ve kara mizah türündeki yapım, yaklaşmakta olan bir felaketin kapitalist gerçekçilikle nasıl tüketildiğini işlerken günümüzdeki kişi ve kuruluşlara atıflarda bulunmaktadır. Adam McKay tarafından yazılan senaryo ABD özelinde ilerlemekte ancak günümüzdeki birçok iktidar - medya - kamuoyu ilişkisinin projeksiyonu olduğu varsayılabilir. Öncelikle hem süregelen hem de yeni boy gösteren bir krizler dünyasında yaşamaktayız. Türkiye dahil yeryüzündeki her ülke İklim krizi, Covid-19 salgını, aktif fay hatları, orman yangınları gibi bir çok felaket arasından en az birkaçından nasibini almaktadır. Lakin hükümetler bu felaketleri bile ekonomik ve politik çıkarlar uğruna birer siyaset aracı olarak görmekte, vatandaşlar ise felaketler üzerinden kutuplaşmaktadır. Buna en yakın örnek 2019 sonundan beri tüm dünyaya yayılan Covid-19 tedbirleri gösterilebilir. Önlemler kapsamında birçok ülke kapanma, karantina ve izolasyon önlemleri almıştır. En sıkı önlemleri ilk alan ülke, virüsün 0 noktası olarak tanımlanan Çin oldu. Tüm vatandaşlara zorunlu PCR testi ve 2 ay boyunca katı kuralar ile sokağa çıkma kısıtlaması getirildi[1], özel sebeplerle ev izolasyonundan ayrılan her vatandaş devlet tarafından takibe alındı. Tespit edilen vakalar evlerinden çıkarılıp karantina tesislerine götürüldü[2], önlemleri ihlal edenler ifşa edildi[3] ve neticesinde 0 Covid politikası hedefleyen Çin, vaka oranı en az olan ülkelerden biri oldu. Öte yandan ABD’de maske politik bir sembol haline geldi ve toplumu ikiye böldü. Pandemi önlemlerinin insan özgürlüğüne bir müdahale olduğunu düşünenler aşı ve maskenin bir kontrol aracı olduğunu iddia ederek kullanmayı reddetti, 10’dan fazla eyalette protestolar düzenledi[4]. Neticede ABD, Ocak 2022 itibari ile günde 1 milyon 30 bin vaka sayısı ile rekor kırdı[5]. Kitleler binlerce ölüme sebep olan bir felaket üzerinden bile kutuplaşabiliyorken hükümetler ise aynı felaket üzerinden kendi propagandalarını yapabilmektedir. ABD ve AB’nin, Covid-19 aşılarından Çin üretimi olan Sinovac ve Rus üretimi olan Sputnik aşılarını geçersiz saymaları, devletlerin felaket zamanlarında bile ideolojik çatışmalarından vazgeçmediklerinin işareti sayılabilir. Senaryonun devamında baş kahramanlar NASA’ya bağlı Gezegen Savunma Koordinasyon Ofisi ile iletişime geçiyorlar ve onlar aracılığıyla kendilerini Beyaz Saray’da buluyorlar. Bu filmde kadın olarak tasvir edilen ABD Başkanı ile görüşüp göktaşı ile ilgili hızlı bir aksiyon alınacağını uman ekip, 2 gün boyunca başkanın kapısında bekletiliyorlar. Senarist Adam McKay, burada bürokrasiyi taşlayarak tüm afetlerin bürokrasiden sonra geldiğinin altını çiziyor. Filmde ABD başkanı kadın olarak kurgulansa da açık turuncu saçları, popülarist söylemleri ve altı boş iddiaları ile karakterin, ABD Eski Başkanı Donald Trump’a göndermede bulunulduğu düşünülebilir. Senarist, başkanın etrafındaki dalkavukları da karakterize etmeyi unutmadığı gibi başkanın 1 numaralı özel kalemi ise hiçbir