top of page
Yazarın fotoğrafıGurur Sönmez

Film gibi, dizi gibi bir belgesel: The Last Dance / Michael Jordan

Güncelleme tarihi: 18 Eyl 2022

The Last Dance aşağıdaki alıntıdaki gibi bir dizi/belgesel

"ESPN'nin 10 bölümlük belgesel dizisi The Last Dance'in hem inanılmaz izlenebilir hem de vasat olduğunu söyleyebilirim. (Editör ve belgeselci Robert Greene'in Twitter'da söylediği gibi, 'Yılın en iyi dizisi/yılın en kötü belgeseli.'"

The Last Dance, NBA kültürünü bilen birisi için bile yoğun, yorucu ve aşk-nefret ilişkisi ile bağlanabileceği bir seri belgesel. 10 bölüm yani 10 saate yakın bir belgeselden bahsediyoruz. Bölüntüler birbiriyle bağlantılı olduğundan, rastgele bir bölümünü açıp izlemeye kalkışmanın anlamı sadece NBA kültürüne sahipseniz olur.


Eğer NBA kültürünü bilmiyorsanız film tam bir cehenneme dönebilir... AMA! Gerçekten belgeselin anlattığı şey sadece spor, NBA, basketbol üzerine değil. Bunlar temalar. Belgesel, yetenekli ve hırslı bir sporcunun süper ünlü, milyoner olma yolculuğunu gösterirken bu arada başına gelen engeller, kişisel ilişkiler, duygusal durumları da yoğun bir şekilde gösteriyor.

1986’da profesyonel görüntülerle başlayan belgesel, daha öncesinde Michael Jordan’ın kişisel albümü ve aile üyelerinin anlatışı üzerinden belgeleniyor. Neredeyse film kalitesinde görüntüleri ve olağanüstü ses kayıtlarını 90’lar döneminde kaydedebilmek, kaydını tutabilmek ve bugünlere kadar gelmesini sağlamak olağanüstü bir iş. 2022 yılında 20-25 sene önce Michael Jordan, soyunma odasında nasıl bir duygu içinde olduğunu izleyebilmek harika.

Michael Jordan'a belgesel içinde "karşı" tarafta olan kişilerin açıklamaları dinletilirken.

Belgeselde beni etkileyen en önemli şeyin, gerçekten yetenekli olunduğunda ve yeteneğinizin karşılığının olduğu bir ülkede doğmanın hayattaki başarı basamaklarını deparla atıyor olabileceğini görmek olduğunu söyleyebiliyorum. Mesala belgesel 10 saat ise, Michael Jordan’ın bir anda milyoner olması – tüm dünyada tanınıyor olması 30 dakika içinde özetlenebiliyor. Onun için ise en fazla 4-5 yıl gibi bir süreyi içeriyor (86’da profesyonel kariyerine başladığını ele alırsak).


O kadar hızlı bir şöhret ve para kazanmak ki, ne yapacağınızı anlayamıyorsunuz. Daha 20’li yaşların başında en önemli keyfin, bir otel odasında yalnız başına kalabilmek olduğunu Michael Jordan üzerinden görebiliyoruz. Yani görebiliyorsak yine de yalnız değil, odada bir veya birkaç kişi var video için. Asla tek başına olmak gibi bir durum söz konusu değil. Dışarıda dolaşmak imkânsız. Maça giderken, maçtan çıkarken sürekli hayran seli, basın ordusu. Paranız var ama nereye, neye harcayacaksınız? Hem sürekli bir “iş” var ortada. Evet spor, eğlence; ancak bu bir iş ve 7/24 sürüyor.


Sabah erken kalkmak, antrenmanlar, maç, basın toplantısı, soğuma, eve dönüş. Bir sonraki maça hazırlanma? Yazın? Eh, bir süre sonra olimpiyatlar macerası başlıyor.



