top of page
Yazarın fotoğrafıHümeyra Fidan

Endless Poetry (Poesía sin fin) - Alejandro Jodorowsky

“Bana hiçbir şey vermeyerek, bana her şeyi verdin,

Beni sevmeyerek, bana sevginin mutlak bir gereklilik olduğunu öğrettin,

ve Tanrıyı inkâr ederek, bana hayatın değerini öğrettin…”



Alejandro Jodorowsky’nin bu filmini anlamaya ve anlatmaya çalışırken, kendimi 1972 yapımı ‘The Ruling Class’ filminden bir alıntıyı düşünürken buldum: “Kendimin dışında duruyorum, kendimi izliyorum. Gülümsüyorum, gülümsüyorum, gülümsüyorum…”


Sinema şamanı Alejandro Jodorowsky, 80’lerinde bir afyon rüyası kadar çılgın ve keyifli otobiyografik film üçlemesiyle müthiş bir dalga yarattı. Böylesi anarşik bir öz farkındalığa sahip birisi olan Jodorowksy’nin kendinden şüphe etmiş olabileceğini hayal etmek zor. Ancak bastırılamaz ve ezber bozan sinematik imgelerin yaratıcısı (El Topo, Holy Mountain), kendi terapisi ‘Psychomagic’in kurucusu ve düzinelerce çizgi roman ve kitabın yazarı, annesinin pasifliğiyle harmanlarmış baba şiddetinin altında sinerek büyüdü. Bu travmatik çocukluk, Jodorowsky’nin sinemaya verdiği uzun bir aradan sonra 2013’te bi’nevi geri dönüş filmi olan ‘The Dance of Reality (La Danza De La Realidad)’ nin konusu oldu. Endless Poetry (Poesía sin fin) ise, önceki filme kaldığı yerden devam ediyor ve bu kez Jodorowsky ailesi, Şili’nin kuzeyindeki Tocopilla maden kasabasından Santiago’ya doğru yola çıkıyor.


Bu filmde kabaca anlatmak gerekirse, otoriter babasından kaçıp şair olarak gerçek çağrısını benimseyen genç yetişkin Alejandro Jodorowsky’nin hikayesini görüyoruz. Evet, tabi, hikâyenin özü böyle okuyunca basit dursa da filmin içine daldığımızda, Jodorowsky’nin ürettiği her şey gibi, yoğun gerçeküstü imgelerin, görsel metaforların ve şiirselliğin ustaca kullanıldığı çılgın bir sirkte buluyoruz kendimizi yine ve bu filmle izleyici olarak Jodorowsky’nin hissettiği yaşam sevincini hissediyoruz. Film; renkli karakterler, kostümler ve setlerle dolu. Jodorowsky çocukluk anılarını, gerçek Santiago sokaklarını, her şeyin eskiden nasıl olduğunu gösteren devasa sepya baskı fotoğraflarıyla giydirerek yeniden yaratıyor. Bana kalırsa bu, filmdeki fantastik ve gerçeküstü unsurları garip bir şekilde yumuşatmaya yardımcı olan çok yerinde bir detay.


Büyük şehirde, Alejandro’nun evde yaşadığı vahşet ve karmaşa sokaklarda yankılanıyor. Depremler onu dehşete düşürüyor. Ancak genç Alejandro, saldırgan bir şekilde erkeksi olan babası Jaime’nin (Jodorowsky’nin en büyük oğlu Brontis Jodorowksy tarafından canlandırılmaktadır) ve annesi Sara’nın (Pamela Flores) büyük üzüntüsüne rağmen şair olmaya karar veriyor. Bu nedenle genç Alejandro, büyükannesinin evindeki çok sevdiği bir ağacı sembolik olarak keserek ve şehirdeki bir sanatçı kolektifine kaçarak isyan ediyor. Babasının tüm şairlerin “maricón” (en kaba tabiriyle ibne) olduğu konusundaki ısrarı tarafından rahatsız edilen Alejandro, kendini keşfetme yolundaki ilk adımı olarak eşcinsel bir öpücük paylaşmaya karar veriyor. Öpücüğün kendisine hiçbir şey yapmadığını anladığında, Alejandro bir adam oluyor ve genç Herskovits, rolde yetişkin Adan ile değiştiriliyor ve tüm güvensizlikler eriyerek yeni bir özgüven ortaya çıkıyor.

