top of page
Yazarın fotoğrafıTuğba Ç

Sorun Yaratan Adam

Güncelleme tarihi: 15 Ara 2023








Türkçesi "Sorun Yaratan Adam"olan bu film, hayatımızı ne kadar yüzeysel şeyler üzerine kurduğumuzu ve kendimizi bu şekilde avutmaya çalıştığımızı gözler önüne sermiş. Film için çağımız toplumunun portresi diyebiliriz.

Filmdeki insanlar, pürüzsüz bir hayat yaşamak istiyorlar ve hiçbir şey onları rahatsız etmiyor. Fakat burada insanlar, her türlü duygudan ve tattan yoksunlar. Karakterlerin saçından tutun da giyimlerine, hareketlerine kadar her şey robotik. Yemekler tatsız, insan ilişkileri kopuk ve çıkara dayanıyor. Aşk kavramı yok, çocuk yok; aşk, salt cinselliğe ya da çıkara indirgenmiş. İnsani olan her şeyden yoksun bir dünya tasarlanmıştır. Bu, bilerek ve isteyerek yapılmıştır.

Duygu öylesine yok olmuştur ki fıtratından kopamayan Andreas, onu, çalışmadığı için kovan patronunun vedasında bile ona sımsıkı sarılarak tepki verir. O kopamamıştır, onlar gibi olamamıştır. Patronuna içten sarılır; bu, karşısındaki için hiçbir şey ifade etmez; ama o insan kalmıştır ve direnir.


Filmde insan fıtratından uzak, kendine ve doğasına yabancılaşmış insanı görüyoruz. Mimik çok azdır, karakterler duyguları alınmışçasına robotlaşmışlardır. Filmi izlerken aklınıza Samsara ve Baraka belgeseli, Truman Show filmi geliyor; ama bu filmin başka bir yerden çıktığını fark ediyorsunuz; bu, farklı bir tat. Sonra, İzlanda yapımı olduğu geliyor aklınıza…


Filmin müziği, sahnelere göre öyle iyi ve yerinde ki Andreas’ın sıkışmışlığını bize göstermeye yardımcı olurken, kaçış yolu bulduğunda bir şahlanış, yeniden doğuş gibi duvarlara vurduğu balyozla ritim buluyor. İçindeki heyecanı, umudu müzikle dahi çok iyi yansıtmış yönetmen Jens Lien.


Kamera hareketleri ve yavaş sahneler, bu hayatın tüm sıkıcılığını ve yine Andres’in içindeki bitmişliği hissetmemize çok yardımcı oluyor ve kahramanımız, bir kurtuluş yolu bulduğunda kamera hareketleri de buna eşlik edip daha ritmik bir hal alıyor. Hızlı müziğe eşlik eden hızlı kamera hareketleri ve hızlı kurgu ile,"işte şimdi bu sıkıcı hayattan kurtuluyoruz" dedirtiyor.


Bize yakın, ama oldukça uzak olan bu dünyada insanın değeri, çalışmasıyla ölçülür. Çalışıyor ve işe yarıyorsa oldukça değerlidir. Fakat bu değer, sevgi ya da insani herhangi bir değer değildir; misal, odasına yeni bir bilgisayar alınır veya sandalyesi değiştirilebilir. Günümüz kapitalist dünyasında olduğu gibi, işleyen çarkın aksamayan bir parçası olmayı kabul etmelidir birey.


Sokaklar aslında bize çok yabancı değildir. Doğaya ait ham bir şeyden eser yoktur. Ağaç yoktur, toprak yoktur, kuş sesi yoktur; kısacası, bozulmamış hiçbir şey yoktur.

Sokakta, yolları temizleyen aracın sesi oldukça rahatsız edici olmasına rağmen bu ses kimseyi rahatsız etmiyor gibi görünür. Kim nasıl alıştırdı bu insanları, sadece bu kareden bile insanın, doğasına ne denli yabancılaştığını açıkça görebiliyoruz. Yabancılaşmayı yaşamış biri için burası ideal olan yerdir, her şey rayındadır. Zaten kahramanımız dışında herkes, her şeyi doğal karşılar; asıl anlam veremedikleri, Andreas’in tavırlarıdır. O, gayet rayında ve tıkırında olan bu düzenin sorun yaratanıdır.