Jordan, bu başarısı için sadece yeteneğini değil, çocukluktan beri abilerine karşı oluşturduğu “mücadele”, “kişisel algılama” duygusal motivasyonunu kullanıyor. Hatta internette dalga geçmek adına “Everytime Michael Jordan "Took It Personal” (Jordan her olayı kişisel algıladığında) videoları/memeleri dolaşıyor. İlk başta güçlü-deneyimli abilerin ve babasının organik olarak oluşturduğu hırs, ilerleyen yıllarda delüzyona dönüşüyor. Bunu kendisi de ifade ediyor. Bir maçta ona laf edilmemesine rağmen kendini, laf atıldığına ikna edip/kandırıp, yarattığı suni hırsını doping olarak kullanıyor. Doping ve sporcu ilişkisinin sadece kanda ortaya çıkan kimyasallarla değil, duygusal mentalite ile yapılacağını gösteriyor belgesel. “Trash talking” denilen, sporcuların birbirine laf atması, motivasyonunu düşürücü hakaretler etmesi 90’lı yıllarda ve 2000’li yıllarda hakemler tarafından izin verilen bir kural ihlaliydi. Adam adama temas sırasında ortaya çıkan fiziksel itişme ve kakışma da buna dahil. Bu yıllarda NBA’de oynayan sporcunun, sadece basketbol yeteneği, fiziksel kapasitesinin yanı sıra tüm bu duygusal ve fiziksel çekişmelerin arasında kendine mukayyet olması veya tam tersi, centilmenliği kenara bırakıp; "Burası NBA... Burada mücadele var... Efendilik arayan Avrupa Ligi'ne gitsin" mottosuyla hareket etmesi gerekiyordu.


Burada, Ekşi Sözlük'te, İronik Sazan adlı kullanıcının şu entry’sini alıntılamak isterim:


"7. bölümde jordan ın hırs başarı ve karşılığında kötü insan olarak anılması üzerine yaptığı konuşmayı ne olursunuz ileride bir tedx zımbırtısında ya da iş yaşamında karşımıza yönetici olarak çıkan ama aslında bir oç olan, mj ile kendini bir kefeye koyanlardan dinlemeyelim!.. buradaki başarı ve sonucunda kendine yabancılaşma/yalnızlaşma hikayesi sporun hastalıklı kazanma ruhuna bağlı olarak cidden kan ter ve gözyaşına dayanıyor. sizinki gibi; sikko iş yaşamınızdaki ucuz satış hikayelerinize, gerçekte asla yaşanmamış/sahte başarı senaryolarınıza, iyi insanların hakkını emeğini sömürmenize dayanmıyor."


Belgeselin içeriğinin teknik ve yaşananlar doğrultusunda ilerleyişine bakalım:


Belgesel, iki zaman çizelgesi arasında gidip geliyor: Chicago Bulls'un 1997-98 sezonu - takımın altıncı NBA şampiyonluğunu kazandığı – ve o döneme olan çocukluktan başladığı yer.


NBA’in o zamanki yıllarına şahit olmuş hayranların ilgisini çekebilecek noktaların tekrarından ve Jordan'ın çeşitli oyuncular tarafından gerçekten maruz kaldığı veya kendisinin öyle algıladığı küçümsemeler, laf atışmaları, fiziksel çekişmeler hakkında sık sık anlatılan hikayelerden oluşuyor. Karakter olarak Jordan'ın bariz otoriter oluşu, diğer oyuncularla olan bu tutumun sonuçları çok sık gösteriliyor. Burada NBA’den anlamasanız ve olayı salt realite showu olarak görseniz bile “eh tamam” dedirtiyor.


Jordan’ın grip olmasına rağmen harikalar yarattığı meşhur maçın (The Flu Game) detayı ilk defa kamuoyuna açıklanıyor bu belgesel sayesinde. Aslında olay Jordan’ın, Denver’daki deplasman maçı öncesindeki gece karnının acıkması ve takımdan, yardımcılarıyla açık bir pizzacıdan söylediği pizzadan zehirlenmesi olayı olduğunu anlıyoruz. Aslında bir grip değil, bir gıda zehirlenmesi olayı. Bazı olaylar medyaya anlatıldığı kadarıyla kalıyormuş demek ki. Bu arada tabii ki zehirlenip, hasta halde maça çıkması The Flu Game’in tarihsel yanını gölgelemiyor.


