Duvara Karşı çok kompleks bir film. Filmi özel kılan en önemli unsurlardan biri, filmin gri tonda olması. Mutlak sonuçlar çıkarmadan, karakterlerin kendine has mücadelelerini gösteriyor. Döneminde (2004) başrollerinin gerçek hayattaki kimliklerine yakın olması, "Alamancılık" diğer önemli unsurlar. Karakterlerin, olayların, şehirlerin siyah ve beyaz kadar zıt yansıtılmaması, filmi gerçeğe yaklaştırıp samimi kılıyor.
Fatih Akın, Alamancılık ile ilgili tespitlerini filmin her yerine serpiştirirken; Sibel karakterinin, tutucu ailesinin baskısı ile özgür olmak arasındaki çatışmasını ve Cahit karakterinin varoluşçuluk, yalnızlık, aidiyetsizlik buhranıyla birleştiriyor. İki karakter de rehabilitasyon kliniğinde denk geldiklerinde win-win bir anlaşma içerisine giriyorlar.
Filmin, o zamana denk yapılan diğer Türk filmlerinden ayrı olmasındaki (ki Duvara Karşı resmi olarak Alman filmi) en büyük unsur, karakterlerinin ne çok iyi ve de ne çok kötü şekilde yanısıtılmış olması. Neyse o. Burada salt gerçekliğe yaklaşmanın filmi sıkabilme ihtimalini Akın, dinamik kurgu ve sahne geçişleriyle geçiştirmiş. Bazı sahneler, kullanılan müziklerin üzerinde o kadar klip havasında duruyor ki o kısmı alıp, müziğin resmi klibi olarak dağıtıma koyabilirsiniz.
Cahit karakterinin, filmin başında hayatını sonlandırmak istemesini düşünecek olursak bu karakterin ya da bu karakterin yansıttığı gerçeğin bir insanın kendi kendine, diğer şartlar ve durumlardan daha fazla zarar verecek potansiyelinin olduğunu söyleyebiliriz. Vücudumuz, her türlü hayatta kalma güdüsüne göre şekillenmiş /evrimleşmiş. Buna rağmen ilk sahne, Cahit'in kasti olarak arabayı duvara çarpmasıyla başlıyor. Fatih Akın, bu sahneyle Cahit'in hayatının tamamen yaşanılmaz halde olduğunu ekonomik bir şekilde anlatıyor.
Sibel karakteri için durum farklı. O, Cahit'in aksine yaşamdan zevk alıyor ve motivasyonsuzluk içinde değil. Tam aksine, zevklerinin ve arzularının, ailesi tarafından engellenmesine karşı kendisine zarar veriyor. Hayatta kalmak için, hayatını sonlandıracak eylemler yapacak kadar yaşama sevdalısı.
Film boyunca "Türk-Alman, Alamancı" temalarına uygun sahneler, anektodlar, olaylar, durumlar var tabii. Fatih Akın da "Alamancı" olduğu için bu sahneler oldukça samimi ve renkli.
Ancak filmin odaklandığı ana hikaye, hayat dolu bir karakterin, hayattan zevk al(a)mayan bir karakterle ilk başta zorunluluktan, daha sonra da keyfi olarak birleşmesini göstererek karakterlerin bireysel çabalarını sunmak.
Bu birleşmeden en fazla Cahit olumlu yönde etkileniyor. Aşık oluyor, hayattan zevk almaya başlıyor. Küçük detayların keyifli olabileceğini görüyor; ancak Sibel, bastırmak zorunda olduğu arzularını rahatça yaşayabilmek için evlilik anahtarıyla dilediği arzu kapılarını bir bir açarken, Cahit'in hapise girmesiyle çok kısa sürede hayatının yine aynı kabusa döneceğini düşündüğünden kendine zarar veriyor. Öz kıyım demiyorum. Çünkü, bir-kaç kez yapılan bu eylem, bazı insanların kollarına faça atması gibi duyguları fiziksel acıyla bastırma eylemi haline gelmiş durumda.