sosyo-kültürel bilgi birikimi olmayan öz oğlu olarak kurgulanmış. Günümüzde de önemli devlet kadrolarına liyakatsiz şekilde başkanların akrabalarını ve arkadaşlarını yerleştirdiği gerçeğinin altı çizilmiş. Filmin devamında başkanın tek lafıyla bu kişiler istifa ediyor, medyaya feda ediliyor ya da uzaya gönderiliyor. Nihayetinde Başkan ile görüşebilen ekip, yaklaşmakta olan seçimler nedeniyle kriz çıkarmaktan çekinen ABD Başkanı’nın bu felaketi ciddiye almaması ile kendilerini kapı önünde buluyor. Yıldızın %99,7 ihtimal dünyaya çarpacağını belirtmelerine rağmen, %0,03 çarpmama ihtimali olduğu için konuyu rafa kaldıran ABD Başkanı seçim hazırlığını yaklaşan kıyametin önünde tutuyor. Hükümetlerin iktidarlarını tehlikeye atacak her ne olursa olsun hasıraltı ettiğini görüyoruz. Hükümetten istedikleri tepkiyi alamayan ekip, NASA’nın desteğiyle olayı medyaya açıklamaya karar veriyorlar. Bulabildikleri en iyi platform yüksek reytingli ama ciddiyetsiz bir sabah programı olduğu için programa çıktıklarında sunucuların göktaşı ve kıyamet hakkındaki şakaları ile yüz yüze geliyorlar. Bunun üzerine Kate Dibiasky, durumun ciddiyetini aktaramadığı sunuculara “Dünyanın sonu geldi lanet olasıcalar!” diye bağırıyor. Lakin bu görüntülerin capsleri (ekran görüntüleri) hazırlanarak geleneksel medyaya alternatif olması beklenirken onun apolitik ve mizah ile sulandırılmış versiyonuna dönüşen yeni medyanın tüm mecralarında yayılıyor ve Dibiasky’i itibarsızlaştırma kampanyası başlıyor. Bu noktada film, izleyici ve okuyucu taşlıyor; artık bireyler medyayı yalnızca eğlence işlevi için tüketmektedir, medyanın bilgi verme veya eğitim işlevleri ampute edilmiştir. Filmin sonraki bölümünde ise rakip güçler tarafından ABD Başkanı’nın bir seks kasedi ifşa ediliyor ve bunun üzerine spin doktorları harekete geçerek gündemi değiştirmek için felaketi açıklamaya karar veriyorlar. 1 ay öncesinde küçük düşürülen Gökbilimci ekip, bir anda halk kahramanı oluyor. Başkan ile birlikte her haber kanalında yer almaya, dünya liderleri ile toplantı yapmaya başlıyorlar. Senarist McKay burada medyanın kamuoyu yaratma işlevinin ve etkisinin altını çiziyor. ABD toplumu ve tüm dünya vatandaşları yaklaşan kıyamete ancak ana akım medyada ve otorite figürleri tarafından teyit edildiğinde inanıyor. Nitekim bu doğru haber akışı adına iyi bir süreçtir. Ancak senaryoda tam tersi de gerçekleşiyor ve doğru haber yalanlandığında, izleyici yine inanıyor, bu da medya tüketicilerinin pasif olduğunu, verilen her iletiyi filtrelemeden kabul ettiği teorilerini desteklemektedir. “Gezegen katili” adı verilen göktaşı yaklaşırken senaryoya yeni bir unsur daha katılıyor; uluslarötesi şirketler. Dünya liderleri, yaklaşan göktaşının yörüngesini değiştirmek için bir uzak mekiği fırlatmaya karar veriyorlar, böylelikle projenin teknolojisi ve finansmanı için uluslarötesi şirketlere başvuruyorlar. Gerçek dünyadaki Elon Musk ve Jeff Bezos karışımı olduğu düşünülen, dünya devi bir şirketin