top of page
Yazarın fotoğrafıGurur Sönmez

Fantastik filmlerin taçsız kralı: Yılmaz Atadeniz ile mülakat (2016)

Güncelleme tarihi: 30 Oca

2016 yılında, yüksek lisans tezimin araştırma konusu hakkında kendisiyle mülakat yapmak için yanına gitmiştim. Maksadım, Yeşilçam döneminde ve dijital dönemde film yapmış yönetmen, görüntü yönetmenlerinin, iki nesil arasındaki dönüşümün teknik analizini yapmak ve ileriye doğru film teknolojilerinin projeksiyonunu ortaya koymaktı.




Kendisiyle dernekte buluştuğumda, sadece mülakata değil; bütün bir Yeşilçam külliyatına bakışta bulunacağımızı anladım. Kendisi, film dünyasına tutkuyla bağlıydı. Geçtiğimiz Aralık ayında (2023) vefat ettiğinde 91 yaşındaymış. Buluştuğumuzda 84 yaşında olmalı. Bu yaşına rağmen o tutkuyla bir uzun metraj çekebilecek haldeydi. Evde dinlenmek veya yaşıtları gibi kendi hastalıklarıyla meşgul olmak yerine derneğe sıklıkla gelip, bizim gibi gençlere sabırla yardımcı olması gerçekten takdir edilesi ve kıskanılası. Umarım hayatımın sonlarında aynı tutkuya ve sağlığa sahip olabilirim.


2016’da kendisiyle yaptığım mülakattan:

Eskiden Yılmaz GÜNEY olsun, İzzet GÜNAY olsun, Cüneyt ARKIN olsun veya Ekrem BORA olsun… Bunların hiçbiri kendi sesiyle kendilerini seslendirmemişlerdir. Şehir tiyatrosu aktörleri gelir, seslendirir. Bunları seslendirmek için de ekseriyetle Abdurrahman PALAY, Esen ve Hayri Beyler gelirdi şehir tiyatrosundan. Sami AYANOĞLU veya Agah HÜNLER bizim sessiz çektiğimiz o filmlere kendi sesleriyle can verdiler. Şehir tiyatrosunda bulunan aktörlerin, bizim o siyah beyaz filmlerimize seslendirerek hayat vermeleri inanılmaz bir güzellikte ve muhteşem bir olaydır. En basiti, Ferdi TAYFUR denen adam, o orijinal filmler Laurel-Hardy‟yi ve Arşak Palabıyıkyan‟ı seslendirerek rekorlar kırmıştır. Ferdi TAYFUR, aynı zamanda üç kişiyi birden konuşuyordu, aynı anda. İnanılmaz bir beceri gösteriyorlardı. Amerikalılar, Türkiye’de oynayan Laurel-Hardy filmlerinin, dünyanın her yerinde oynadıkları halde Türkiye’de çok büyük iş yapma nedenini merak etmişler. Türkiye’ye, İstanbul’a geldiler.


O filmleri seyredip halkın tepkisini ölçtükleri zaman, neden Türkiye’de çok tutulduğunu anladılar. Sebep, Ferdi TAYFUR denen kişinin çok mükemmel şekilde taklitlerle Laurel Hardyleri canlandırıyor olmasıydı. Halk bunları çok seviyordu. Yani parça bozulduğu zaman o Yorgo İLYADİS dediğimiz ağabeyimiz, kardeşimiz müthiş bir beceri gösterir ve plağı geri alır, o parçayı tekrar seslendirir ve bunları birbirine eklediğiniz zaman müthiş bir becerinin eseri olduğunu görürsünüz. Ama Türkiye’de biz maalesef o yüz yirmilik kutular var ya, onlardan otuz beş kutu ile iki bin sekiz yüz metrelik bir filmi hazırlayıp sinemada gösterimine hazırlıyorduk. Sebep ne, sebep de şu; o devirde maalesef Türkiye’nin dövizi yoktu ve biz ticaret bakanına gidip “Bakanım, bizim ham filmimiz yok. Ham film getirir misiniz?” dediğimiz zaman o ticaret bakanı “Çocuklar, lütfen benim yerimde olun. Devletin dövizi yok. Ben sinema filmi mi getireyim yoksa benim yerime geçip röntgen filmi mi getireyim.” Diyordu.


Tabii ki sağlık sorunu girince biz otomatikman o elimizdeki imkanlarla film çekmeye uğraşıyorduk. O yüzden o imkansızlıklarla oluşmuş Yeşilçam Sineması inanılmaz bir şeydir ve şimdiki sinemacıların kıymetini bilmesi gerekir.


Analog dönemde çalışırken bir çekim işleminin yayına/perdeye girme

sürecini anlatır mısınız?