Dizi ayrıca Jordan'ı küresel bir süperstar yapan hemen hemen her şeye değiniyor: Nike ile yaptığı anlaşma, Dream Team'de Magic Johnson ve Larry Bird'ün 92 Olimpiyatları'nda oynaması, beyzbolda kariyeri, NBA hayatında iki kez emekli oluşu, Space Jam günleri...


The Last Dance'in, salt basketbol, spor belgeseli olmamasını sağlayan dramatik unsurlar:

  • Jordan'ın kumar sorunu, kumar oynayışının medyadaki yansıması.

  • Belgeselde hayattaki en değer verdiği kişi olarak babasının gösterilmesi ve babasının esrarengiz ölümü ve bununla profesyonel kariyerini sürdürme çabası.

  • Her ne pahasına olursa olsun kazanma tavrı ve zorbalık noktasına kadar agresif zihniyetinin işlenişi.

  • Bireysel olarak ne kadar yetenekli ve başarılı olsa da takım olmadıkları sürece şampiyon olamaması ve bunu fark edip kibirinden ödün verme süreci; arkadaşlarına pas atması.

  • Olimpiyat içinde diğer yıldızlar arasındaki rekabetçi tavrı. ABD milli takımı neredeyse kendi içinde bir takım olarak mücadele ediyor.


Yukarıda da biraz değindim ama gerçekten hayatın anlamsız şekilde dengesiz olduğunu yüzünüze realistçe çarpıyor bu Netflix belgeseli. Coğrafya kaderdir deseniz bile en fazla refaha sahip olarak varsaydığımız bir ülkede; hasta, engelli, parasız, evsiz, kariyersiz olup bunun acısını ömrünüzün sonuna kadar çekmekle “kaderlenmiş” olabilirsiniz. Ancak birisinin, bir zamanda şöhret, başarı, sevgi, nefreti, saygıyı bu kadar kısa zamanda kazanıp, uzun yıllar bunu sürdürmesine hiçbir kapital motto slogan üretemez. “Çok çalış, çabala, hep yenil, yeniden yenil, çamura bat, çık ama ayağa kalk saldır, pes etme” vesaire vesaire. Bu sloganların karşılığı, kişinin toplumun önem verdiği bazı arzuların giderilmesinde ne kadar önemi olduğu sürece vardır.

Takım sporları etrafında gerçekleşen taraftarlık da arzulardan birisi. Artık cephe savaşları olmadığı için büyük kazanış-kaybediş duygusallığını, ölüm-kalım heyecanını simüle eden savaş yerleri stadyumlar ve savaşan sporcuların birbirleriyle olan mücadelerinden oluşuyor. -Birkaç önemli milli müsabaka olayını hariç tutarsak- Hayatım boyunca takım, taraf tut(a)madım, anlamsız buldum. Bu yüzden müsabakalardan zevk almadım. Taraftarlık ve dahası holiganlığın, muhakkak insan beynindeki kimyasallarla, duygularıyla alakalı açıklanacak bir tarafı vardır. Ancak NBA benim için bunun ötesinde, müthiş derecede estetik hareketlerin yer aldığı ve showun diğer spor dallarına göre kat ve kat daha fazla yaşandığı bir organizasyon olmuştur. Şu an takip etmesem de eskiden böyleydi. Michael Jordan zamanında birebir mücadele ve itişme-kakışma, küfür, hakarete izin verilmesinin belgeseli daha da epikleştirici yönünün köpürtülmesine neden oluyor. Aslında belgeselin değil komple NBA organizasyonunun yapmak istediği, yaptığı şey buydu.


Belgesel, uzun bir dizi-film gibi. Yani film gibi dramatik öğelerin yer aldığı belgesel ama uzun ve bölünmüş olanından diyebiliriz. NBA ile ilgili bir gram bile alakanız yoksa izlemenizi tercih etmem. Çünkü NBA oyuncuları, koçları, sahipleri, takımları başlı başına ön hikayeye sahip. Belgesel bazen bunları detaylıca işliyor ama NBA kültürüne uzak birisine bu detaylar çok sıkıcı gelebilir.

663 görüntüleme0 yorum

İlgili Yazılar

Hepsini Gör

Comments

Rated 0 out of 5 stars.
No ratings yet

Add a rating
bottom of page