Andreas, etrafındaki işlere, yapılanlara anlam verememektedir; yaptığı işi anlamsız bulur; bütün gün ne yaptığını niçin yaptığını bile bilmez. Dahası, şirketin ne iş yaptığını, niçin koşuşturduğunu bile bilmez. Andreas, bir makinenin bir parçası gibi kendinden habersiz, emeğine yabancılaşmıştır. Öyle ki kağıt kesen makinenin çalışma mantığını anlamaya çalışırken parmağını keser, şaşırır; bu alet sadece kağıdı kesmiyormuş!!!

Parmağını kesilmiş, yerde kanlar içinde gören Andreas kanlar şok yaşar, korkar; fakat etrafını saranlar olayı o kadar normal karşılar ki burada anlarız: insanlık yok olmuş, korkmak, endişe duymak, acı, merhamet yok olmuştur.


Andreas ‘’üniformalı düzen sağlayıcılarının‘’ aracında, kendine gelirken ona yardım edenlerle sıcak ilişki kurmaya çalışır; yaptığı şeyden dolayı özür diler. Fakat bunlar sağır, dilsiz, sadece işine programlanmış, etten kemikten kişilerdir. Kesilen parmak, olduğu gibi yerine dikilmiştir; yaratıldığı gibi mükemmeldir. Acaba insan Tanrılaştı mı? Öyleyse o artık insan değildir. Tanrı olması mümkün değilse ne oldu? Bana göre, günümüzde de insan Tanrılaşmaya çalışır; ama sadece, insan olmaktan uzaklaşmaktadır. Her şeyi bilmeye, her şeyi görmeye, ölümsüz olmaya çalışan insan, gün gelmiş eski haline savaş açmıştır. Onu eski, geri, kötü, ilkel olarak görmüş ve ondan kopmaya çalışmıştır. Başarmıştır da. Evet, insan ''eski'' halinden kopmuştur. Peki bu bir zafer midir?

Bizlere hep şu söylendi: ‘’insanı hayvandan ayıran şey, sahip olduğu aklıdır’'. Kendimizi ilahlaştırıp ve biyolojik olarak çok da farklı olmadığımız hayvanların, kendimiz için var olduğunu düşünerek; çoğu zaman eziyet ederek, kendi çıkarımız için yok ettik, yedik, öldürdük veya yaşam alanı bırakmadık. Diğer canlılara göre aklımızı daha fazla kullanabiliyor olmamız bizi dünyanın tek sahibi yaptı.

Zamanla, duygularını yitiren insan körelmeye başlamıştır. Çünkü biliyoruz ki var etmenin, üretmenin temeli hayal etmektir; duyguları harekete geçirebilmektir. Bunu sanat eserlerinde daha çıplak görebiliyoruz; misal, eski şiirlerin, sanat eserlerinin derin anlamlarını, derin duygularını şimdi yapılan hangi sanatta bulabiliriz? Evet, insanlık ilerlemeye çalıştıkça dibe vurmuştur; aklın esiri olup özünü kaybetmiştir.


Bu anlamda film, bize bunu sorgulatır. Bir metro istasyonunda, sanki annemizin karnında görmüş gibi o kadar hızla baş etmeyi kim öğretti? Tek bir kılıf olmayı, aynı konuşmayı, yediklerimizin tadını kim öğretti? İnsan, kendine bambaşka bir dünya kurmuştur ve ilerlediğini sanır ama insanlıktan çıkmıştır; o artık başka bir şeydir.

Gelgelelim Andreas‘e... Kendine, özüne yabancılaşmış, bu dünyaya ayak uyduramayan, sorun çıkaran adamımız, bunlarla baş edemez; kaçmaya çalışır fakat kaçamaz. Biz nasıl bazen sarsılıp gerçeği gördüğümüzde mecbur olduğumuz o işi bırakamıyor, anlamsız yaşantımızda bize şart koşulmuş meşgalelerden kaçamıyorsak; o da kaçamadı. Onu getiren otobüsün arkasında koşarak ona yetişmeye çalıştı, ama ileride ne öyle bir otobüs ne de bir yol vardı.