Tabii asıl sorun ne? Asıl sorun, gazetenin, cinayet haberini verirken Sibel ve Cahit evliliğinin içinde yaşanan çok eşlilik ve buna bağlı kıskançlık haberini vermesi... Sanırım... Sanırım çünkü Almancam yok ve hatırladığım kadarıyla detaylı bir altyazı da yoktu. Kıskançlık cinayeti gibi bir şey hatırlıyorum. Yine sanıyorum orada bütün detaylar yazıyor ki baba, kızını tam anlamıyla siliyor. Fotoğraflarını yakıyor.
Şimdi burada kafamda bazı sorular oluştu. Film 2004 yapımı. Aşağıda alıntıladığım kaynakların yorumlandığı seneye göre yakın bir tarihte. O döneme ve o döneme kadarki Almanya'daki Türklerin analizlerine bakalım. "...Sarrazin gibi düşünenlerin 1960 ve 1970’lerde gelenlerde entegrasyon sorunu daha fazla olduğunu, 3. kuşaklarda bunun azaldığını, Almanca dilini konuşabildiklerini ve Alman toplumuyla daha fazla yakınlaşma sağladıklarını belirtmektedirler. Türklerin entegrasyon sorunu Türkiye’nin AB üyeliğini ve Türkiye’nin imajını etkilemektedir. Entegrasyonun sadece dil bilmek olmadığını Fransa’daki mağrip ve Afrika kökenli göçmenlerden farklı olarak, Almanya’da yaşayan Türklerin sistemle ve rejimle problemlerinin olmadığını bu konuda uyumlu yaşadıklarını ve entegrasyondan neyin anlaşılması gerektiği yönündeki sorumuza, meselenin dilin ötesinde kültürel olduğunu, dinin bu konuda etkili olduğunu Almanya’ya gelen İtalyan ve Uzakdoğululardan ziyade Türklerde ve Araplarda bu sorunların daha fazla yaşanmasının bundan kaynakladığı şeklinde cevaplar verilmektedir. Türklerin diğer İslam ülkelerinden gelen göçmenlere göre radikal eğilimlerinin olmadığına da dikkat çekilmektedir. 61 Bazıları ise her ülkede olduğu gibi Fransa’da da sosyal problemlerin olduğunu, medyanın bu olayları gereğinden çok yansıtması bu konudaki olumsuz algılamalara yol açtığını belirtmektedirler. 62 AB kamuoyunun Türkiye’nin imajıyla ilgili algılamalarda özellikle Almanya’da yaşayan Türk toplumunun önemli misyon üstlenmeleri gerektiği yönünde düşünceler vardır. Almanya’da vatandaş olmuş olanlar birlikte yaklaşık 3,2 milyon civarında Türk yaşamaktadır. Bunların önemli kısmı esnaf veya işçi statüsünde çalışırken az bir kısmı da işveren olarak çalışmaktadırlar. Diğer yabancılara oranla sayıca çoğunlukta olmalarına ve çok sayıda dernekleri olmasına rağmen aralarında işbirliği ve koordinasyon bulunmaması, Türkiye’yle ilgili konularda lobi faaliyetlerinde bulunmamaları, Türkiye’nin Avrupa’da olumsuz imajının silinmemesinde etken olduğu düşünülmektedir. 63 Bununla birlikte Almanya’da yaşayan Türklere olumlu bakanlar da bulunmaktadır. FDP uluslararası ilişkiler yetkilisi Helmut Metzner, her ne kadar Almanya’daki Türklerin geleneksel özelliklerini sürdürdüklerinden dolayı İstanbul’da yaşayanlardan farklı olsa da bunların Alman toplumuna yönelik zararlarının olmadığı, sistemle uyumlu oldukları, alman toplumuna karıştıkları, çeşitli alanlarda iş yaptıkları ve mesleklerini sürdürerek ekonomiye katkı sağladıkları, bu da entegrasyonu kolaylaştırdığını savunmaktadır."
Direkt alıntı: Dalar, M. , Ayhan, V. & Ataman, M. (2012). ALMANYA’DAKİ TÜRKİYE ALGISI: SAHA ARAŞTIRMASINA DAYALI BİR ANALİZ . Journal of Management and Economics Research , 10 (18) , 33-47
Tevfik Başer'in filmi olan 40m2 Almanya'sı aslında ilk kuşağın Almanya ile olan taşra-metropol-batı kültürü-anadolu kültürü çatışmasını anlatan ilk ve en iyi filmlerden biri olarak önem arz etmesi bakımından izlemenizi tavsiye ederim. 40m2 Almanya filminin geçtiği tarihinden (86) diğer filmin tarihine (2004) aynı kuşağın çok da değişmediğini görmüşken, 2. kuşağın ise yarı yarıya entegre olup kendi aralarında zıtlaşabildiğini, 2. kuşak olan Sibel ve abisi üzerinden görüyoruz. Sahi 3. nesil ne yapıyor, onların hikayeleri nasıl ilerliyor acaba?
