Film, bu yaz Venedik Film Festivali’nde Pedro Almodóvar’a Altın Aslan kazandırdığında, üç çeşit şaşırmış eleştirmen vardı. Bazıları ödülün, Almodóvar’ın ilk büyük Avrupa Festivali Ödülü olmasına şaşırdı; bazıları, filmin nihayet ödül kazanmaya layık olan bir Almodóvar filmi olduğunu söyledi; bir de Almodóvar’ın bu filmle herhangi bir şey kazanmış olmasına şaşıranlar oldu. Ben filmi büyük bir Almodóvar hayranı olarak, Onun son zamanlarda yaptığı her şey kadar abartılı, ilgi çekici ve hayatın içinden buldum. 74 yaşındaki Almodóvar bir kaderci değil ancak filmlerini giderek ölüm ve derin bağlar üzerine işlemeye başladı ve her zamanki gibi bunu da fazlasıyla dengeli yapıyor çünkü bu durum onu karamsar bir sanatçı haline getirmiyor. Ölümü boynuzlarından yakalayan ve gözlerinin içine bakan Almodóvar'ın, lirik ve dokunaklı bir iş yaptığını ve bunu çok başarılı şekilde yaptığını savunuyorum.
Almodóvar'ın kendisi tarafından senaryosu yazılan ve Sigrid Nunez’in “What Are you Going
Through” adlı romanından uyarlanan ilk İngilizce uzun metrajlı filmi The Room Next Door (Yandaki Oda), ABD’de geçmesine rağmen bazı sahneleri İspanya’daki set ve mekanlarda çekildi. Bu nedenle İngilizce dilindeki yenilik, bazıları için Almodóvar'ın alışılmış üslubunun dışında gelebilir ve diyalogları sahte gösterebilir. Zira ben de filmin ilk yarısındaki bazı diyalogları yer yer zorlama ve yapay buldum ancak filmin ikinci yarısında bu durumun kırıldığını ve oyuncuların da film akışına kendilerini daha olağan şekilde entegre ettiklerini açıkça görmek mümkün.
Film, biçim olarak oldukça basit ve her ikisi de 60’lı yaşlarının başında olan ve uzun zamandır arkadaş olan ancak birbirlerini görmeyen iki kadının yeniden inşa ettikleri dostluk merkezinde şekilleniyor. Julianne Moore’un canlandırdığı Ingrid, yıllardır iletişim kurmadığı eski bir arkadaşının kanserle mücadele ettiği haberini alan çok satan bir yazarı canlandırırken, Tilda Swinton ise New York Times’ın dünya çapında ünlü eski bir savaş muhabiri olan Martha rolünü canlandırıyor.
Ingrid’in, Martha’nın hastanede kanserle mücadele ettiğini öğrenmesiyle iki arkadaş yeniden bir araya gelir ve ölümün gölgesi, yeniden alevlenen dostluklarına zenginlik katar. Bu arkadaşlık, Martha’ya kendi ölümüyle ilgili uzun zamandır planladığı bir fikri, Ingrid ile paylaşma cesareti verir. Kendisinin yasal olmayan özel bir ötenazi hapıyla intiharı sırasında Ingrid’den de yan odada olmasını talep eder. Ingrid, derinlerde mücadele ettiği ölüm korkusu nedeniyle başta buna karşı çıksa da nihayetinde Martha ile beraber olmayı kabul eder ve iki arkadaş şehirden uzakta bir evde, sakin bir “tatile” çıkarlar. Almodóvar, bu kaçamak hakkında ve sırasında, sonuna kadar ne düşünürsek düşünmemize izin verir ve her halükârda ölüm felsefesini farklı bir pencereden ele almayı başarır. Ayrıca Almodóvar için bu, yalnızca hasta bir kişinin trajedisi meselesi de değil. Polisin düzenlemeye tepkisini, yasanın onurlu bir şekilde ölmeye yönelik müdahalesini vurguluyor ve yönetmenin ötenazi haklarını destekleme konusundaki açıklığını da ortaya seriyor.
The Room Next Door’da Almodóvar'ın renk paletlerini yine fazlasıyla görüyoruz ve görüntü yönetmeni Eduard Grau’nun da işçiliğiyle aslında teması karanlık olan bu filmi, müthiş bir canlılıkta izliyoruz. Özellikle karakterlerin NY, Woodstock yakınlarındaki taşrada bulunan gösterişli ve modernist kiralık eve taşındıkları sahnelerde gözlerim Almodóvar'ın renkleriyle bayram etti. Bu canlılığın yanı sıra bir de işin içerisinde Tilda Swinton’ın David Bowie’nin aristokrat elf uzaylı kardeşini andıran o solgun ve ciddi yüzü ve aurası var. Sanki o yüzü kendimizinmiş gibi tanıyor ve hissediyoruz. Bu nedenle Swinton’ın yüzü, sözleriyle birlikte müthiş bir sorgulama aracı haline geliyor ve Martha’yı kendini tanıyan ve ne istediğini bilen, ancak keşfedilmemiş topraklara inmiş ayakları yere basan hisli bir kadın yapıyor. Film tamamen ölümle ilgili ancak Swinton’ın güçlü performansıyla film bir yandan da yaşamdan yana bir duruş sergiliyor.
The Room Next Door bana kalırsa fazlasıyla Almodóvari bir film. Aslında film fazlasıyla gerçek olan bir konuyu, ölümü ele alıyor ancak bir taraftan da tamamen gerçekçi olmayan, insanların ve yerlerin düşsel küratörlüğünü barındırıyor.
Comments