Filmler çekilir, filmler çekildikten sonra laborant dediğimiz kişi gelir; orada çekilen negatif, banyoya elde sokulurdu. şimdi bu (Kilink İstanbul’da film setinden bir fotoğraf) stüdyo içerisinde çekilmiştir. Burada tamburun üstüne bağlı hanımı görüyorsunuz. O tambur, çekilen yıkanmış negatifin kuruması için dönecek malzemedir. Raptiye ile ona tutturulur ve bu dönerek o filmin kurumasını sağlar. Kuruduktan sonra üstünde su lekeleri olduğu için ispirtolu bir güderi ile o su lekeleri alınır. Ondan sonra o kurumuş negatif iş kopyası olarak basılır, pozitife basılır. Negatif, depoya kaldırılır. Negatif, o çekilen filmin en kıymetli maddesidir ve o çalışma kopyası iş kopyası haline gelip çalışmaya başlandığı zaman senaryodaki çekimlere göre klaketler verilerek bunların montajda kolayca bağlanması, senaryoya göre bağlanmasına da kurgu diyoruz. Kurgulandığını düşünün, kurgulandıktan sonra gerekli revizyonlar yapılır ve filmi seslendirmeye, o zaman sessiz filmler çekiliyor ses bandı yok elimizde, dublaja gider. Film parçalanır yani; bir filmi en az 150-200 parçaya böleriz ve bunların hepsini oradaki oyunculara göre tiyatrocular gelir seslendirir. Seslendirme kısmı bittikten sonra filmleri, o parça parça filmlerin, senkronu yani eşleşmesi yapılır. Ses ile resmin senkron olarak oturması sağlanır ve o devirde ses mühendisleri aynı anda filmi çekerken, dublaja girmişken, sesli çekilmediği için hem efekt sesleri aynı anda hem konuşmacılar aynı anda hem silah varsa silah sesleri aynı anda bunlara monte edilir.


Daha ileriki tekniklerde bu müzik ve efektler ayrı ayrı bantlara işlenecek sonra mix edilecektir. Bu müthiş bir kolaylık sağlıyordu. Yani bir filmi seslendirirken o resimde görülen dört kişiye o mikrofonun yanında o seslendirmeyi senkron olarak yaparlar ve aynı anda da müzik verilir. Daha ileriki günlerde, Şimdi SP ve yahut yaptığımız dijital sistemde çok kolaylık sağlanmıştır. Yani bir aktör yalnız, konuşan kişi o aktörü seslendirir film boyunca sonra hepsi birbirlerine mix edilir. Bütün bu becerileri düşündüğünüz zaman o siyah beyaz filmlerin nasıl meydana geldiğine hayretler içerisinde kalırsınız. En basiti jenerik yazıları siyah kartonlara beyaz yazılar olarak yazılır, negatife çekilir ve onlar, yazılar süperpaso resmin üstüne koyulur. Süperpaso dediğimiz, o resmin üstüne yazıların çıkmasıdır. Daha sonra Özdemir ÖĞÜT, bunların jenerik olarak, çok güzel bir kamera vardı Debri dediğimiz Fransız yapımı bir Debri makinede filmi geri alarak bunların geçme geçme olmasını sağladı. Şimdiden Özdemir Öğüt yani VİPSAŞ‟ın şu an sahibi olan arkadaşımız bu becerileri göstermiş kişidir.



Yani kısacası film seslendirmeden çıktıktan sonra, senkronlar bittikten sonra sinemada oynayacak revizyona sahip olur. Resimlerin, seslerin üste düşmesi veya gerekli montaj fazlalıklarının atılması sinemada oynayacak hale getirir. Bitirdikten sonra negatif montaja geçilir. Hani o yıkayıp depoya kaldırdığımız negatifler tek tek stopları ve klaketlerinden kesilir, rafa kağıtların içerisinde her metrede üç tane fit olur, fit yazısıyla halledilir ve negatif montajı yapıldıktan sonra negatif ses de vardır ve bunlar eşlenerek matbaaya iner pozitif kopya basılması sayesinde sinemada seyredeceğimiz kopya meydana gelir. Bütün bunları geçeceğiz, dijitale geldiğimiz zaman çok basit. Bir filmin kurgusu bittiği zaman dijitalde ve bunun negatife transferi olduğu zaman o filmin montajı kadar negatif harcanır ama çekimlerde biliyorsunuz on bin metre beş bin metre film çekilir. O kısıtlı bütçelerle yani otuz beş kutu ile, Lütfi abi bile yüz elli kutu bulduğu zaman yüz yirmilik bayram yapıyordu. Çünkü tekrar çekemiyorduk.


Yaptığımız yanlışları tekrar çekerek düzeltme imkânımız yoktu. Ama dijitale geçtiğimiz zaman inanılmaz bir bolluktaydık. İstediğin kadar filmi çekiyorsun yani iki yüz kutuluk malzemeyi çekiyorsun sonra kurguya giriyorsun. Türlü türlü fazla çekilmiş planların var ve bu kısıtlı devrelerde o bahsettiğiniz siyah beyaz filmleri çekildi ve orada film en son kutuya kalmışız, bir yüz yirmilik var. Final sahnesi çekeceğiz. “Çocuklar bakın, provayı yaptık. Bozmadan bitirin.” Derdik ve oyuncular büyük bir hassasiyet ve samimiyet ile o yüz yirmi metre ile finali çektiğimiz zaman hepimiz rahat ederdik. Yani o siyah beyaz filmlerin kalitesini şimdiki rahatlıkta bulmak çok zor.


87 görüntüleme0 yorum

İlgili Yazılar

Hepsini Gör

Comments

Rated 0 out of 5 stars.
No ratings yet

Add a rating
bottom of page