Buradaki yorumda dikkatimi çeken, günümüzde de yurtdışından gelen ve ülkenin gündemi üzerine yorum yapan gurbetçi/alamancı/Türk-Almanların en büyük problemleri Türkiye'yi, Almanya standartlarında yaşayarak idealize etmeleri.
Burada kişisel bir anekdotumu anlatmak isterim. 2008'de İngiltere'de, haftalık 100-150 Pound'a çalışıp; biriktirdiğim paralarla İstanbul'a geldiğimde rahatça para harcamanın, İstanbul'un konforlu yerlerinde olmanın keyfini o zaman bile aldığımı hatırlıyorum.
Verna Von Eicken'in makalesi filmin sosyolojik boyuttaki en iyi ve ender incelemelerinden biri:
"...Duvara Karşı’nın İstanbul temsili, Türkiye'nin idealize edilmiş bir temsilinden büyük ölçüde kaçınıyor. Akın, Naficy tarafından analiz edilen "diaspora film yapımcılarının çalışmalarında sıklıkla efsanevi, ilkel bir vatan olarak işlenen "anavatan" tasvirini karmaşıklaştırdığını söylüyor. İstanbul'un görsel temsili, şehrin klişe görüntülerini bir doğu cenneti olarak göstermektedir..."...Bir grup müzisyen, İstanbul'un en büyük camisinin resimli kartpostal görüntüsünün önünde..."
Bu gözlemde Akın, oryantalist öğelerini filme ekleyerek, batı seyircisinin her zaman beklediği İstanbul tasvirine cevap vermiş oluyor aslında; ama Akın, İstanbul böyle kartpostaldaki gibi bir şehir değil diyerek İstanbul, Türkiye sahnelerinde şehrin kompleksliğini ortaya koyuyor.
İstanbul tasviri Sibel'in kişisel gelişimini gözler önüne seriyor. İstanbul, başlangıçta Sibel'in etnik anavatanıyla olan bağını, yalnızlık ve umutsuzluk duygularını gösteren bir anonimlik ve düşmanlık odağıdır. Filmin sonunda, Sibel'in güneşli ve dostane bir İstanbul'a bakan görüntüleri, Sibel'in hayatı üzerinde elde ettiği kontrolü görselleştirir. Sibel hem en karanlık saatlerini hem de en büyük mutluluğunu İstanbul'da yaşar. Aynı zamanda, Sibel'in kendini keşfetme süreci Hamburg'da başlar ve İstanbul'a taşınması kasıtlı değil, tesadüfidir. Her iki kahraman da nihayetinde Almanya yerine Türkiye'de yaşamayı seçse de, Duvara Karşı, göçün başarısızlığını ilan etmekten çok, hem Türk hem de Alman kültürlerinde büyüyen veya yaşayan insanların karşılaştığı zorlukları ve fırsatları tasvir ediyor. Batılı yaşam tarzını, tüm erdemleri ve tuzaklarıyla deneyimlemenin, karakterlerin kimliklerini nasıl şekillendirdiğini ve etnik anavatanlarına ilişkin algılarını nasıl etkilediğini gösteriyor. Cahit, birinci kuşak göçmen olarak doğduğu yerin romantik imajını korurken, Sibel'in Türkiye ile güçlü bağları yoktur. Sadece belirli bir gruba ait gelenekleri ve aile yapılarını bilir. Ailesinin Almanya'da uygulamaya devam ettiği Türkiye'deki zaman ve yer, anne babasının muhtemelen 1960'larda veya 1970'lerde terk ettiği Zonguldak şehri. Duvara Karşı, bu 1. nesil göçmen karakterleri aracılığıyla, on yıllardır Almanya'da yaşayan, ancak kültürel bütünlüklerini korumak için Alman toplumunun liberalleşmesini görmezden gelen Türk-Alman ailelerdeki arkaik aile yapılarının kalıcılığını sorunsallaştırıyor ve bu nedenle kadın kurtuluşu, Almanya'dakinden daha muhafazakar. Türkiye'de yaşayan birçok aile. Ailesinin baskıcı ataerkil bakış açısının Sibel'in Almanya'da yaşadığı kadın eşitliğiyle yüzleşmesi, babasına ve erkek kardeşine karşı isyanının temelini oluşturur.