Bu güzellik parıltısı Alejandro’ya ilk benlik duygusunu veriyor ve bunun ardından yazmaya başlıyor. Şiir, vizyonunu ve daha sonra eylemlerini şekillendiriyor. Ailesinden ayrılarak evinin yalnızca birkaç dakika uzaklığında başka bir dünya buluyor. Karanlık ve ışık, film içerisinde Jodorowksy’nin bir sanatçı olarak hayatı boyunca karşı karşıya gelen iki kavram oluyor. -tıpkı gerçek hayatı gibi-


Adan’ın Alejandro’su saf coşku ve tutkuyu temsil ediyor. İçki içip eğlenmediği zamanlarda sanatı yaşıyor ve soluyor. Gerçek bir Freudyen seçim olarak, Pamela Flores tarafından canlandırılan şair arkadaşı Stella Díaz Varín ile tutkulu bir ilişkiye başlıyor. Şair arkadaşı Enrique Lihn (Leandro Taub) ile arkadaş oluyor ve ikisi birlikte kendi gerçeküstü şiir evrenlerini yaratıyorlar. Yine de Alejandro, tam zamanlı bir kariyer sanatçısı olmanın bu şekilde neredeyse imkânsız olduğunu bilmekle, ailesinin ondan istediği hayata geri dönme hayalinden vazgeçmeyi reddetmek arasında hala çatışma yaşıyor.

1940'larda Şili şairlerle doluydu. Pablo Neruda baskın, ataerkil bir varlıktı ve Gabriela Mistral yakın zamanda Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazanmıştı. Alejandro, Enrique Lihn ve Nicanor Parra ile arkadaş olarak ve Stella Díaz Varín ile bir ilişkiye başlayarak bohem dünyasına sorunsuz bir şekilde giriyor. Tüm sahneler tam olarak orijinal yerlerinde çekiliyor. Jodorowsky, sadece o zamanın figürlerini bir araya getirmekle kalmıyor (Cereceda kız kardeşlerin sahip olduğu aynı evde yaşayan sanatçılar Alberto Rubio, Gustavo Becerra ve Hugo Marín'i sunuyor), aynı zamanda şu anki arkadaşlarını ve işbirlikçilerini de işe alıyor. Suriyeli şair Adonis, film yapımcısı Andrés Racz'ı canlandırıyor. Çağdaş dansçı Carolyn Carlson, Alejandro'yu tarotla tanıştıran yazar ve sanatçı María Lefevre'yi canlandırıyor.
            Bu kararlar başlı başına şiirsel bir eylem bana kalırsa. Hikayesini yeniden ele alıp anlatırken Jodorowsky, metaforu gerçeğe, sembolizmi de eti kemiğe büründürüyor. “Gerçekte kendimi anlatmıyorum” diyor Jodorowsky, “Sanat yaratımını gerçek hayatla harmanlıyorum.” Bu dürtü, derin acının ve bilinçaltı blokajlarının rüyalar, tiyatro ve performans yoluyla çözüldüğü Psychomagic’in de temelini oluşturuyor. “Mantıkla çalışmıyorum,” diye devam ediyor, “ama duygusallıkla, izleyiciye yüce hissetme kapasitesini göstermek için devreye benim ve ailemin terapisinin kamusal bir gösterimini sunuyorum. O noktada da bu gerçek oluyor, film değil.”

Endless Poetry bir büyüme filmi. Sadece ekrandaki 20 yaşındaki Alejandro için değil, aynı zamanda geleceğin bir hayaleti olarak ara sıra görünen 88 yaşındaki –şu anda 95 yaşında, Allah uzun ömür versin- Alejandro için de. Alejandro, bugünkü benliğini dahil ederek hem kendi geçmişini terapötik olarak inceleyip üzerinde düşünebiliyor hem de genç benliği karşısında rahatlatıcı ve yol gösterici bir ses olarak hareket edebiliyor.