Andreas için bu anlamsızlıktan kurtulmanın tek yolu ölümdür. Çalışmaya ve geri kalan zamanını anlamız sohbetlere ayırmaya mahkum bırakılmıştır. Çevresinde huzura dair hiçbir şey yoktur. Tıpkı bizler gibi... Düşünün ki kaç kişi sevdiği işi yapıyor ya da yaptığı işi biliyor. İş dışında geri kalan tüm zamanımızı, verilen parayı harcamakla geçiyoruz. O mobilyanın kahve tonlu olması, on santim daha yüksekte, kenarlarının deri olmaması ve eve katacağı hava, duvar renginin bunlara uyumu gerekli mi gerçekten? Yani anlayacağınız, hayatımız tüketmekle geçiyor, ‘’tükenene kadar tüketeceksin‘’ kaçışın yok. ‘’Bak ne güzel işin var, iyi giyimlisin, mutlu olmalısın, düşünme çalış ve tüket…"



Andreas, umutsuz hayatında bir ışık görür. Bodrum katından gelen müzik sesidir bu ve peşine düşer. Uyumsuz adamımızın yine bir başkaldırışıdır bu. Duvar deliğinden gelen müziğe yönelir. Bu, onun asıl doğasıdır aslında ve oraya gitmek ister, tüm gücüyle çabalar ama başaramaz. Orası anne rahmidir, gerçek doğasıdır; bozulmamışlığın, asıllığın yeridir. Duvarı kırıp alabildiği bir parça kek, Andreas’in hatırlamasıdır aslında; olması gerekeni, burada fark eder. Fakat oraya tekrar gitmesi de imkansızdır. Çocuk sesleri, kuş cıvıltıları, taptaze sebzelerle bir mutfak, masada sıcacık mis kokan bir kek... Andreas büyülenmiştir, tüm düşünceleri orada şekilleniverir.



Kadın yok olmuştur artık, sistem kadını yok etmiştir. Normalde, duygu dolu olması gereken kadın erkekleştirilmiştir. Aşk kavramının bir erkek için bir şey ifade etmemesi normal karşılanır, fakat bir kadının bu duyguya yabancılaşmasını görüyoruz burada. Eğer kadını erkekleştirirseniz onu yok ederseniz. Filmde Andreas’i en çok kadınlar şaşırtır. O, bu duygusuz yaşamdan bir kadına sığınarak kurtulmaya çalışır; fakat karşısına çıkan tüm kadınlar onu anlayamayacak kadar benliğinden, özünden kopmuştur. İzlerken bir şeyler dank eder bu filmde. Gerçek hayatta yok olan kadını, burada çıplak olarak görüyoruz.


Tüm bu anlamsızlıklardan kurtulmak çok mu zordur? İyice dibe battık da çıkamaz durumda mıyız? Bu anlamda karamsardır bu film. Nitekim ölmeyi bile beceremez uyumsuz adamımız. Burası onun için bir hapishaneden farksızdır. Burası onun cehennemidir.


Bu kurulu düzene ayak uyduramayan uyumsuz adamımız toplumda istenmez artık. Tıpkı panoptikon gibi toplumun dışına itilir. O bir cüzamlı veya bir vebalı gibidir.

Öyle geldiği gibi güzellikle, sevecenlikle değildir gitmesi. Eğer böyle olmazsan, ayak uydurmazsan gideceğin yer ya akıl hastanesidir ya da hapishane. Nitekim kahramanımız Andreas de geldiği otobüsün bagajında bizim göremediğimiz bir yere atılır.

89 görüntüleme1 yorum

İlgili Yazılar

Hepsini Gör

1 commentaire

Noté 0 étoile sur 5.
Pas encore de note

Ajouter une note
Invité
22 nov. 2023

Çok anlamlı hayatın ta kendisini okudum sanki

J'aime
bottom of page