Aslında yazıda akademik nicel olarak aradığım (aslında çok arasam bulabilirim belki ama bu yazıyı yayınlamayı aşırı zorlaştıracak) "yurtdışındaki, ilk göçmenlerin, Türkiye'deki aynı zamanda doğmuş yaşıtlarına göre daha muhafazakar olması durumu." Bu, bir derste, bir yerde, bir yerlerde duyduğum bir tespitti. 40m2 Almanya filmindeki olan aşırılıklar aslında bu güdünün örnek bir yansıması olabilir.
Filmin sonunda Sibel hem kendini bu aile baskısından kurtarmış hem de İstanbul'da yeni bir hayat kurarak aidiyet duygusu kazanmıştır. Bu nedenle, olumlu sonuyla Duvara Karşı, Alman-Türk topluluklarında kalıcı ataerkil yapılar sorununu inkar etmeden; Sibel karakterini yalnızca bir kurbandan ziyade kendi kendini yöneten bir kişi olarak tasvir eden kahramanının dokunaklı bir güçlenme hikayesidir.
"Güçlenme" ifadesini biraz iyimser olarak yorumlamaktayım. (Yalnız bu yazı, filmin eleştirisinden çok eleştirinin eleştirisi gibi oldu ama film gibi dağınık bir yazı işte hehe.)
Fatih Akın, bir röportajda filmin sonu için şöyle söylüyor:
(Sibel'in) Bir erkeği (kocası) var ve bir çocuğu var. Ama o bundan memnun değil. Bence değişmez olan şu: bütün karakterlerim arayış içinde... Daha iyi bir yaşam arayışı içinde. Ancak SOLINO dışında hepsi başarısız oluyor. Yoksa daha iyi bir yaşamı bulup bulmadığı her zaman açık kalır. Ve menşe ülkede kurtuluş ararlar. Ama kurtuluş bulamıyorlar.
Filmin belki de Türkiye'de çok fazla izlenmemesinin nedeni sanat filmlerinin örüntüleri içinde olan belirsizlik, gerçekliğe yaklaşmak gibi unsurların oluşu olabilir. Filmin çıktığı sıralarda 14 yaşındaydım ve film tabii ki malum olan bir konu hakkında ünlüydü ve büyüklerimizin, bunun hakkında konuşarak filme gitmek veya korsan CD'sini almak hakkında aklımda kalan konuşmaları var. 20'li yaşlarımın başında ilk izlediğimde ayrı, 30'lu yaşlarımın başındayken ayrı değerlendirmelerim oldu. Kitaplar için malum olan bu deneyim bazı filmler için de geçerli. Farklı yaşlarda izlemek, farklı algılamaları ortaya çıkarıyor ve yeni bir deneyim sunuyor. Duvara Karşı da bunu yapan filmlerden biri. Ancak Fatih Akın bu kadar olgun ve detaylı bir film yaparken daha sonraki filmlerinde -bir-kaç tanesi dışında - yarattığı sığ ve tekdüze filmlerine anlam veremiyorum.
Not: Bu yazının yazıldığı akşam şöyle bir Instagram hesabının paylaşımına denk geldim :)
Kaynaklar
1- Eicken, V. von. (n.d.). German-Turkish Identity in Fatih Akin’s Head-On: Transgressing Gender Boundaries, Redefining Home and Belonging. Diasporic Constructions of Home and Belonging. doi:10.1515/9783110408614-028
2-Dalar, M. , Ayhan, V. & Ataman, M. (2012). ALMANYA’DAKİ TÜRKİYE ALGISI: SAHA ARAŞTIRMASINA DAYALI BİR ANALİZ . Journal of Management and Economics Research , 10 (18) , 33-47
Yazı: Gurur Sönmez
İletişim: gurursonmez@gmail.com
Comments