Filmin gerçek doruk noktası, Şili'den Fransa'ya taşınmak üzere olan Alejandro'nun babası Jaime ile karşılaştığı son sahnedir. Hayal kırıklıkları, Alejandro'nun babasını döverek bağımsızlığını tam anlamıyla iddia etmesiyle yumruklu bir kavgaya dönüşür, tıpkı babasının onu dövdüğü gibi. Sahne daha sonra yaşlı Alejandro tarafından yeniden yazmaya çalışırken durdurulur ve genç halinden yumruğunu bir okşamaya çevirmesini ister, bu sadece babasını hayatta gördüğü son sefer olacağını yansıtmakla kalmaz, aynı zamanda babasının tüm kusurlarına rağmen sadece elinden gelenin en iyisini yapmaya çalıştığını da kabul ettiğini gösterir. Yaşlı Jodorowsky'nin orada durup sahnede hem babasını hem de kendisini temsil eden iki oğlunu kucakladığını görmek hem acı hem de çok güçlüdür.


Filmi gerçekten parlatan şey, bu empati ve öz-yansıma düzeyidir. Endless Poetry, Jodorowsky'nin varlığının saf bir örneğidir; bu filmdeki her şey kesinlikle kendisinin bir uzantısı ve kendisine bir ders olarak hizmet eder. Babasının şiddeti ve aşırı erkekliği aracılığıyla, absürtlüğü, korkuya gülmeyi öğrenir. Sevdiği sanatçı arkadaşlarının kusurları ve kendini aşağılayıcı davranışları aracılığıyla, gerçek öz tanımının kendi sıkı çalışmanızdan ve tutkularınızdan geldiğini, kimsenin sizin için yapamayacağını öğrenir. Kendi hayal kırıklığı ve yön arzusu aracılığıyla, kabul etmenin önemini öğrenir -kendini kabul etmek ve hayatın sunabileceği her şeyi kabul etmek-. Kabulü vaaz etmek onun savaş çığlığı, evrenin boşluğuna cevabı olur. Bu, onun gerçeküstücülük markasını tanımlar ve onu başkalarının bakmadığı yerlerde güzellik ve anlam aramaya yöneltir.


Kendini kabul etme ve iç huzuruna yapılan bu vurgu, Jodorowsky'nin her zaman varoluş nedeni olmuştur, ancak daha önce hiç bu konuda bu kadar açık olmamıştı sanırım. Jodorowsky'yi esas olarak psikedelik Western'ler olan El Topo veya The Holy Mountain'ın arkasındaki beyin olarak tanıyanlar, bu son iki filminin sıcaklığı ve çekiciliği karşısında şaşırabilirler. Endless Poetry hala klasik Jodorowsky temaları ve ikonlarıyla- açık sembolizm, dini ikonografi, amputeler, cüceler, eşit fırsat çıplaklığı, maneviyat, mizah gibi – dolu olsa da bu sefer hikâye anlatımı sadece gerçekçi değil, aynı zamanda şaşırtıcı derecede kişisel.


Bu film hakkında birkaç sayfa daha konuşabilirim ancak burada bırakıyorum. “Zaman duygusuna sahip değilim.” diyor Jodorowsky bir röportajında ve ekliyor, “Paris'te neredeyse 100 hayat yaşadım. Bana göre, ölen çok sayıda Alejandro Jodorowsky var. Ve sonra yeniden doğdum. Her şey değişiyor. Sen, ben, evren. Her şey değişiyor. Yaşlı olmak diye bir şey yok. İçimde aynıyım. Yaşlanmamak için kendimi aynada görmüyorum."


Evet hareket ettiği hızla, hepimizden daha uzun yaşayacak.

-amin-





37 görüntüleme0 yorum

İlgili Yazılar

Hepsini Gör

Commentaires

Noté 0 étoile sur 5.
Pas encore de note

Ajouter une note
bottom of page