üstün zekalı kurucu ve CEO’su olan Peter Ishwell karakteri, elinde mevcut olan uzay mekiği projesini dünya gezegeni yararına bir mermiye dönüştürüyor. İlk etapta uzay mekiğini göktaşına doğru fırlatıyor ancak son anda mekiğin yörüngesini değiştirdiği görülüyor. Bu sırada Ishwell, Başkan’a göktaşının üzerindeki çok değerli, dünyada bulunmayan bir element keşfettiğinden bahsediyor ve birlikte “Gezegen Katili”ni yok etmektense sömürgeleştirmeye karar veriyorlar. Göktaşını, dünyaya yaklaştı sırada vurup ufak parçalar halinde yeryüzüne düşmesini, belirli şehirleri feda etme olasılığına rağmen, sağlamaya karar veren liderler ve uluslarötesi şirketler, felaketten doğacak ganimet için bir rıza oluşturmaya karar veriyor. Bu noktada Chomsky’nin rızanın imalatı kavramı ortaya çıkıyor. Demokratik toplumlarda hegemonya, iktidarını sürdürmek ve pekiştirmek adına baskı ve şiddete dayalı yöntemler yerine farklı propaganda araçları ile kitleleri ikna etmeye çalışırlar (Güler, 2018). Filmde ise ABD Başkanı ve uluslarötesi şirketlerin öncülüğünde tüm dünyada, göktaşından dünyaya düşecek elementlerin sınırsız teknoloji sağlayacağı, fakirliği bitireceği ve insanlara iş imkanı yaratacağı propagandası yapılmaya başlanıyor. Çarptığı anda yeryüzünün önemli bir bölümünü silecek göktaşı, bir anda ana akım medyada “kurtarıcı kaynak, gökten yağan bereket” gibi söylemlerle yer aldıkça tıpkı bir sihirli mermi gibi (Sproule, 1989) medya tüketicilerinin beynine giriyor ve toplumun neredeyse yarısı manipüle ediliyor. Senaryonun son bölümünde ise göktaşı artık politik bir kutuplaşmanın simgesi oluyor. Bu akıma karşın baş kahramanlar mitingler düzenleyerek “Tehlikenin farkına varın, yukarı bakın!” sloganı atıyorlar. Bir seçim kampanyası sloganına dönüşen bu söylem üzerine ABD Başkanı ve açgözlü CEO Ishwell karşı slogan üreterek “Yukarı Bakma!” sloganıyla taraftarlarını ayaklandırıyor. Kapitalist gerçeklikte toplumsal bir kaosa dönüşen göktaşı yanlılığı ve karşıtlığı, ta ki “Gezegen Katili” dünyaya çarpmak üzereyken mekik tarafından parçalanamadığında son buluyor. Acı gerçeğin farkına varan toplumlar, sömürgesi yapacaklarını düşündükleri göktaşı tarafından yok ediliyorlar. Toplumu, göz göre göre yaklaşan bir felakete karşı “Ona Bakma!” diyebilecek denli duyarsızlaştıran üst akıl, devlet adamları, uluslarötesi şirketler, gerçek hayatta da küresel ısınma, Covid-19 salgını, orman yangınları veya aktif fay hatları için vatandaşın görmezden gelmesini sağlamaktadır. 2018 yılında ABD Başkanı Donald Trump’ın küresel ışımaya inanmadığını söylemesi, karlılığını kaybetmemek için temiz enerjiye yatırım yapmayan dünya devi petrol şirketleri, fikri mülkiyet haklarından feragat etmeyi reddedip Covid aşısı teknolojisini paylamayan ilaç şirketleri, aşıyı protesto eden kitleler veya en basitinden deprem yönetmeliğine uygun olmayan yapılar inşa eden inşaat şirketleri dahi bir Don’t Look Up simülasyonunda yaşadığımızı kanıtlar niteliktedir.

bottom of page